Şubat 2020 Posts

Sâkin olmanın, düşünerek-bilerek konuşmanın zamanı

 

“TRT’ye büyük tepki!” diye bir haber sosyal medya temelli olarak bugün gündeme geldi ve tabii ki bazı belli gazetelere de hemen haber oluverdi. Bunlara Türkiye ve Türk milleti yıllardır tanık olmakta; yani sürpriz değil hiç böylesi haberler, tantanalar. Bilinen belli çevrelerin bu tür olayları bu tarz algılamalarına ve tepki göstermelerine bağışıklık kazanmış durumda bu ülkenin büyük çoğunluğu.

“Gresham Yasası siyasette de geçerli mi?”

 

Üstâd Rasim Özdenören‘in, Yeni Şafak’da çıkan ve başlığını başlık olarak alıntıladığım yazısının birkaç yerinden alıntılar sunacağım. Usta yazarın ülkemizin bugünlerindeki siyasî manzarayı yansıtıcı ve uyarıcı nitelikteki düşünceleri ola ki değişik çevrelerde dikkate alınır, üzerinde düşünülür.

“Türkiye etrafında uzunca bir zamandır sürdürülen komploları nasıl açıklamalıyız?
(…) Böyle bir komploda yer alan­lar gerçek niyetlerini açığa vurmaktan niçin kaçınıyor?

Acaba Gresham yasası siyaset alanında da geçerli mi?

Sir Thomas Gresham (1519-1579) Kraliçe I. Elizabeth’in mali danışmanı… Kötü para iyi parayı kovar yasasının mucidi… (…)

“Nefes alalım, derin bir nefes alalım.”

 

İsmet Özel’in “Türküm Doğruyum İntikamım Ülkemdir” adlı kitabının (TİYO Yay., Aralık 2019 1.Baskı) ilk sayfalarında yer alan “Başa Dönebilmek için Sonuna kadar Gittim” başlıklı ve 19 Kasım 2019 tarihli yazısının baş kısmından bazı sözler aktaracağım.

“(…) Neye ikna olacağız? Aklımızın bizi ikna edeceği şey çocukluğun ve ihtiyarlığın bizi şehvetle hesaplaşmağa çok değişik (belki de birbirini nakzeden) yollardan iten kutuplar olduğudur.(…) Kırk yaşıma kadar yazdığım şiirlerin ilki ‘Kış’. Dokuz yaşımda kıştan ancak bu kadarını anlardım. Daha sonra neler anlamalıydım? Bu satırları yazarken sonbaharı yaşıyorum. Yeni bir kış 75 yaşımda iken yine başımda. (…)” (s.8)

“(…) Her gün tok gezebilmek bir marifettir. (…) Var mıdır zilletine katlandığımız dünyanın bir anlamı? (…) Bu güne kadar hiçbir peygamber, hiçbir filozof, hiçbir sanatçı, hiçbir bilim adamı dünya haline mümessillik edecek bir imtiyazı elinde tutamamıştır. Buna mukabil dünya hali her peygamberin, her filozofun, her sanatçının, her bilim adamının sorumluluğu altına girer. Dünya hali meşruiyeti umursamayıp hükümranlık taslamaktır. (…) Kolaycıyız.
İşimize gelmeyen dünya halinden şikâyet hepimizin kolayına gider. (…) Şöhret gülünçlükle tamamlanmadığı zaman meşhur adam ortaya çıkmaz.” (s.9)

“Tasavvuf Geleneğinde Âlem Tasavvuru”

 

Ömer Türker‘in CİNS adlı aylık dergide(Şubat 2020, Sayı:53) çıkan yazısından alıntıların oluşturduğu, dolayısıyla başlığı da o yazının başlığı olarak alıntılanan bir yazı bu. Dilerim benim izleyerek okumayı ve yararlanmayı alışkanlık hâline getirdiğim değerli ve seçkin bir akademisyen ve düşünce adamı olan yazarın yazılarını buradan da olsa okuyup faydalanacaklar olabilir.

“Mutasavvıfların âlem tasavvuru, aslında İbnü’l-Arabî ile birlikte müstakil bir anlatıya kavuşmuştur. İbnü’l-Arabî öncesinde, mutasavvıfların sözlerinde Tanrı-insan ilişkisine yoğunlaşmış bir ilgi görülür. Bu sebeple önceki sûfîlerin âlem tasavvuru, dağınıktır, parçalıdır ve yaratılışın sistemli bir açıklamasına yönelik ilgiden yoksundur. (…) Gazzalî öncesi dönemde dinî düşünce geleneğinde felsefe geleneğiyle irtibatlı şekilde sistemli âlem tasavvuru oluşturma çabası, özellikle İsmailî kelâmcılarda veya filozoflarda -herhalde düşünürler demek daha doğru- görülür. İsmailî düşünürler, daha hicrî dördüncü yüzyılda Farabî metinlerinde görülen sudur teorisini, dinî nasları yorumlamak için kullanmışlar ve kelam geleneğinden oldukça farklı ama ana yapısı itibariyla vahdet-i vücutçu sûfîlerin görüşlerine benzeyen bir âlem tasavvuru geliştirmişlerdir. Fakat onların açıklamalarının, İbnü’l-Arabî öncesinin önde gelen tasavvuf metinlerini şekillendirici bir rol oynadığı görülmez. (…) Bütün bunlar, insanın Allah’a ulaşmasına odaklanmış bir düşüncenin, sistemli bir âlem açıklamasını -âlemi değil- değersiz gören tavrı olarak da okunabilir. Diğer deyişle sûfîler âlemin varlığını kavramak ile düzenini kavramak arasında belirgin bir ayrım yapmış ve birinciyi tercih etmişlerdir.

İbnü’l-Arabî’nin asıl meselesinin âlemin varlık bakımından açıklamasını yapmak olduğu dikkate alınırsa, onun tasavvufun yönünü değiştirmekten ziyade ilgilerini genişlettiğini söylemek daha isabetlidir. Fakat ilgi genişliği, teori değişimiyle desteklenince kökten bir dönüşüme zemin oluşturmuştur. Bu dönüşüm, bir önceki yazıda dile getirilen metafizik yorumları içermesinin yanı sıra özgün bir âlem tasavvuru geliştirilmesini de içermektedir. Söz konusu âlem tasavvurunu şöyle özetleyebiliriz:
İbnü’l-Arabî sudur teorisini tevarüs etti. Bu tevarüs, kelam geleneği ile tasavvuf geleneği arasındaki icmayı (birlik olma -a.a.-) bozarak tasavvuf metafiziğini meşşâî metafizikle ortak bir paydada buluşturdu. Buna göre âlem, (…) ilâhî zâtın ilk mertebesinden diğer mertebelerin sırasıyla taşması veya çıkmasıyla var olur. (…)
Tasavvufta varlık şeması üçlü, yedili veya daha fazla sistemle anlatılabilir. Burada ayrıntıya girmemek için üçlü şemayı dikkate alabiliriz.