Ağustos 2021 Posts

Yeni Dünya düzeninin yakıcı yan etkilerinin zuhuruna rağmen kayıtsızlık durumuna dikkat çeken bir yazı: “Bindik bir alâmete” başlıklı Gökhan Özcan’ın yazısı üzerine

 

Çok açık, net bir şekilde duyuru ve uyarı anlamında bir yazı bu. Bazı cümlelerini alıntılayarak bu önemli yazıya dikkat çekmeliyim.

“Birilerinin daha iyi kazanmak için kurdukları ve bizleri daha iyi yaşayacağımıza inandırdıkları yeni dünya düzeninin yakıcı yan etkileri yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Hemen herkes olan bitenin vehametini görmekle birlikte, gelinen bu afallatıcı noktanın bu saatten sonra artık ‘geri dönülemez’ bir yer olduğuna inanıyor. (…) Yine de istikametin doğru, yapılanların yanlış olduğunu düşünmekte ısrar edenler var. (…) Belli ki, yaşamakta olduğumuz ve fazlasıyla alıştığımız şeylerin en azından bir kısmından vazgeçmemiz gerekiyor. Ancak (…) alışmış zihinler için, modern yönelişlerden bir kalemde vazgeçmeye yanaşan da pek yok. (…)

Burada ilginç nokta zihniyet olarak kendini kadim inanışlara, sağlam geleneklere bağlı hissedenlerin, buna karşıt olarak oluşturulmuş modern seçenekleri bu kadar içselleştirmiş olması ve vazgeçmek noktasındaki inanılması güç isteksizlikleri… (…) Bu devirde insanlar bir şeye inanıp, bir başka şeyi yaşamak imtihanından geçiyor. Bu çelişkinin içinde yarı şizofrenik bir halde yaşamak hepimizi zorluyor. İnandığımız dünya ile yaşadığımız dünya arasında tam bir zıtlık var. Yaşama pratiklerimizi sahiplenişimize bakılırsa, inandığımız değerleri yaşama fikrinden çoktan vazgeçmiş sayabiliriz kendimizi. Ama bu adını koymadığımız, yanaşmadığımız bir şey! (…)

Bu kadar tahripkâr bir yaşama düzenine geçtiğimize göre hayatın tabiatına aykırı bir yol tutturmuşuz demektir. (…) Bu değerler dünyamızın feshi anlamına gelir.

Bu mesele bugün karşılaştığımız en hayatî meseledir; üstünde çok kafa yormalıyız ve buradan geri dönüşün bir yolunu, yollarını arayıp bulmalıyız. (…)”

“Babamın hatıralarını, -sadece babamın değil, bütün hocaların, hatta her meslek ve meşrepten bütün insanlarımızın hatıralarını- bunun için önemseyip yıllar içinde derledim.”

 

Prof. Dr. İsmail Kara ile Karabatak dergisi için yapılmış bir röportajdan (Röportaj: Rahşan Tekşen, fotoğraflar: İsmail Kara Arşivi) bazı alıntılar bu yazıyı oluşturacak. Yaptığım ilk alıntılama da başlığı teşkil ediyor.

“Merhum Kutuz Hoca hem babanız hem de hocanız. Henüz 10-12 yaşlarınızda iken hafızlığınızı onun rahle-i tedrisinde tamamladınız. Babanızla çalışma disiplininiz nasıldı? Onun hoca-baba rollerinden, kişiliğinden, ahlâkından neler devşirdiniz? ” sorusuna İsmail Kara’nın verdiği cevaptan birkaç cümle:

“İnsan o yaşlarda şuurlu bir etkilenme yaşamaz, daha doğrusu etkilenmenin farkında olmaz muhtemelen ama olan da o yaşlarda oluyor. Onun için babamın hayatımda -daha sonra derinliğine fark edeceğim- ciddî etkileri var. Bu yaşa geldim, hâlâ bana hocalık ve yoldaşlık yapıyor desem mübalağa olmaz. (…)

Babam sıhhati çok müsait olmamasına rağmen kendisini mesleğine, okumaya, okutmaya, insanlara yardımcı olmaya adamış biriydi. Köyün büyük camisinin imamı olarak aynı zamanda sözü dinlenir, itibarlı, güvenilir bir insandı. (…) Dindarlığı mahviyetkârdı: sessiz, içten ve derin… (…) makam ve para heveslerinden, öne geçme ve görünme arzularından uzak durdu. (…) Sonra her şeyi konuşup müzakere eden meslekdaşlar olduk.

(…) Sorumlu başkası değil kendisiydi. (…) yine çocuk yaşta Nurettin Topçu hocayı tanıyınca ve giderek eserlerini anlamaya başlayınca ahlâk ve mesuliyet konusunda iç-dış meselesini sanki biraz daha farkettim diyeceğim. (…) Yanımdaki yakınımdaki insanların, hocalarımın, arkadaşlarımın dudak bükerek geçtiği, bilmeden atladığı şeylere yahut eski tabirle kaziye-i muhkeme gibi tekrarladıkları hükümlere, Türkiye ve İslâm dünyası değerlendirmelerine tekrar bakmayı denedim.

(…) En yakın arkadaşlarımdan bile niçin sürüye, aktüel gidişe katılmadığım istkametinde tenkitler aldığım oldu; mesafeler, uzaklaşmalar gördüm. Bunlardan çok etkilenmedim diyeceğim. (…)”

“Sonra O’na döndürüleceksiniz.”

 

İsmail Kılıçarslan’ın bugünkü yazısının (Yeni Şafak, 8 Ağustos 2021) başlığı Kur’anda sıkça geçen bir âyetin meâli. Annesinin ölümünün haftasında kaleme aldığı düşündürücü ve etkileyici bir yazı. O yazıdan yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“(…) 1956’da, şimdi ‘eski’ hatta ‘çok eski’ diye isimlendirebileceğimiz bir dünyanın çocuğu olarak doğdu ve anlamadığı, anlamlandıramadığı, bir türlü akıl erdiremediği bir dünyanın insanı olarak teslim etti emanetini.

Taziyeye gelen dostlarla konuştuğu ve (bu yazısını okuyacak olanlara da) anlatmak istediği bir meselesi var bu vesileyle yazarın: “Annemin vefat haberini aldığımdan bu yana onun benden en son ne zaman kendisi için bir şey istediğini hatırlamaya çalışıyorum. Zihnimi o kadar zorladım ki bu bu sorunun cevabını bulabilmek için. (…) Ve hayır, bulamadım.

Öyle (…) gibi görece büyük isteklerden söz etmiyorum. Onları asla istemediğini, istemeyeceğini zaten adım gibi biliyorum. Ben daha basit isteklerden söz ediyorum. (…) Ve inanın, annemin benden kendisi için istediği bir şeyi zihnimi çatlatsam da bulamıyorum.

Dostlarla bu meseleyi konuşurken ortaya çıkan şey şu oldu: O eski, çok eski dünyanın kanaatkâr, azla yetinmeyi bilen, dünyaya zerrece prim vermeyen ve dünyanın kendisinden bir şey alamadığı kadınlarının ortak özelliği ‘yaşamayı değil yaşatmayı seviyor olmaları.’

(…) Şurada bir dul, burada bir yaşlı, öte yanda zor durumda bir aile, beride bir mülteci… (…) ; dertlerini sadece anneme ve anneme benzeyen insanlara anlatabilen o insanlar için o boşluk. Çünkü annem ve anneme benzeyen kadınların geride bıraktığı boşluğu tamamlayabilen, tamamlayabilecek insanlar değiliz biz.

Zira biz jeton nesliyiz. (…) Biz yardım çağrılarına havaleyle, SMS atarak katılan, vicdanımızın ‘iyilik’ çağrısını bu yolla halleden insanlarız.

(…)

Benzerini kaç kez dinledim annemden hatırlamıyorum. ‘Şurada bir gelin var, kocası biraz hayırsız. Ben gelinle konuştum, baban da kocasıyla konuştu. Düzeldiler bakalım. İnşallah böyle devam ederler.’

(…)

“Annemden bana işte bu dertler ve bir vird tespihi kaldı yadigâr. Yaşamayı değil yaşatmayı seven annem, özlediği âhiret yurduna gülümseyerek gitti.

O gülümsemeyi bildim ben. (…) Ardında güzel şahitlikler dışında hiçbir şey bırakmayan birinin gülümsemesi.

Annemle, annemin kuşağıyla birlikte o gülümseme de çıkacak hayatımızdan korkarım. (…)

Bu vesile anacığıma ve cümle büyüklerimize rahmet olsun. (…)”

“Her isim kendi doğru yolu üzerindedir; ve o ismin terbiyesi altında olan kimse de onun doğru yolu üzerinde yürür; şu halde böyle doğru yol üzerinde davetten ne fayda hâsıl olur?

 

Muhyiddin İbn Arabî’nin Fusûsu’l Hikem adlı eserinin Tercüme ve Şerhinin (Ahmed Avni Konuk) Prof.Dr. Mustafa Tahralı ve (merhûm) Dr. Selçuk Eraydın tarafından yayına hazırlanarak yayınlanmış ciltlerinden II. sinden kısa bir bölümü (s.271) biraz daha kolay anlaşılır şekilde aktaracağım. Yazının başlığı bu alıntının ilk bölümünü teşkil eden bir soru ile son bulmaktadır. Yazının devamı bu soruya cevap ve onunla ilgili açıklamadan ibârettir.

Davet Mudıll isminden Hâdî ismine; Câbir isminden Adl ismine; muhtelif yollardan ‘Bizi doğru yola ilet’ (Fâtiha,1/5) âyet-i kerîmesinde beyân buyurulan ve tüm yolları toplayıcı bulunan doğru yola, yani ‘zâtî tevhîd’ ve Muhammedî zuhur yolunadır. Daha açıkçası noksan yoldan kemâl yoluna davet olunur.

O halde her yürüyen Rabb’in doğru yolu üzerinde yürür. Dolayısıyla bu yönden onlar kendilerine gazablanılmış ve dalâlette olanlar değildir.

Çünkü itaat eden olsun, âsî olsun mazharı (zuhur yeri) oldukları isimler, bunları, kendilerine mahsus olan yolda terbiye eder. Dolayısıyla mutî ve âsî özel Rableri olan isimlerin gerektirmesi üzerine yürür. Oysa tabiat gerektirmesi üzere yürüyen kimseye gazab olunmak tasavvur edilmez. Yani tâbi, tâbi olunanın hükmü altında yürürse tâbi olunan ona gazab etmez. Şu halde her bir isim kendi zuhur yerinden ve onun terbiyesi altında olan şeyden razıdır; ona gazab etmez. Fakat hükümde özel Rabbine muhalif olan diğer özel Rabbe göre o mazhar (zuhur yeri), ‘kendilerine gazablanılmış ve dalâlette olanlar’ zümresindendir.

Meselâ Hâdî isminin hükmü hidâyet; Mudıll isminin hükmü de dalâlettir. Hâdî ismi kendisinin kulu olan mü’minden razı olduğu gibi, Mudıll ismi de kâfir kulundan râzıdır. Fakat Hâdî ismine nisbeten kâfir ‘kendilerine gazablanılmış ve dalâlette olanlar’ zümresine dâhildir. Ve bunun gibi Mudıll ismi kendisinin doğru yolu dışında bulunan mü’min kula gazab eder ve onu dalâlette görür; zira bu iki isim hükümde birbirine muhaliftir. Dolayısıyla tüm mazharlar bir yönden ‘kendilerine gazablanılmış ve dalâlette olanlar’ zümresine dâhildir ve bir yönden de değildir.”

” ‘İnsân-ı kâmil’ ile ‘insân-ı hayvan’ arasındaki fark sûrete âit mertebelerle değil ancak manevî mertebelerle ilgilidir.”

 

Muhyiddin İbn Arabî‘nin (m.1165-1240) Fusûsu’l-Hikem adlı eserinin Ahmed Avni Konuk tarafından yapılmış tercüme ve şerhi Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve merhum Dr. Selçuk Eraydın tarafından günümüz Türkçesiyle yayına hazırlanmıştır (Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1983). Bunlardan Yedinci Baskısı 2017’de yapılmış olan İkinci Ciltten, başlığı teşkil eden bir alıntı (s.99) bağlamında yapacağım bazı alıntılamalardan ibâret olacak bu yazı.

“(…) Ve mâdem ki a’lâlık uyum ve teslimdedir; o halde cemâddan(cansız, yaşama ve büyüme kabiliyeti olmayan yaratıklar) a’lâ bir mahlûk yoktur. Zîrâ cemâd devamlı olarak zâtî yaratılışının marifeti üzerinedir; aslî tabiatından sapmaz. İlmen, gerçekten ve mertebe yönünden teslîmiyet ve inkıyâd (uyma, boyun eğme, itaat etme) üzeredir; ve ilâhî irâdenin tasarrufu altındadır. (s. 98)

Ondan sonra nebâtât (bitkiler) gelir. Zîrâ bitkilerde cemâddan fazla olarak nümüvv (yetişme, büyüme, gelişme) vardır. Her ne kadar bu özellik onun fıtratı gereğinden ise de, o tabiî, fıtrî hareket, örfen ona izâfe olunur. Dolayısıyla o tabiî hareket bir tür tabiî tasarruf olur ki, bu, cemâdâtta yoktur. Böylece nebât marifette cemâddan daha aşağıdır. Ve nebât cinsi genel olarak büyüme itibariyle marifette bir miktar yukarıda olmakla berâber, herbir tür şeref ve aşağılıkta, fayda ve zararda belirli bir miktar ve ölçü üzeredir. (aynı s.)

Yani his sâhibi olan hayvânat, vahşî olanlar ve kuşlar mertebede bitkilerden sonra gelir. Her ne kadar aklen değil ise de yaratılış olarak ve hissen hareket ederler. Ve Hak emri ile öyle amel eylerler. Onun için nebât cemâddan ve his sâhibi olan hayvan da nebattan daha aşağıdır. Ve bunların hepsi, yani cemâdât, nebâtât ve hayvânât kendilerini halk eden (yaratan) Rab’lerini, tabiî, fıtrî marifet ile âriftir (bilirler, tanırlar). Ve bunun böyle olduğu fikren ve tahyîlen(akla, hayâle getirerek) değil, keşfen yani zevk yoluyla, şuhûden (müşahede ile) ve açık delîl ile sâbittir. (aynı s.)

O halde varlıkların hepsinin hayat sahibi olduğu hakkındaki naklî delîl Hak Teâlâ hazretlerinin Ra’d, 13/15, Cum’a, 62/1 ve İsrâ, 17/44 âyet-i kerîmeleridir. Zîrâ gökler ve yerdeki varlıkların hepsinin secde ve tesbîh edebilmeleri için hayat sâhibi olmaları lâzımdır. (aynı s.) Ve keşf ehline göre de varlıkların hepsi hayat sâhibidir; onlar bunu müşahede ederler. Ve aklî delil de budur ki, Varlık birdir, o da Hakk’ın varlığıdır. Eşyânın (şeylerin) varlığı ise Hakk’ın varlığına ait olan bir itibarî / izâfî varlıktır.(…) (s.99)”