Fütûhât-ı Mekkiyye 17.cild el- Vâhid, el-Ahad İlâhî İsmi s.114-115-119

 

Birle ilahını, bütün fiiller Allah’ın Unutma sakın, görmezden gelme

Şirkten sakın, şirk eksiklik Otoritesini giydirir sana, senden başka var olan bir şey değil o.

‘Başka’ varlığı olmayan bir şey Sâbit dur, senin evin ilga edilmez ve yıkılmaz

Büyük bir lezzeti var onun yine de Cinsellik hazzı gibi bütün uzuvlarımızı kaplar

Allah biliyor ki zikrettiğim mısralarda Doğru sözler söylemekteyim, Allah, Allah!

Vicdan-Vecd/ Vücûd-Mertebesi ‘Ol(Kün)’ Sözünün Mertebesi

 

el-Vâcid İlahi İsmi

Varlık Hakkın cömertliğine bağlı / Hepimiz onda mutlu ve gıpta edilecek bir haldeyiz /

Varlıkları var eden himmeti / Cömertliğe bağlı varlıktır o / O’nun yanındaki benim yanımda olsaydı ona söylerdim / Fakat ben müflisim, bu nedenle şart koşarız / Elçi gönderirken Musâ’ya şart koşulduğu gibi / Rablerinin elçisi olarak zorbalara giderken umutsuzca / Onların içinden iflas etmiş bir halde gelmişti / Amaçlarına erememiş, fakat itidali koruyarak

Fütûhât-ı Mekkiyye’den (Çeviri: Ekrem Demirli, c.17) alıntılar

 

Allah’ın emri her durumda delildir / Büyük izzeti gösterir; inkâr fayda vermez

Allah’ın kitabı gelir ve bildirir / O’ndan geldiğini; kasıt budur kesinlikle

Emir Allah’a ait, bana gelmezden de / Kaderi uygulamak üzere geldikten sonra da

Yâdıyla kalbin hayat bulduğu kimse münezzeh / Şükür ve hamd O’na ait

Kulum bu halde olunca onun kendisiyim / Böyle olmazsa kul senin kulundur, ey kul!

Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-III’den alıntılar

 

İmdi (şu halde) âhirette, yevm-i kıyâmette nâra ve cennete duhûlden evvel, şer’den bu mikdâr ibka (bâkî, dâim) olunur. İşte bundan dolayı biz şer’i-âhireti mukayyed kıldık. Allah’a hamd ü senâ olsun.

Yani cenâb-ı Şeyh (r.a.) âhiretin şer mahalli olmamasını cennet ve cehenneme duhûlden sonra kaydıyla mukayyed (kayıdlı) kılmış ve bu kayd ile Allah Teâlâ’nın adl ikamesi (adâletin yerine getirilmesi) buyurmasıyla, halkın bir fırkası cennete ve bir fırkası cehenneme girdikten sonra, buralarda artık amel edilmesi gereken bir şerîat olmadığını murâd etmiştir. Bundan dolayı bu kayd, halkın cennete ve cehenneme duhûlünden âhirette şer’den bir mikdâr bâkî kalacağı için ihtirâzî (sakınmayla ilgili) kayıd olur. Allah fadli’l-azîm sâhibidir (Bakara, 2/105)

“Hak için halkın hepsinde zuhûr vardır.”

 

Muhyiddin İbnu’l-Arabî‘nin ünlü eserlerinden biri olan Fusûsu’l-Hikem‘in dört cilt olarak Türkçeye çevrilmiş ve şerh edilmiş kitapların I. Cildinden ( Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk, Yayına Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mustafa Tahralı– Dr. Selçuk Eraydın; M.Ü. İFAV, Yedinci Baskı Nisan 2017) yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“İbnu’l-Arabî hakkında, gerek tasavvuf ehli arasında, gerekse diğer dînî çevrelerde müsbet-menfî pek çok söz söylenmiş, bazı fikirleri ve görüşleri münâkaşalara sebep olmuştur. Bir yandan aynı fikirleri taşıyan veya onun fikirlerini benimseyenler, diğer taraftan muârızları (onun fikirlerine karşı olanlar) birçok eserler yazmışlardır. Fusûsu’l Hikem şerhleri eserin anlaşılması için yazılmış olmakla beraber, İbnu’l-Arabî’nin fikirlerinin müdâfaası ve muârızlarına bir cevap mâhiyetini de taşımaktadır. Şerh okunduktan sonra görülmektedir ki, bazı îtiraz ve tenkitler fikirlerinin anlaşılmamasından ileri gelmiştir. (…)

Türk-İslâm düşüncesi göz önünde tutulduğu takdirde, özellikle XVI. asır ortalarına kadar, entelektüel tasavvuf ve ilim çevrelerinde İbnu’l-Arabî’nin benimsendiğini, büyük mutasavvıf ve âlimlerin aynı düşünceleri ifade eden eserler telif ettikleri görülür. Bunlar arasında İbnu’l-Arabî’nin talebesi Sadreddin Konevî (673/1274)’den başka Dâvûd Kayserî (751/1350) gibi Fusûs şârihlerinin, Molla Fenârî (838/1435), İbn Kemâl (940/1533) gibi âlim mutasavvıfların, İsmâil Rusûhî Ankaravî (1041/1631) gibi Mesnevî şârihlerinin, Rûhu’l Beyân isimli büyük tefsîrin sâhibi İsmâil Hakkı Bursevî (1137/1725) ve şeyhi Osman Fazlî İlâhî (1102/1691) gibi mutasavvıf âlimlerin isimlerini anabiliriz.

İsmâil Hakkı Bursevî’nin İbnu’l-Arabî hakkındaki muhtelif çevrelerden yapılan tenkitlere dair görüşlerini ifade eden aşağıdaki şu cümleleri, bu konuda verilen cevaplardan biri olarak mütalâa edilebilir: “Şeyh-i meşâyihi’d-dünyâ Şeyh Muhyiddîn el-Arabî (kuddise sırruhû) hakkında, bazı akvâlinden (sözlerinden) ötürü ihtilâfa düşmüşlerdir. Velâkin eğer ol akvâlin hakayıkı (gerçekleri) yüzünden perde münkeşif (açılmış) olup netîcesine erseler ve cemâl-i hakîkati (hakîkat güzelliğini) görselerdi, kıyl ü kal (dedikodu) etmezler ve Ehl-i hâlin (hâl ehlinin) hâline itaat edip münkad olur (boyun eğer) ve ol manâya secde kılarlardı. Ve anılan Şeyhde ahadiyyet manâsı vardır ki, her ne kadar velâyet (velîlik) defterine kayd olmuş evliyâ (velîler) var ise onun tahte’l-livâsındadır (bayrağı altındadır). Ve onu inkâr eden kimsede velâyet hakikati yoktur. Nitekim bazı keşifler ehlinden dahi ta’n (ayıplama) vâki olmuştur. Velâkin keşfi dürüst olmadığındadır. Ve aslında anılan şeyhin tarafından ona nefîs nefes nefh (üfleme) olunmadığındandır. Eğer menfûh (nefh olunmuş) olaydı, Şeyh ile birliğe yeterdi; ve onun nefesi şeyh nefesine mutâbık gelirdi; ve velâyet mertebesinde neticeye erip zâhir ve bâtın işi biterdi.” (İsmail Hakkı Bursevî; Kitâbü’n-Netîce / Bu kitap Bursevî’nin hayatının son yıllarında yazdığı bir eserdir.)