“Hiçbir yürüyen canlı yoktur, illâ ki Hak onun alnını tutucudur. Benim Rabbim muhakkak sırât-ı müstakîm üzeredir.” (Hûd, 11/56)
Muhyiddin İbn Arabî‘nin Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi’nin Ahmed Avni Konuk tarafından Latin Alfabesine göre yazma ve okuma döneminden önceki Türkçe’ye kazandırılması, ve Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve Dr. Selçuk Eraydın tarafından da günümüz Türkçesiyle ilk kez 1987’de Birinci Cildi yayına hazırlanarak yayınlanmış, sonraki yıllarda diğer üç cildi de hazırlanarak yayınlanmıştır. Bu yazıyı oluşturan alıntılamalarım, ilki bu yazının başlığını teşkil eden cümle olmak üzere, yer yer İkinci Cildin (7. Baskı, 2017) “KELİME-İ HÛDİYYE’DE MÜNDEMİC ‘HİKMET-İ AHADİYYE’NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR” başlıklı X. Bölümünden olacaktır.
“ O halde ‘ahadiyyet’ üç mertebe üzerinedir: İlki: ‘Ahadiyyet-i zâtiyye’dir. Bunda aslâ kesret (çokluk) itibarı yoktur. İhlâs, 112/1 bu mertebeyi beyân eder. Mutlakıyyeti hasebiyle bu mertebe Vâhid için hiçbir vasfı ve na’ti (nitelik) kabûl etmez; belki bu ahadiyyet Vâhid’in aynıdır. İşte bu tevhîde ‘tevhîd-i zât’ derler. İkincisi: Esmâ(İsimler) ve sıfatların ahadiyyet mertebesidir. Ne kadar esmâ ve ilâhî sıfatlar varsa, sonsuz çokluğu ile, zât birdir. Ve esmânın çokluğu akletme ve nisbet bakımından sâbittir. Yoksa Hakk’ın zatî mutlaklığı hasebiyle bu gibi nisbetler aklî itibarlardan münezzehdir. Bu itibara göre Allah Vâhid’dir. Ve Zümer, 39/4 bu mertebeyi beyân eder. Zîrâ makhûr (kahredilmiş) olmayınca kahhâriyyet zâhir olmaz. Ve makhûrun vücûdu(varlık) ise nisbî ve itibârîdir. Ve bu mertebede ‘vahdet’ Vâhid’in niteliğidir, ‘zât’ı değildir. Üçüncüsü: ‘Fiillerin ahadiyyeti, etkiler ve etkilenmeler ahadiyyetidir. Ve bu mertebede yüce Zât fiillerin tümünün masdarıdır (sudûr/çıkma yeri); ve münfaillerin (fiili kabul edenler) hepsinde etkindir. Ve bu ahadiyyet ‘rubûbî ahadiyyet’dir. İşte Hûd (a.s.) ın hikmeti bu rubûbî ahadiyyet’e dayanmaktadır. Şeyh-i Ekber (r.a.) bundan önceki Yûsufî Fassı’nın sonunda ‘zatî ahadiyyet’ ile ilâhî esmâî ahadiyyet’i zikr etmiş olduğundan, şimdi de rubûbiyyet ahadiyyetini içeren Hûdiyye hikmetini beyân buyurur:
Şiir: Allah’a mahsûs doğru yol vardır ki, genelde görünürdür, gizli değildir.
Yani Allah’a mahsûs olan doğru yol, genel olarak kâinatla ilgili hakikatlerde ve ilâhî isimlerde âşikârdır; gizli bir şey değildir. Bilinsin ki, sırât-ı müstakîm vahdet (birlik) yoludur; ve Allah Teâlâ Vâhid (Bir) olduğundan, bu vahdet yolu, Hakk’a çıkan yolların en yakınıdır. Şöyle ki, her bir ‘isim’ için bir ‘kul’ vardır; ve o isim, o kulun Rabb-i hâssıdır (özel Rabbi). Ve o kul da, o ‘ism’in kulu olmakla birlikte onun mazharıdır (zuhur yeri). Dolayısıyla kul görünürdür, cisimdir; Rab ise bâtındır (gizli), rûhdur. Böyle olunca, mahlûkâtın nefesleri sayısınca Hakk’a yol vardır. Ve her bir mahlûk tâbi olduğu özel ismin gereği üzere hareket edip o ismin yolunda yürür. O yol da o ‘ism’in, o Rabb’in ‘doğru yolu’dur.
Meselâ mü’min Hâdî; ve kâfir Mudıll; ve zehir Dârr; ve bal Nâfi’ isimlerinin mazharlarıdır. Bunların her birisi terbiyesi altında bulundukları ismin gereğine tâbidirler. Dolayısıyla cümlesi, özel isimlerine nisbetle sırât-ı müstakîm üstünde yürürler. Fakat bu isimlerin yolları birbirine nisbetle doğru yol değildir. Meselâ Dârr isminin yolu, Nâfi’ isminin yoluna nisbeten doğru olmaz. Ve mü’min kâfiri, kâfir de mü’mini eğri yolda görür. O halde ne kadar ilâhî isimler varsa, isimlenenlerin ahadiyyeti itibariyle hepsi Allah diye isimlenene erişir. Bu sûrette tüm isimlerin yollarını toplayıcı olan doğru yol, ‘Allah’ ismiyle müsemmâ olan ulûhiyyet zâtına mahsûstur. Ve yolların hepsini toplayıcı olan tevhîd yolu üzere, ancak ulûhiyyet mazharı olana, Muhammedî mazhar sülûk eder (yol tutar). Ve nebîlerin tümü, velîlerin kâmilleri o yol üzeredir. Ve diğer muhtelif yollar, bu yoldan ayrılan ve dallanan yollardır.
Büyükte ve küçükte ve işleri bilende bilmeyende Allah’ın ‘ayn’ı (hakikati) zâhirdir (görünür). Ve her bir zerre ancak O’nun zâtıyle mevcûddur; ve Hakk’ın zâtı onların her birerlerinde birer ism ile mütecellîdir; ve o isimler o mazharların ruhları ve idare edenleridir; ve bu mazharlar da o isimlerin sûretleridir. Dolayısıyla her bir zerre, tâbi olduğu ismin doğru yolu üzerinde yürür. Bunun için Allah’ın rahmeti, hakîr ve azîmden her şeye yayıldı. ”