Nisan 2021 Posts

“Salih hayat iz bırakmaz.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesinde “İslâmla Damgalanmış Varoluş” üst-başlığı altında çıkan “Keskin Sirke Küpüne Zarar” başlıklı ve 4 Ramazan 1442(16 Nisan 2021 tarihli yazısının (http://istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=68&KatId=3) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalardan ibaret olacak bu yazı. Alıntılanan cümlelerden biri bu yazının da başlığını teşkil etti.

“(…) Her yaşımda haddimi bilmeğe özen gösterdiğimi ve taşkınlığın bir mümessili olmadığımı biliyorum. Kibir insan şahsiyetinin en azılı düşmanıdır.  (…)

(…) İnsan olmak insanın kendini tabiî olmaktan uzak tutmasıyla başlar.  (…)
 Buradan varlık karşısında gösterdiğimiz hassasiyetin insan oluşumuzun gereği olduğu hükmüne varırız. İnsandan gayrısından bu hassasiyet beklenmez.

(…) Yaşadığımız toprakların İslamlaşması tarihin bir gerekliliği olarak doğmasaydı Türkler bir vatan sahibi olamayacaklardı. (…)

Bir âyetin düşündürdüğü…

 

O âyet Kur’anda Yunus sûresinde 104. âyettir. Meâlen (anlamca) ” De ki: ‘Ey insanlar, eğer benim dînimden bir şüpheniz varsa (iyi bilin ki) ben Allâh’ı bırakıp da sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Ancak sizi öldürecek olan (vefât ettirecek / canınızı alacak olan) Allah’a kulluk ederim. Bana mü’minlerden olmam emr olundu.’ ”

Bu âyette beni en fazla düşündüren ifâde Peygamber Efendimize (s.a.v.) vahy edilen ve söylemesi buyrulan sözler arasındaki şu cümle: “Ancak sizi öldürecek olan Allah’a kulluk ederim.” Bu cümlenin de koyu olarak yazdığım kısmı en fazla dikkatimi çekti.

Niye Allah’ı niteleyen bir ifâde olarak sizi öldürecek olan veya canınızı alacak olan denilmiş?

Düşününce akla şu geliyor: ölüm gerçeği. İnsanlar öleceklerini ölümlerden dolayı biliyorlar. Belki insanları en çok düşündüren gerçek, yaşamanın bir an gelecek ölümle son bulacağı. Kimileri doğal bilir yaşamayı da ölmeyi de. Öyle de bilseler ve dile getirseler dahi ölüm hakkında, diğer canlıların ölmesiyle insanın ölmesine aynı serinkanlılıkla bir yaklaşımda bulunmazlar diye düşünüyorum. İnsanın ölmesi daha bir acı ve zor/ağır gelir insanlara. En çok da dîni önemsemez gözüken, Allah’a şirk koşan ve tevhid esaslı din inancına karşı olan insanlar göz önüne alındığında, hayat ve ölüm üzerinde mutlak kudrete sâhip olan tek Allah’a kulluk etme zorunluluğunun şu anlamda doğrudan vurgulanmış olması düşünülür: Ancak Allah alır (inanan-inanmayan) her insanın canını; görünür sebepler neler olursa olsun!

Söz konusu âyetde “Ancak sizi öldürecek olan Allah’a kulluk ederim” ifadesi bu gerçeği vurgulu biçimde inanmayanlara/şirk ve şüphe içinde olanlara beyân etme, açığa vurma anlamını yansıtıyor diye düşünülmesi isâbetli gibi geliyor bana. Yaşatanın da, öldürenin de Allah olduğu apaçık bir gerçek.

Allah, Resûlüne bu gerçeği bu ifadeyle vahyetmiş, o da dîninden şüphede olan insanları bu ayetle uyarmıştır.

Fütûhât-ı Mekkiyye’den düşündürücü sözler

 

Muhyiddin İbn Arabî’nin (m.1165-1240) 18 cilt hâlinde Ekrem Demirli çevirisi olarak yayınlanmış (Litera Yayıncılık) bu ünlü eserinin 18. cildinden alıntılayacağım bazı sözlerden ibâret olacak bu yazı.

” ‘Furkan’ olarak okumanın dışında Kur’andan sakın! Allah onun vesilesiyle pek çok kişiyi saptırır, yani onları hayrete düşürür; pek çok kişiye de hidâyet eder, yani anlama rızkı verir.” (s.66)

“Allah’ın bize dönük rahmetinin bir yönü de unutmak, hata etmek ve içimizdeki konuşmalar nedeniyle bizi cezalandırmayışıdır. Allah bizi zikrettiklerimiz nedeniyle cezalandıracak olsaydı, bütün insanlar helak olurdu.” (s.86)

“Rabbine ibâdet et ki, yakîn mertebesine ulaşabilesin; yakîn gelince gerçek senin için belli olur.” (s.108)

” Herkes kendi hakikati ve kendi cihetinden sadece Rabbini arar.” (s.144)

“Kendimizi bilmekten aciz isek Rabbimizi bilmekten de aciziz.” (s.146)

“Ben ve önceki peygamberlerin söylediği en üstün söz ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ ifadesidir.” (s.188)

“Senin yaratılış aslın ve ilken muhtaçlık ve dilenmedir ve bunun böyle olması kaçınılmazdır.” (s.199)

Taberî’nin evren tasavvurunun felsefe geleneğince yorumu

 

Prof. Dr. Ömer Türker‘in geçen ayın CİNS dergisinde çıkan “Dinî Kozmolojinin İnşası” başlıklı yazısı şöyle sona eriyordu: “İslam düşünce tarihinde burada özetlenen resim, iki farklı gelenek tarafından yorumlanarak burada görülen naiften eser kalmayacak şekilde güçlü bir öğretiye dönüşecektir.”

Yazar , derginin bu ayki sayısında çıkan “Dinî Kozmolojinin Felsefî Yorumu” başlıklı yazısına başlarken “Bu yazıda söz konusu evren tasavvurunun felsefe geleneğince nasıl yorumlandığı meselesini ele alacağız.” diyor. Benim yazım bu yazıdan yer yer yapacağım alıntılamalardan ibâret olacak.

” Taberî’nin tarihinde sistemli ifadesini bulan kozmoloji, çok geçmeden İslâm filozofları tarafından Helenistik dönemden intikal eden felsefi kozmolojiyle ilişkilendirilmiştir. Özellikle Fârâbî sonrasında yaşayan filozoflarda dinî kozmolojinin temel unsurlarının sudurcu kozmolojiyle yorumlanmaya başlandığı görülür. (…) Fârâbî (sudurun İslâm düşünce geleneğindeki bânîsi), dinî metinlerdeki anlatıların, mevcutların dakikleştirilmiş idrâkine tekabül eden sudur kozmolojisinin sembolik ifadeleri olduğunu iddia etmiştir. (…) Öte yandan dinî düşünce geleneğine mensup düşünürlerden bir grup da sudur ve dinî nasları uzlaştırma çabasına girmiştir. Bu bağlamda ilk uzlaştırma teşebbüsünde bulunan İsmailî kelamcıların yorumları daha ziyade imamlar hiyerarşisi ile akıllar hiyerarşisinin bağdaşık hale getirilmesine yoğunlaştığı söylenebilir.

Felsefe geleneğinde dinî kozmolojiyi felsefî kozmolojiyle ilk ciddi uzlaştırma çabaları Horasan ve Mâverâünnehir’in meşhur filozofu Ebü’l-Hasen Muhammed b. Yûsuf el-Âmirî’nin (ö.381/992) yorumlarıdır. Âmirî hem Kur’ân’da yaratmayı ifade eden kelimeler dağarcığı ile sudur sürecindeki oluş türlerini ilişkilendirmiş hem de küllî akıl ve küllî nefs, felek ile kalem, emr ve levh-i mahfuz arasında ilişki kurmuştur. Kur’ân’da yaratmayı ve Allah’ın âleme müdahalesini anlatmak için bir dizi kelime kullanılır: ibdâ’, halk, teshir ve sun’. Âmirî sudur teorisine yoktan yaratmayı dahil eden filozoflardan biridir. (…) O, bu lafızlardan her birinin sudur hiyerarşisinin bir mertebesini ifade ettiğini düşünür. O’na göre ibdâ’, Tanrı’nın kendine özgü fiili olarak ‘yoktan yaratmayı’ (yok iken yaratmayı değil) ifade eder. Dolayısıyla sudurcu kozmolojide Tanrı’nın var ettiği ilk mevcut olan küllî akıl ibdâ’ yoluyla yaratılmıştır. Ayrıca o, insan ruhlarının da diğer mevcutlardan farklı bir ayrıcalığa sahip olduğunu ve ibdâ’ yoluyla yaratıldığını düşünür. (…) Yine o ‘halk’ kelimesinin küllî nefsin yaratılmasını ifade ettiğini düşünür. (…) Filozoflar, yerküredeki cisimlere, birbirine dönüşebildiği için müvelledat adını vermiştir. (…)

Fusûsu’l-Hikem’den sözler

 

Muhyiddin İbn Arabî‘nin (m.1165-1240) bu ünlü eserini harf devriminden önceki yıllarda (m.1915-1928) Türkçeye tercüme ve şerh eden Ahmed Avni Konuk‘un (m.1868-1938) bu çalışmasını eğer Mustafa Tahralı ve merhum Selçuk Eraydın günümüz Türkçesiyle yayına hazırlamış ve yayınlamış olmasalardı, tamamı 28 defter olan o mühim ve büyük emek verilmiş çalışma yine Konya Mevlânâ Müzesi’nde duruyor olacaktı ve yaygınca istifâdeden söz edilemeyecekti.

İslam tasavvuf ve tefekkür tarihinin en önemli eserlerinden biri olan bu kıymetli eserin tercüme ve şerhinin günümüz Türkçesiyle yayınlanmış 6. ve 7. baskılarından (2017) bazı sözler alıntılamamdan ibâret olacak bu yazı. Alıntılama yapılırken bazı kelimelerin günümüzde daha yaygın kullanılan karşılıkları da kullanılacak ya da parantez açılarak verilecektir.

“Âlemden hiçbir şey kendi nefsi ile kâim bir cevher değildir. Ve kendi hakikatinde, kendi hakikati ile kâim olan mevcud, ancak kendi zâtı ile kâim bulunan Hakk’ın mutlak varlığıdır.” (c.1, s. 38)

“Tasavvuf ehli ‘vücûdun(varlığın) birliği’ne istidlâl yâni akıl yürütme ve muhâkeme yoluyla değil, kelime-i tevhîd zikri ve mevzû ile alâkalı âyetler üzerinde manevî tefekkür ve uzun yıllarını verdikleri seyr ü sülûk neticesinde bir ‘keşf’ ve ‘müşâhede’ yoluyla ulaşmışlardır.” (c.I, s.51)

“Mutlak zât demek olan ‘lâ-taayyün’ (belirmesizlik) mertebesinde varlık tüm sıfatların izafesinden münezzeh ve her kayıddan mukaddestir. Bu mertebe Hak Teâlânın künhüdür ki, onun üstünde başka bir mertebe yoktur. Bütün mertebeler onun altındadır. Buna ‘ahadiyyet mertebesi’ derler.” (c.1, s. 66)

“İnsân-ı kâmil, asıl olarak (S.a.v.) Efendimizdir. Zira onun hakikati hakikatlerin tümünü toplayan ulûhiyyet mertebesidir.” (c.I, s.63)