Ekim 2021 Posts

İsmail Kara’nın “Atina’da Cami İnşası Nasıl ‘Millî-Dinî’ Bir Mesele Oluyor?” başlıklı yazısından birkaç alıntı

 

‘Derin Tarih’ dergisinin Ekim 2021 sayısında İsmail Kara‘nın başlıkta belirttiğim başlıklı bir yazısı çıktı. Bu yazının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalardan ibâret bir yazı olacak bu.

“Arzu ederseniz aşağıdaki haberi okuyarak dersimize başlayalım; 2003 yılı ortalarındayız, Atina’dan Yorgo Kirbaki bildiriyor : “Yunan Kilisesi’nin aşırı milliyetçilik ve ırkçılıkta kusur etmeyen lideri Atina başpiskoposu Hristodulos, 27 Ağustosta (2003) Dışişleri Bakanı Papandreu’ya gönderdiği mektupta, havaalanının yakınındaki Peania kasabası dışında (merkezde değil, muhabirin ifadesiyle ‘Allah’ın bir dağında’ ) bir cami inşa edilmesine itirazı bulunmadığını, ancak aynı bölgede İslâm Kültür Araştırmaları Merkezi kurulmasına şiddetle karşı olduğunu belirtti.’

Kur’ân-ı Kerîm’den Türkçe mânâlarıyla bazı âyetler

 

Merhûm Balıkesir’li Hasan Basri Çantay‘ın (m. 1887-1964) Kur’ân-ı Hakîm Ve Meâl-i Kerîm adlı, Naşiri Mürşid Çantay diye belirtilen, merhûmun imzası bulunan, üç cild olarak Yedinci Baskısı 1972’de İstanbul’da Ahmed Said Matbaası’nda basılan, Prof. Kâmil Mîras’ın Takrîz’iyle ( takdir ve takdim yazısı) yayınlanan eserden (hemen hemen yarım asır önce!) alıntılayacağım bazı âyetlerin Türkçe mânâları bu yazıyı oluşturacak.

Bismillâhirrahmânnirrahîm

“Hamd olsun Âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahîm, Din gününün (tek) sâhibi ve mutasarrıfı Allaha. Yalnız sana ibâdet (kulluk) ederiz, yalnız senden yardım isteriz. Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine, sapıklarınkine değil.” (El-Fâtiha sûresi, 1/1-7)

Şu muhakkak küfr edenleri (iman etmeyen, inkâr eden kâfirleri) inzâr etsen de onlarca bir, kendilerini inzâr etmesen de. İnanmazlar.” (El-Bakare, 2/6)

” (Asıl) Allah onlarla istihzâ eder ve taşkınlıkları, azgınlıkları içinde serserî dolaşmalarına mühlet verir.” (a.g.s., 2/15)

Hem hatırlayın o demleri ki sizin sebebinize denizi yarıp da hepinizi kurtarmış, Fir’avun hânedânını ise, kendiniz de gözlerinizle bakıp dururken, (suda) boğmuştuk.” (a.g.s., 2/50)

Sonra ölümünüzün arkasından sizi yine diriltmişdik. Gerekdi ki şükredesiniz.” (a.g.s., 2/56)

“İnsân-ı Kâmil” adlı eserden sözler

 

Müellifi Abdülkerîm el-Cîlî (h. 767-826 veya 832), mütercimi Abdülaziz Mecdi Tolun (m.1865-1941), yayına hazırlayanları merhum Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın (1937-1995), Ekrem Demirli, Abdullah Kartal olan ve İz Yayıncılık‘tan 4. baskısı 2015’de çıkmış bulunan eserden (tam adı: el-İnsânü’l-Kâmil fî-Marifeti’l-Evahir ve’l-Evail / kabaca tercümesi: sonların ve ilklerin bilinmesinde İnsân-ı Kâmil ) düşündürücü ve etkileyici bulduğum sözlerden bazılarını aktarmamdan oluşacak bu yazı.

“Hakk’ın varlığının ilk tenezzül (inme) ve taayyün (belirme) mertebesi, zâtından zâtına olan ve taayyün-i evvel / ilk taayyün mertebesi olarak isimlendirilenidir. Bu mertebe aynı zamanda Hakikat-i Muhamediyye / Muhammedî Hakikat mertebesidir ve ilâhî Zâtta mündemic (içkin) olan kabiliyetler ve sıfatlar birbirinden ayırd edilmeksizin, öz olarak bu mertebeye ilişkindir. Bu eserin isminin işaret ettiği mertebe de budur.” (s.13)

“Varlık meselesinde en önemli kavramlardan birisi ‘uluhiyet’tir. Cîlî’ye göre ‘ulûhiyet’, vücûdî (varlıkla ilgili) hakikatlerin toplamından ibârettir; diğer bir ifadeyle bütün ilâhî ve kevnî (varlıkla/oluşla ilgili) aşamaları içine alan bir hakikattir ve her hak sahibine varlıktan hakkını verir; ayrıca uluhiyet, zâtın en büyük mazharıdır ( zuhur yeri).” (s. 16)

” ‘La ilahe’ diyerek bir şeyi olumsuzlayan, olumsuzladığının varlığını ‘illallah’ diyerek olumlar.”

 

Muhyiddin İbn Arabî ‘nin (m.1165-1240) ünlü eserlerinden biri olan Fütûhât-ı Mekkiyye günümüz Türkçesine Prof. Dr. Ekrem Demirli tarafından 18 cilt olarak çevrilmiş ve Litera Yayıncılık‘tan 2012 yılında yayınlanmış bulunmaktadır.

Bu eserin 18. cildinden Beş Yüz Altmışıncı Bölüm‘ü oluşturan ve Tavsiye başlıklı alt-bölümlerden bu yazının başlığının yansıttığı konuda olandan (s.187-188-(kısmen189) yer yer yapacağım alıntılamalardan (ilk alıntı da başlığı teşkil ediyor -s. 189- ) ibâret olacak bu yazı.

“Müslüman olmanı sağlayan cümleyi ısrarla söylemelisin. O cümle ‘Allah’tan başka ilah yoktur (La-ilahe illallah) cümlesidir. Bu zikir, içermiş olduğu ilave bilgiyle birlikte en faziletli zikirdir. Hz. Peygamber Ben ve benden önceki peygamberlerin söylediği en faziletli cümle, ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ ifadesidir demiştir. Bu ifade olumsuzlama ve olumlamayı birlikte içerir ki, taksim zaten bu ikisiyle sınırlıdır. (…)

“Levh-i Mahfuz hakkındadır”

 

Müellifi Abdülkerîm el-Cîlî (h. 767-826), mütercimi Abdülaziz Mecdi Tolun (m. 1865-1941) , yayına hazırlayanları merhum Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın (m. 1937-1995), Ekrem Demirli, Abdullah Kartal ve Yayınevi İz Yayıncılık olan İnsân-ı Kâmil adlı eserin, bu yazının da başlığı olarak alıntıladığım Kırksekizinci Bâb’ın başlığı altındaki bölümün birkaç yerinden (s.267-271 arası) yapacağım alıntılamalardan oluşacak bu yazı.

Bir nazmın tercümesinden: “Bir nefis ki, bizzât âlemin ilmini muhtevîdir. Ey Âdem oğlu! İşte o bizim levh-i mahfuzumuzdur. (…) Eşyânın (şeylerin) kâffesi o nefsin indinde (katında) zâhir olur ve âlemin gizli olan şeyleri âşikâr olarak onda görülür.”

“Ma’lûmun olsun ve Cenâb-ı Hak seni hakîkate hidâyet buyursun! Levh-i mahfûz, halkî meşhedde (yaratılışla ilgili şehid olunan veya şehid olarak gömülünen yer) tecellî eden hakkî ilâhî nûrdan ibarettir. Mevcudât (var olanlar) o levh-i mahfuzda aslî intibâ (izlenim) ile muntâbi’dir (izlenmiş). Levh-i mahfûz heyûlanın (madde/şeylerin hakiki kısmı) aslıdır. Çünkü heyûlanın gerektirdiği her sûret levh-i mahfuzda izlenmiştir. (…) Kalem-i a’lâ levh-i mahfuzda o sûretin icâdıyla geçerli olmuş ve heyûla da onu gerektirmiştir. Bu gerekten ötürü o sûreti icâd zaruret haline gelmiştir. Risalet-meab (Risâletin barındığı) Efendimizin hadîsi: “Allah dünyadan bir şeyi kaldırınca, mislini onun yerine koymak kendi üzerine vaciptir.” Gerek bu hadis, gerek ilâhiyyûn’un (Allah’a inanan filozoflar) sözündeki ‘vücûb-alellâh’ sözü mecâz kabilindendir. Yoksa, hakikatte “Allah üzerine vacip” demek değildir. Cenâb-ı Hak, kendi üstüne bir şeyin vacip olmasından uluvv-i kebîr (büyük yücelik) ile aşkındır. (…) Levh-i mahfûzdaki takdir, belirli zamanda özel heyet ile belirli sûrette halkı (yaratılışı) ibrâz (gösterme) ile hükm demektir. Bunun görünme yerinden de ‘kalem-i a’lâ’ (yüce kalem) ta’bir olunmuştur. Bizim ıstılâhımızda (terminoloji) o ‘ilk akıl’ demektir. (…) Bu iktizânın (gerek) beyânına ait olan yer de levh-i mahfuzdur. O levh-i mahfûz da ‘küllî (tümel) nefs’ ile ta’bir olunmuştur. Bir ilâhî emir ki, bu hükmün varlıkta icadını gerektirmiştir, işte o emir ilâhî sıfatların gerektirmesindendir.