Öz olarak Muhammedî Hakîkat Teorisi

 

Hz. Peygamber’in hakikatinin âlemin aslı, illeti ve yaratıcı prensibi oluşunu anlatan düşüncedir. Varlık mertebeleri açısından kadîm varlığın hâdis varlıkla ilişkisini yahut Bir ile çok arasındaki zıtlığın mahiyetini açıklamak üzere geliştirilmiştir. Özellikle İbnü’l-Arabî (ö.638/1240) ve tâkipçilerinin vahdet anlayışı çerçevesinde ele alınan bu düşünce, birliğin bir türü olan ferdiyyet terimi ile ifade edilir. Ferdiyyeti yönüyle Muhammedî hakîkat, varlık ve bilginin kaynağıdır.

Sûfilerin tasavvuf anlayışında Hz. Peygamber ve hakîkatinin merkezî bir rolü vardır. Bu nedenle Hz. Peygamber’le ilgili konular, ontolojik (varlıkbilimsel) yönden Muhammedî hakîkat, epistemolojik ( bilgi kuramsal) yönden sünnet ve ahlâkî yönden sîret olmak üzere üç boyutta ele alınmış ve varlığın gayesi ve sebebi olarak insan, özelde ise Hz. Peygamber’in varlığı üzerinde durulmuştur. Muhammedî hakîkat anlayışına tasavvufun teşekkül döneminde ilk sufiler tarafından dikkat çekilse de konunun metafizik bir kuram olarak ele alınması İbnü’l- Arabî ve tâkipçileri tarafından gerçekleştirilmiştir. İbnü’l-Arabî’nin varlık anlayışı, bilinmek isteyen “gizli hazine”nin kendini tanıtma iradesi ile ilgilidir. Gerçekte bu bilinme arzusu, Tanrı’nın kendini bir şeyde görmek ve kemâllerini yansıtmak istemesinden ibarettir. Âlem içindeki her varlık bu gayenin gerçekleşmesinde rol oynasa bile nihâî gaye insanın varlığıyla tamamlanmış ve kemâle ermiştir. Bu durumda insan, âlemin varlığı için sebep, vesîle ve bilinme iradesinin gerçekleşmesindeki “gâye varlık” tır. Zîrâ ilâhî irade tam anlamıyla ancak insan sâyesinde gerçekleşir. Sufiler varlığın gâyesinden söz ederken “Allah bütün niteliklerini bir aynada görmek isteyince insanı yarattı” fikrinden hareket ederler. “Bilinmek istedim ve âlemi var ettim” ifadesinden kastedilen de insandır. Öyleyse insan, ilk iradeyle ortaya çıkan varlık olup hakîkati yönüyle bütün varlık türlerini öncelemektedir. Her ne kadar zuhur bakımından âlemde son türeyen ve ortaya çıkan varlık olsa bile gâye bakımından Tanrı tarafından ilk düşünülen varlıktır. Önce olan da kendinden sonraki her şeyi kuvve (potansiyel) halinde içerir. Bu durum, insanın kendisinden sonra gelen bütün varlıkları kuvve ve ilke olarak içermesi demektir. Hakk’ın kendisini idrak etmesi, bütün taayyünlerin kaynağı olan Muhammedî hakîkat ile taayyün etmesi demektir. Hakk’ın kendisini Muhammedî hakîkatte görmek istemesinden elde ettiği şey ise, tüm kevnî (varlık âlemiyle ilgili) mertebeleri ve bunların hükümlerini birleştiren bir hakîkatte kendisini müşahede etmesidir. Şu halde hubbî yönelişle başlayan Zât’ın kendini binilir kılması sürecinde bütün ilâhî sıfatların tecellî ettiği bir ve ilk hakîkat olan Muhammedî hakîkat varlığın gâyesini oluşturmaktadır.

Tanrı ve âlem arasındaki ilişki, birlik-çokluk sorunun bir alt dalı olarak değerlendirilebilir. Birlik ile çokluk arasındaki ilişki, birliğin bir şekilde çokluğa, çokluğun da bir birliğe sahip olduğu kabul edilerek tesis edilebilir. Buna göre Tanrı sırf zât olması bakımından âlemi var edemez; âlemi var etmesi için zâta mahsus niteliklerin bulunması gerekir. Bu ilkede ortaya çıkan sorun, niteliklerin çokluğuyla Zât’ın birliği arasındaki zıtlığın giderilmesidir. İslâm düşünce geleneğinde bu sorunu çözmek için kelâm ve felsefe geleneğinde çeşitli çözümler geliştirilmiştir. İbnü’l- Arabî ve tâkipçileri ise yalnızca mutlak birlikten (ahadiyyet) söz ettiğimiz sürece yaratılışı açıklayamayacağımızı ve çokluğu birliğe zarar vermeyecek şekilde yorumlamamız gerektiğini düşünmüşlerdir. Onlar, mümkün varlıkların Tanrı’nın bilgisinde bir hakîkat ve şey olarak bilindiklerini ilke olarak kabul ederek, a’yân-ı sâbite diye isimlendirilen ve göreceli bir çokluğa sâhip olan bu hakîkatler ile zât arasındaki ilişkiyi izah etmişlerdir. Dolayısıyla Muhammedî hakîkat teorisi, metafizik düşüncenin temel sorunu olan birlik- çokluk ilişkisini izah etmek için geliştirilmiştir.

Teorinin temel iddiası şudur: Bütün yaratılmışların Tanrı ile irtibatı, zuhur edenlerin ilki, bütün mertebelerin kaynağı olan Muhammedî hakîkat tarafından kurulduğu, dolayısıyla Hz. Peygamber’in hem en yetkin varlık, hem de bütün insanların ve peygamberlerinin en yetkini olduğudur. Buna göre Tanrı’nın isim ve sıfatları, çeşitli mertebelerden zuhur eden mümkünlerin hakîkatlerinin ta kendisidir. Bütün hakîkat mertebeleri ise Bir’den sudur eden ilk tecelli olan Hz. Peygamber’in hakikatinde içerilir. Dolayısıyla Muhammedî hakîkat, bir şeyin aracılığı olmadan zuhur eden ilk ve tek şey olup sonraki her şeyin sebebi, vasıtası ve varlık ilkesidir. Bütün varlıklarıvarlıkların Bir ile irtibatı bu hakîkat vasıtasıyla gerçekleşir. Var oluş sürekli olduğundan Hz. Peygamber’in hakîkatinin ilk hakîkat olarak diğer hakîkatlere vasıta olması, gerçekleşip bitmiş bir olay değildir; aksine sürekli ve daimî olarak ilk tecelliyi diğer hakîkatlere ulaştıran hakîkattir. Allah’ın varlıktaki gâyesi, Hz. Peygamber’in tarihî zuhuruyla gerçekleşmiştir. Bu bakımdan o, hakîkat bakımından ilk, zuhur bakımından ise son peygamberdir. Hz. Peygamber’in bütün ilahî isimlerin anlamını içeren Allah isminin mazharı olması yine onun bu özelliğiyle ilgilidir.

Hayra Delâlet, Hidâyet veya Dalâlete Davetle ilgili Âyet ve Hadîsler (Riyâzü’s- Sâlihîn ve Tercemesi 1.Cilt’den (4. Baskı,1972)

 

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “ Öyle Allah ki,(namaza) durduğunda ve secde edenler içinde halden hâle geçtiğinde seni görüyor. ” Sûre : 26 (Şuarâ’), âyet: 218, 219

Her nerede bulunursanız bulunun, O sizinledir.” Sûre: 57 (Hadîd, âyet: 4 )

Allahu Teâlâ buyurur: “Muhakkak ki, yerde ve gökte olan hiçbir şey Allah’a gizli değildir.” Sûre:3 (Âl-i İmrân), âyet: 5

Allah-u Teâlâ buyurur: “ Doğrusu, Rabb’ın hep gözetlemededir.” Sûre: 89 (Fecr), âyet: 14.

Allah-u Teâlâ buyurur: “Allah-u Teâlâ , gözlerin hıyânetini ve kalblerin gizlediği şeyleri bilir.” Sure: 40 (Mü’min), âyet: 19

60–Ömer İbn-i Hattâb radiya’llâhu anh’den rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir:

Günün birinde Peygamber aleyhi’s-selâm’ın katında oturduğumuz sırada birdenbire yanımıza bir adam çıkageldi; elbisesi bembeyaz, saçları simsiyahtı; üzerinde yolculuk eseri görülmüyordu ( uzak yoldan gelmişe benzemiyordu). Hiçbirimiz onu tanımıyorduk . Nihayet Peygamber aleyhisselâm’on önünde oturdu ve dizlerini Peygamber aleyhisselâm’ ın dizlerine dayadı, ellerini uyluklarına koyup: — “ Yâ Muhammed, İslâm’ın neden ibâret olduğunu bana söyle!” dedi . Peygamber aleyhisselâm: — “ İslam: Allah’tan başka ilah yok, Muhammed de Allah’ın resûlüdür, diye şehadet etmen, namazı kılman, zekatı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna gücün yeterse Hacc etmendir.” buyurdu. O adam: —-“ Doğru söylüyorsun.” dedi. Hem sorduğu, hem gerçeklediği için buna taaccüb ettik. Ondan sonra: — “ İman nedir? Bana haber ver.” diye sordu.Peygamber a.s. da: —- “İman, Allah’a ve meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve kıyamet günü’ne , kadere (hayır ve şerre) inanmadır.” diye cevap verdi. Yine o adam: — “Doğru söylüyorsun.” dedi ve: — İhsan nedir? diye sordu. Peygamber Efendimiz de: — “İhsan, Allah’ı görüyormuşsun gibi ibadet etmedir. Eğer sen onu görmüyorsan, O seni görüyor” buyurdu. O yine: — “Doğru söylüyorsun” dedi. Sonra: —“Kıyametin vaktinden bana haber ver” dedi. Peygamber aleyhisselâm: — “Bu hususta kendisinden sorulan kimse, sorandan daha âlim değildir.” dedi. — “O halde, alâmetlerinden haber ver.” deyince, Resûl-i Ekrem: — “ (Kıyamet alameti) câriyenin kendi hanımını doğurması, yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının binaları yükseltmekte birbirleriyle yarışmalarıdır.” dedi, sonra o yabancı kimse gitti. Ben bir müddet kaldım, sonra Peygamber a.s. :

“Ey Ömer, soran kişiyi bilir misin?” dedi. Allah ve Resûlü bilir, dedim. Resûlullah da: “O, Cibrîl’dir, size dîninizi öğretmek için gelmiştir.” buyurdu. (Hadîsi Müslim rivâyet etmiştir.) (Riyâzü’s-Sâlihîn’den)


El-Hak İsminin Mertebesi / el- Hak İlâhi İsmi

 

Hakkı Hak ile fani kılar ve ispat ederim / Hak yokluk ve ispat arasındadır / Varlık ve hikmetinin sırrı olmasaydı /Uzza’ya veya Lat’a ibadet edilmezdi / Beni kendileriyle sınırladığı bu şeyler var ya! / Onlarla mutlu olunur, şimdide ve gelecekte / Mazi gittiği yerdedir /Onun yanında hastalık veya afet yok / Yemin olsun ki: Nefsim onu yükümlü tutanı bilseydi / Geçmiş olan geri gelseydi sevinmezdi


Bu mertebenin sahibi Abdülhak diye isimlendirilir. Allah şöyle der: ‘Hakkın ötesinde dalaletten başka ne vardır? (Yunus 10/32) Kastedilen yaratılmış olandır. Dalalet hayret demek iken Hak (ve hakikat) vasıtasıyla dalaletin hükmü ortaya çıkar.

Varlığın kendisi gerçek bir nur / Yaratılmışın varlığı ona tabi bir gölge

Hak varlığın kendisiyken halk (yaratılmış) O’nu mutlaklıkla sınırlamıştır. Bu itibarla halk sınırlı bir kayıt demektir. Öyleyse ancak ona ait ve onunla gerçekleşen bir hüküm olabilir. Hak hüküm verendir ve O ancak Hak ile hüküm verir. Öyleyse Hakkın (kendisiyle hüküm verdiği) Halk yaratılmışın ta kendisidir. Nasıl da yüz çevirirsiniz? Gerçek bizim söylediğimiz gibidir. Halk diye isimlendirilmiş olması, kendisinden yaratılmış olan şeye bağlıdır. Bu itibarla halk yenidir ve yaratmanın hakikati kendisinde ortaya çıkar. Çünkü bir açıdan bakarsın ve ‘Haktır’ dersin; bir açıdan bakar ve ‘halktır’ dersin. O ise kendinde ne Hak ne Haktan başkasıdır. Binaenaleyh Hakkın veya halkın isim olarak verilmesi, adeta bir farklılık ve ihtilaf demektir. Bu hüküm ona baskın gelmiş, halk diye isimlendirilmiş, Hak ise Hak ismiyle yegâne kalmıştır. Çünkü Hak bizatihi zorunlu varlığın sahibiyken yaratılmış olan O’nun vasıtasıyla varlık zorunluluğuna sahiptir. Burada ‘başkası’ ile demiyorum, çünkü başka denilenin -hükmü olsa bile- varlığı ve hakikati yoktur. Bu itibarla başka hükmü olup da hakikati olmayan nispetlere benzer.

Allah göğü ve yeri Hak ile yaratmış, Kur’an’ı Hak ile indirmiş, Kur’an Hak ile ve Hak için inmiştir. Yaratılmışta yaratılmış hayrete düşmüştür, çünkü o gündüzün kendisinden çekilip çıkartıldığı gecedir. Bir anda hayrete düşmüş halde karanlıkta kalırlar. Artık doğru yolu bulacakları bir ışığa sahip olmayan şaşkınlardır. Oysa Allah karanın ve denizin karanlıklarında kendisiyle doğru yolu bulacak kimseler için yıldızlar yaratmıştır. Bu, seçkin sıradan insanların karanlıklara bakışıdır. Onlar görmezler, ‘sağırdırlar, kördürler, onlar düşünmezler.’ (el-Bakara 2/171) Bu nedenle bazen şöyle derler: ‘ Biz biziz, O odur.’ Bazen de şöyle derler: ‘O biz, biz O’yuz.’ Şöyle dedikleri de olur: ‘Ne biz saf olarak biziz, ne O, O’dur.’ Allah da bilgi ve marifet itibariyle yaratıklarının en seçkini olan peygambere söylediği ‘ ‘Attığında sen atmadın, fakat Allah attı.’ (el- Enfal 8/17) âyetiyle hayretlerinde o seçkinleri tasdik eder. Bu ayette Allah ispat ettiğini ve olumladığını olumsuzlamıştır. Bu hitap karşısında sıradan insanların yeri nedir ki ? O halde Allah’ı bilmek ‘hayret’ demek olduğu kadar yaratıkları bilmek de hayret demektir.. Allah’ın zatı hakkında düşünmek yasaklanmış, düşünme yaratıklara yönlendirilmiştir. Dolayısıyla hidayete erenler, yaratılmışlar hakkında düşünenlerdir. Çünkü Hâdi O’dur. ve zâten hidâyet etmiştir. Körlük ise Hakk’a dair düşünmek demektir. Böyle bir düşünme yasaklanmış, Allah onu sapkınlık ve dalâlet yolu saymıştır. Bu hitap, akıl sahiplerinin kendisiyle yükümlü olduğu, fakat cem’ ve varlık ehline hitap etmeyen bir hitaptır. Seçkinler onu bilmek veya bir bilinen hakkında bilgi edinmek üzere düşünmemişlerdir. Allah sadece onların (idrak) mahallini. hazırlamalarını ve kalblerini temizlemelerini istemiştir. Bu hazırlanma sonucunda Allah onlara fetih ihsan eder veya kendi katından onlara fetih ulaştırılmasını emreder. Onlar da içlerinde gizlemiş oldukları hususta pişmanlık duyarlar, çünkü onlar ilahi fetih vasıtasıyla ulaşmış oldukları şeyi müşahede ederler ve görürler ki: Hakikat kendisinden ayrıldıkları şeyin ta kendisi imiş! Bu durum onların imanlarını ve Allah’ın hükmüne teslimiyetlerini artırır. Bu mertebeden şu husus ortaya çıkar: Bâtıl, hakikatin üzerine atılıp da onu yok ettiği bir şeydir. Üzerine hakikatin atılmasıyla bâtıl bir anda yok olur ve gider. Ancak hakikati olan veya hakikati olduğu sanılan bir şey yok olabilir. Bundan dolayı ister hayalde ister hayalin dışında olsun, bâtılın da bir varlık mertebesi bulunmalıdır. Hiç kuşkusuz her durumda ona inayet edilmiştir.

Sonra, Allah hakkındaki hayretin en büyük nedenlerinden biri de şudur: Hak mutlak varlık sahibidir ve bu nedenle de sabittir. Bununla birlikte tecelli suretleri de hiç kuşkusuz haktır.

Onların sübûtu yok, bekaları da yok / Onların kavuşması var, bedbahtlıkları yok

Hakkın tecelli ettiği her suret ortadan kalktığında, artık bir daha geri dönmez ve yenilenmez. Kaybolma ve gitmek giden şeyin kendisinden başka bir şey değildir. Peki ‘nereye gidiyorsunuz?’ Acaba Hak’ta bâtıl veya bâtıl olan bir şey mi var? Sureti götüren şey öteki suretin onun üzerine atılmasından başka bir şey değildir. O da kardeşinin gittiği ve ortadan kalktığı gibi gider. Suret gelişi bakımından hak iken gidişi bakımından bâtıldır. Bundan dolayı suret ortadan kaldıran- ortadan kaldırılan şeyin kendisidir. Bu nedenle Hakkın görülemeyeceğini söyleyenler doğru söylemiştir, çünkü Hak kaybolmaz ve gitmez. Şöyle ki: Suretler bizim suretlerimiz ise biz kendimizi görmüş oluruz. Biz ise bâtıl değiliz. Biz kendimiz nedeniyle ortadan kalktık. Öyleyse biz Hak’ız, çünkü Allah bizi bizim üzerimize salar. Demek ki üzerimize gelen şey bizden gelmiştir. Allah hakkı (bâtıl üzerine) salarken kul ilahi hüküm nedeniyle ortada durur.

Benim ve O’nun varlığı / Beka ve sübût sahibidir

O’ndan ve benden hayat bulur / Veya ondan ve benden (dolayı) ölür

O’nda bir iddia olmaz / Çünkü O’ndaki kaybolmaz

O’ndan olan hayat sahibi / Veya ondan olan ölür

Hayrete düştüm O’nun ve bizim hakkımızda / Biz susmuş dilsizleriz

Allah için gıda oldum / O da benim için gıda

İş devreder durur / Hakkındaki bilgim bu benim

Kaybolan ve yiten bir şeye itimat etmemelisin, çünkü ondan eline bir şey geçmez. Sen sadece kendine itimat et! Çünkü kendine döneceksin ve bütün işler Allah’a döneceği gibi siz de Allah’a döneceksiniz. Bu hakikat nedeniyle Allah adamlarından birisi ‘Ene’l Hak (Ben Hak’ım) demiştir. Onu mazur sayınız, çünkü insan -hakikatine göre değil- ona gelen tecellinin hükmüne göre hareket eder. Ona tecelli eden ise kendinden başkası değildir. Onun halini kendine bırak ki selamete eresin! İş açıkladığım gibidir. ‘Doğru Yol Allah’a varır’ ve ‘Allah dileseydi herkese hidayet ederdi.’

“İnkılaplar Ne zaman Niçin İflas Etti?”

 

“Hak Bâtılı Yok Eder, Kendisine bakmak bayıltır”

 


Hakkı bâtıl üzerine saldığında / Yok eder onu, bir de bakarsın bâtıl gitmiş Söylediğimi kim bilir ki? / Bütün hallerinde dürüst olan bilir