Kasım 2021 Posts

İsmet Özel’in “Pergelin Yazmaz Sivri Ucu” kitabından (TİYO Yayınları Ağustos 2021, I.Baskı) alıntılar

 

“Kim olursak olalım hayatta kalabilmek için bir şeyleri sabitleyerek yaşarız. Tumturaklı insan sabiteleri dışardan fark edilmiş insan demektir.” (s.71)

“Başarısız şair demek şiirde neler olup bittiğini anlamadığı halde şiirde ısrar eden demektir.” (s.89)

“Batı insanlık tarihinin en kara bir lekesidir.” (s.100)

“Şiirle keşf edilmiş yerlere taşınmadığımız takdirde Türklük yaşayan bir gerçeklik olmaktan tecrit edilip bir ansiklopedi maddesi haline gelmekten öteye geçemeyecek.” (s.100)

“Edebiyat şahsa, bir şahsın kendini bilmesine mahsus bir çağrı olduğu için bir okura bir kalem sahibini zorla sevdiremezsiniz. Bu sebeple edebiyatın en büyük düşmanı edebiyat dersleridir.” (s.108)

“Bilelim ki çevrecilik ABD hâkim sınıfının tutunduğu bir can simididir. (s.109)

“Yerküre üzerinde bir cemaat var ki kıyametin koptuğunu gözüyle görse bile elindeki son hurma fidanını dikmekte ısrarlıdır. Allah’tan ümit kesilmeyişinin vardığı yer orasıdır.” (s.109)

Emin Işık’ın “Nurettin Topçu Çağdaş Bir Dervişin Dünyası” kitabından (Dergâh Yay. 4. Baskı 2019) alıntılar (2)

 

“Günler hızlı bir çalışma temposu içinde, dolu dolu geçiyordu. Tez çalışmasına rağmen Strasburg veya Paris’teki hiçbir önemli konferansı kaçırmıyordu.

Nihayet beklenen gün geldi. Nurettin tez savunması için jüri huzuruna çıktı. Profesörler kendisine çetin sorular yönelttiler. Hepsine yerli yerinde ve tatminkâr cevaplar verdi. Ancak Nurettin açısından hayret edilecek bir şey oldu: Jüri üyelerinden biri, Monsenyör Molla’nın dikkat çektiği noktadan, onunla ağız birliği etmişcesine ve aynı gerekçeyle doktora tezinin ismine itiraz etti: ‘Ahlâkî hareketin temelinde isyan ve direniş fikrinin değil, fakat kurallara itaat fikrinin yer aldığı kesindir. Ahlâk, bu kurallara uygun bir davranış şeklidir. Yani ahlâk toplumca benimsenmiş olan kurallara uygun davranmaktır. Tezinizin bu temel üzerine oturmuş olması gerekirdi. Oysa siz itaat ilkesini bir yana bırakmış, kötülüğe karşı direniş fikrinden yola çıkmışsınız.’ dedi. (s.68)

Nurettin içinden, ‘Keşke bu adam bir Müslüman olsaydı da ben kendisine, İslâm inancında ‘nehy-i ani’l-münker‘ ilkesinin öneminden, ‘def-i mazarratın, celb-i menfaat’ kadar, hattâ daha fazla öncelik taşıdığından söz etseydim’ dedi. Ama onlar bunu anlayacak durumda değillerdi. Nurettin, ‘Efendim, benim tezimin konusu, sadece ahlâk kuralları ve o kurallara nasıl uyulacağı meselesi değildir: Bu kurallara uymayanların, uymaya nasıl mecbur edileceği meselesidir. Çünkü toplumda ahlâk kurallarına uyanlar olduğu gibi uymayanlar da vardır. Dahası bu kuralları lüzumsuz görenler ve hiçe sayanlar da vardır. Uyanlar uymayanlara karşı nasıl bir tutum izleyecekler? Onların görevi sadece kurallara uymaktan ibaret mi kalacak? Peki kurallara uymayanları kim (ler) uymaya zorlayacak? İyilik yapmak gibi, kötülüğe engel olmak da ahlâkın meselesi değil mi? ‘ diye cevap verdi. (s.68-69)

Emin lşık’ın “Nurettin Topçu Çağdaş Bir Dervişin Dünyası” (Dergâh Yay. 2019’da 4.Baskı) kitabından alıntılar (1)

 

“(…) Üstad Massignon gerçekten de çok yönlü, çok bilgili bir insandı. (…) İslâm tasavvufunun efsanevî şahsiyeti olan Hallac-ı Mansûr’la ilgili çalışmalarını tamamlayıp dört cilt hâlinde yayınladı (1922). ‘Uğruna bir ömür verdim’ dediği eseri yayınladığı için çok seviniyordu. Üstelik kitabın basılıp yayınlanması, Hallac’ın vefatının bininci yılına denk gelmişti. Bundan dolayı da ayrıca mutluluk duyuyordu. Kitabın basımının bininci yıla denk gelmesini de yine Hallac’ın bir kerameti olarak görüyordu: ‘Bunda bizim bilmediğimiz bir sır, bir hikmet var’ diyordu. (s.35-36)

Nurettin, Massignon’a sadece zekâsı ve bilgisinden dolayı değil, aynı zamanda hür fikirli, medenî cesaret sahibi, üstün karakterli bir aydın olmasından dolayı hayranlık duyuyordu. (…)

Nurettin, Massignon’a gidip geldiği o günlerde, sohbet hocası olan M. Blondel’in ‘ L’Action‘ adlı eserini okuyordu: ‘(…) Gerçek hürriyet, hayatımızdan kendimizin sorumlu olduğumuzu bilmemizdir. (…)’ (s.37)

Bu sözler Nurettin’i çok etkilemişti. (…) Blondel’e dâhî diyen o profesör, yazılı imtihanda şöyle bir soru sordu: ‘Ölüm olayının geride kalan biz fâniler üzerinde bıraktığı intibalarla ilgili duygu ve düşüncelerinizi yazınız! ‘ Bir sonraki derste, profesör elinde bir tomar kâğıtla sınıfa girdi. ‘Yazdıklarınızı dikkatle okudum, hiçbiri beş para etmez’ diyerek söze başladı. Sonra da ‘Şu Türk’le bir de şu arkadaşınızın yazdıkları biraz bir şeye benzemiş’ dedi. Önce Nurettin’i ayağa kaldırdı, teşekkür etti; beğendiği birkaç cümlesini okudu. Ardından Peter’i ayağa kaldırdı, ona da teşekkür ettikten sonra, onun kağıdını satır satır okumaya başladı. Bütün dersi onun yazdıklarını açıklamaya harcadı… Peter liseyi rahipler okulunda okumuş, oradan aldığı diploma ile üniversitenin felsefe bölümüne girmişti. Zenci asıllı bir Fransızdı, ama Fransızlara hiç benzemezdi. Yani onlar gibi kendini beğenmiş değildi. (…)

Peter ile Nurettin kısa zamanda arkadaş oldular. Çoğu kere Blondel’e birlikte giderlerdi. Onun sohbetleri hep ahlâk felsefesi ve din psikolojisi üzerineydi. Gözlerini kaybetmiş olan bu filozof, gözle görülmeyen, elle tutulmayan fikir ve hikmetler dünyasında gezip dolaşırdı. (…) Blondel’in ne kadar önemli biri olduğunu anlatmak için Nurettin ileride Yalnızca Blondel’i okumak için bile Fransızca öğrenmeğe değer bir lisandır ‘ diyecektir. (…) (s.39)

Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-l, Şit Fassı’ndan ilimle ilgili alıntılar

 

“Kuldan olan isti’dâda (kabiliyete) sâhibinin şuuru yoktur; hâle ise şuuru vardır. Zîrâ bâisi (sebepleri yaratan, ölüleri dirilten, peygamberleri gönderen) bilir, o da hâldir. Böyle olunca isti’dâd suâlin (isteme, dua) ahfâsıdır (en gizlisi). Ve bunları, ancak Allah’ın kendileri hakkında öne geçmiş kazâsı (hükm etmesi) olduğuna ilimleri, suâlden men eder. Dolayısıyla onlar, Hak’tan gelen şeyin kabûlü için yerlerini hazırladılar ve nefislerinden, maksatlarından gâib (görünmez) oldular. Beyit (tercüme olarak): ‘Sen bendeliği (kulluğu, köleliği) dilenciler gibi, ücret şartıyla yerine getirme; zîrâ efendi, kul-severlik üslûbunu bilir.’

Allah’ın ona ilmi, onun hâllerinin tümünde, onun varlığından evvel, ‘ayn’ ının (hakikatinin) sabitliği hâlinde üzerinde sâbit olan şey olduğunu; ve Hak ancak onun hakikatinin ilimden Hakk’a aktardığı şeyi verdiğini ; ve o da sâbitliği hâlinde üzerinde sabit olduğu şeyin ne olduğunu bilen kimse onlardandır. Böyle olunca Allah’ın ilminin ona nereden hâsıl olduğunu bilir. Ve ehlullahdan bu sınıftan a’lâ ve keşfi (açılması) en yüksek bir sınıf yoktur. Çünkü bunlar kader sırrına vâkıftırlar. Zîrâ bilir ki, ezelde ilâhî ilimde sabit hakikat ne sûretle Hakk’ın ma’lûmu olmuş ise, Hak hükmünü o sûretle vermiştir. Ve onun sabit hakikati zâtî şe’nlerinden bir şe’n olan bir ilâhî isimdir; ve o ismin hazinesinde isti’dâdının gereği olarak saklı olan hâller ve hükümler nelerden ibaret ise her bir mertebede belirli vakitlerde peyderpey görünür olacaktır. Şu halde ‘Yâ Rab, bana şunu ver, bunu ver!’ diye ard arda isteklerle boş yere gönlünü üzmez. O hükümler ve hâllerin zuhûruna gözleyici ve bekleyen olur. Lâkin zuhur eden hâller tabiatına uygun değil imiş, ne yapalım! Mazharı olduğu ismin kılınmamış istidâdının gereği budur. Nefis ve tabiatın tasarrufundan kurtulup, her zâhir olanı hoş görene aşk olsun!

Nurettin Topçu’nun (1909-1975) “İradenin Dâvası Devlet ve Demokrasi” kitabından alıntılar (2)

 

” Devlet fikri mesuliyet fikrinden ayrılmaz. Devlette mesuliyet ise hâkim olanın idare edilen zümreye verdiği söz demektir. Verilen sözü yapabilmek için devlette bir iktidar mertebelenmesi meydana getirilir. Buna hükümet denir. Hükümet bir idare nizamıdır, âdeta devletin aklıdır. Devlet bir irade ise, hükümet onun düzenleyici aklı gibidir. (…) Demokrasinin bulunduğu yerlerde milletvekilleri ve bakanlar az maaşlı, mütevazı ve çok mesuliyetli şahıslar olmalıdır. (Milletvekilliğini kastederek) Onun ancak ahlâkî şöhreti olabilir. O makam şöhret makamı değil, mesuliyet makamıdır. (…) Milletvekilleri millet kuvvetinden ve onun iradesinden korkmalıdırlar.

Demokrasi, hâkimiyetin bütün millete yayılması ve devlet iradesinin milletin her ferdi tarafından kullanılması demektir. Demokraside bütün fertler mesuliyet kazanmıştır. Bu idare şeklinde hükümet otoritesiyle millet kuvveti arasında tam bir denkleşme meydana gelmelidir. (…) Hükümet milleti hiçe sayar ve millete verdiği söze sadık kalmazsa, millet için bir belâ haline gelebilir. (…) Eğer hükümet millet dizginlerini tutamayacak kadar zayıf ve otoriteden mahrum kalırsa, halk içinde her zümrenin menfaati sahasındaki hareketlerine karşı gelinmez. Mesuliyet mezara gömülür. Her fert istediği şekilde harekete başlar. (…) En fecisi ve en tehlikeli olanı bu sonuncu halin, yani hükümet zaafının, çekilmez bir hükümet istibdadının arkasından gelmesidir. (…) Şehirlerde büyük sermaye sahipleri, köylerde ağalar halkın başında en müthiş belâ kesilirler. (…) Milletin mukadderatı birkaç yüz veya birkaç bin zelilin oyuncağı olur. (…) Şakinin tecavüzünden, tüccarın tahakkümünden, âmirin zulmünden ve gençliğin şuursuzluğundan hayat çekilmez bir çile haline gelir. (…) Millet bünyesi, zümrelerin bu menfaat kasırgaları arasında ahlâkını kaybetmekle saadetini de kaybeder. (…) Hükümet kendi varlığını bu ortamda koruyabilmek için (…) millet işleriyle alâkasını kesmiş, kendi ölüm dirim mücadelesiyle meşguldür. (…)