Eylül 2021 Posts

M.İbn Arabî’nin el-Fütûhat’ında tasavvuf ve hikmet irtibatına dâir sözleri

 

” Tasavvuf ahlâktan ibarettir. Tasavvuf ahlâkıyla bezenmiş kimsenin hakîm (hikmet sâhibi) olması şarttır, olmazsa onun tasavvuftan nasibi yok demektir. Çünkü tasavvuf hikmettir, hikmet ise nebevî (Peygambere âit) ilimdir. Bu tespitlerden sonra meseleyi muallakta bırakmayarak kendine göre doğru hikmetin yerini de şöyle belirler: ‘İşleri ve hükümleri gerçek vaz’ olundukları (konuldukları) yere, sebepleri de gerçek mekânlarına yerleştiren ve yerlerinden oynatılması gerekenleri de yerlerinden çıkaran gerçek hukemâ (hakîmler), melâmetiyyedir ki bunlar Allah yolunun yolcularının (ehlu tarîkillah) seyyidleri ve imamlarıdır, önderleridir. Âlemin Seyyidi de (Âlemin Efendisi) onlardandır ve onlarladır, -ki o da Allah’ın Resûlü Hz. Muhammed’dir(sav)’ ve ‘ …işte bu hikmettir ve ehlullah yani resûller ve velîler de gerçek Hakîm’ lerdir. (el-Fütûhât, II/16,523) “(İbn Arabî Düşüncesine Giriş Şeyh-i Ekber, Mahmud Erol Kılıç, Sufi Yay., s. 131-132)

“Kapitalizm ahlâken güvenilmeyecek insanların bir hâkimiyetidir.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde “Yazdıklarımın Soluklanma Vakti” üst-başlığı altında çıkan “Bir Milletin Başka Bir Millete Ettiği (I)” başlıklı ve 3 Safer 1443 (10 Eylül 2021) tarihli yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=87&KatId=5) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalardan (bunlardan biri de başlığı oluşturuyor) ibâret olacak bu yazı. Bu önemli ve seçkin yazının tamamının okunmasına bir mütevazı teşviki olabilir ümidiyle.

” (…) İnsanın insanı yetiştirme tabirinin yerine oturmadığını ve insanın yetiştirdiği şeyin nebat ve/veya hayvan türü bir şey olması gerektiğini yıllardan beri söylerim. Biz insanlara olduğumuz şekli tercihlerimiz verir.
Dünya hayatına daldıktan sonra sebebine vakıf olamadığımız seçmeler güder bizi. (…) Buraya kadar ne yazdıysam hepsini iyi anladınız mı? Buna pek ihtimal vermiyorum. İnsanın insanla kaynaşmasına değil, insanın insandan farkına parmak basarak bu yazıya başladım. (…) Erliği ve dişiliği uzlaştırmak ne mümkündür, ne de gerekli. İslâm dışındaki bütün kültürlerin böyle bir uzlaşmadan medet umduklarını hatırdan çıkarmamak lâzım. (…)

Fusûsu’l-Hikem’den ‘kazâ’ ve ‘kader’e dâir bilgi

 

“Bil ki, ‘kazâ’ Allah’ın eşyâda (şeylerde) hükmüdür. Ve Allâh’ın eşyâda hükmü, Allâh’ın eşyâya ve eşyâda olan ilminin haddi (tarifi/sınırı) üzeredir. Ve Allah’ın eşyâda olan ilmi de, ma’lûmât (bilinenler) nefislerinde ne hâl üzere sâbit idiyseler, o ma’lûmâtın Hakk’a i’tâ ettikleri (verdikleri) şeyin haddi üzeredir.

Yani Hak ahadiyyet zâtında mündemic (içkin) olan bütün ilâhî sıfatları ve isimlerinin kuvveden (potansiyel hâlinden) fiile zuhûrunu (görünür olmasını) murâd eyledikde, rahmânî nefesle, o esmânın (isimlerin) zuhur yerlerinin sûretleri ilâhî ilimde peydâ ve herbirerleri ilmen müteayyin (belirlenmiş) olup, birbirinden mümtâz (seçkin) oldular. Ve ilahî isimlerden her birinin kabiliyeti ve özelliği ne ise, o sûretlerin her biri de tâbi olduğu ismin kabiliyet ve özelliğine sâhip oldu. Ve o eşyâ, saâdet ve bedbahtlıktan, îman ve küfürden, ikbâl (tâlihlilik) ve tâlihsizlikten, kemâl ve noksandan ve diğer hâller ve gerekli şeylerden ilahî ilimde ne sûret üzerine belirlenmiş oldular ve Hak onları ne sûret üzerine bildi ise, onlar hakkında o sûretle hükm eyledi. Demek ki Hakk’ın bilinen şeyler üzerindeki hükmü, o şeyler zâtî istidâdlarıyla Hakk’a ne vermiş iseler, o verdikleri ilmin sınırı üzeredir. İşte ‘kazâ’ budur; ve bu hükümde tevkît (vaktini belirtme) yoktur. Zîrâ bu hüküm, Hakk’ın zâtının ‘ayn’ı (hakikati) olan ilâhî ilimde nefisleriyle yok olan şeyler üzerinedir. O mertebede ise zaman ve mekân yoktur.

Ve ‘kader’, şeylerin ‘ayn’ında (hakikatinde) ve nefsinde sâbit olduğu şey üzerine, hükmün fazlalık olmaksızın vaktini belli etmedir.

“Hep şaşırttı beni İsmet Özel’in şiiri. Hiç yanıltmadı. Bir Yusuf Masalı da öyle.” (İlhan Berk)

 

İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde okuduğum “Bir Antoloji Dolayısıyla Notlar” başlıklı, 14 Rebiül evvel 1442 (27 Ekim 2020) tarihli Gökhan Göbel’in yazısının (http://istiklalmarsidernegi.org.tr/IcerikDetay?Id=8&IcerikId=1643&PageId=1) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalardan (bunlardan biri de başlığı oluşturuyor) ibaret olacak bu yazı.

“Hıristiyan takvimine göre 2000-2001 yıllarında Yapı Kredi Yayınları ‘Yüzyılın Türk Şiiri’ adlı üç ciltlik bir antoloji yayınladı. Antolojiyi Mehmet H. Doğan hazırlamış. O sırada YKY’nin editörü ise Enis Batur idi. Kitap yayınevi tarafından ‘Türk Şiirinin yaşayan en önemli eleştirmeninden vazgeçilmez bir başvuru kaynağı’ sloganıyla sunulmuş. Memet Fuat’ın henüz yaşıyor olması slogana itiraz seslerinin yükselmesine sebep olmuş. Bundan da öte asıl yaygara Mehmet H. Doğan’ın şair-şiir tercihleri sebebiyle olmuş. Bu konuda fikrine başvurulanlardan biri de İsmet Özel. Onun söyledikleri şiirle, Türk şiirinin temsil ettikleriyle alakasız bütün bu tartışmaları çöpe atıyor. Şöyle demiş İsmet Özel:


Ben Mehmet H. Doğan adını ilk defa 60’lı yıllarda sosyalist gerçekçilik adına Türk modern şiirine çok düzeysiz bir şekilde saldıran yazılarıyla tanıdım. Bu antolojide bir problem varsa, bu problemi bizzat Mehmet H. Doğan’ın biyografisinde aramak lazım. Ama bu mesele Doğan’ın dini ve ideolojik tercihleri, mensup olduğu toplumsal katman ve bunlarla olan sorunları şeklinde ele alınmalı.


Söz konusu olan bir şeylerin doğru ya da yanlış olması değil. Önemli olan düşünceye ve sanata ilişkin sorunların hangi ölçütlerle ele alınabileceği, bu ölçütlere ulaşılıp ulaşılamadığı… Ben bu antolojinin sözünü ettiğim ölçütlere ulaşamadığı kanaatindeyim. Mehmet H. Doğan’ı ciddiye almam. Ama sonuç olarak böyle bir antoloji yayımlanıyor. Yani bunu yayımlayacak bir yayınevi var. Bu yayınevi de kalitesini bu antolojiyle bir şekilde dışa vurmuş oluyor.’

(…) Yani Kırk toplumcuları diyelim. Kırk toplumcuları devamı olduklarını iddia ettikleri Nazım Hikmet şiirinin gerisinde, modern Türk şiirinin seyrettiği hattın uzağında idiler.  (…)

‘Mutasavvıfların kelamcılardan farkı, konuyla ilgili ayet ve hadislerin muhkem bir metafizik yorumunu yapmış olmalarıdır.’

 

Prof. Dr. Ömer Türker ‘in CİNS adlı aylık derginin Eylül 2021/ 72. sayısında “Kelâm Geleneğinin Başlangıç Hikâyesi” başlıklı yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalardan (bunlardan birisi de başlığı teşkil ediyor) oluşacak bu yazı. Niyetim ve amacım bu değerli yazıdan iyi yazı okuma tutkusu olanları haberdar etmektir.

“Kelâmcılar genel olarak nesnelerin sonradan meydana gelişinden hareketle bir yaratıcıya ihtiyaç duyduğu kanaatini temellendirmeyi ve bütün mevcutların bu yaratıcıyla varlık bakımından ilişkisini kurmayı amaçlamıştır. (…) Sonradan olan bir mevcudun varlığına karar verebilmek için bu fâilin bilen, tercih eden ve güç yetiren bir fâil olması gerekir.

Kelamcılar nesneleri her biri sonradan meydana gelen müstakil bütünlükler olarak düşündüler, nesnelerin özelliklerini ise bizzat nesnelerden hareketle açıklamaya elverişli görmediler. Bu sebeple de Meşşâî filozofların varlık ve bilgi açıklaması için ısrarla zorunlu olduğunu dile getirdiği illiyet ilkesini reddettiler. Fakat bu, kelamda ‘neden’ fikrinin tamamen devre dışı bırakıldığı anlamına gelmemektedir. (…)

‘Akıl ve irade sahibi bir varlık olarak insanın, âlemin yaratıcısı tarafından teklife muhatap olduğu’ bilgisinin temellendirilmesi bağlamında kelâm ilminin amacı, esas itibarıyla Tanrı-insan ilişkisini temellendirerek dinî nasların gerekleriyle uyumlu şekilde insanın bu âlemdeki yeri ve anlamını belirlemektir.

(…)