Kasım 2021 Posts

“Diğer İkinci Yeni şairlerinin değil ve fakat bilhassa Sezai Karakoç’un ölümü Türklere bir şey hatırlatmalıydı.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde “Tekne Kazıntısı” üst-başlığı altında “Namustan Vatan, Vatandan Namus Çıkarmak” başlığıyla çıkan yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=98&KatId=6) her paragrafından yapacağım bazı alıntılamalardan (ilki de o yazının ilk cümlesi olarak bu yazının başlığını oluşturuyor) ibaret olacak bu yazı.

” (alıntı olarak başlığı teşkil eden cümle). Daha doğrusu toplum olarak hatırlanmağa değer bir şeyler yaşadığımız fikrine canlılık kazandırmalıydı. Olmadı bu. (…)

Şiirin Türkçe tertibinde İkinci Yeni akımı beynelmilel standart arayışının bir göstergesiydi. Bu tarz arayışına henüz garip şiirine yer temin edilememiş kültürde niçin gerek duyulmuştu? Türk zihni ‘Durmayalım düşeriz’ fikrini esasa oturtmuş haliyle canlılık arz ediyordu. (…)
Olmamış şeylerle kimsenin başını ağrıtmayalım; ama olmuş şeyi görmezlikten gelmemizin bütün yolları tıkayacağını da bilelim. 

Olmuş şey nedir? Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünüyle Dünya Sistemi’nin dümen suyunda seyretmesidir. (…) Allah’tan ümit kesmeyenler namustan bir vatan ve vatandan bir namus çıkaracaklarına inandıkları gün önlerinde bir yol açılacaktır. Bu yol tecrübemize dâhil olduğunda Türklerin yabana atılır kişiler olmadığını bütün dünya bir daha görecek.

(…) Halkımız diyerek içimize sindirdiğimiz kadar onun içine sindiğimiz Küçük Asya halkı önce üzerinde yaşadığı toprakları Diyar-ı Rum olarak adlandırdı.  (…) Türklük dünya ve ahiret yetkesini dünyevî idarecilerin kaprislerinden koparıp bir kitaba yani Kur’an-ı Kerîme bağladı.

‘Bağladı’ deyivermek kolay. Zor olan bağın sağlamasını yapma başarısını göstermektir. Benim söylediklerim kimsenin umurunda olmayabilir. Kimsenin benim söylediklerimi umursamayacağına herkesten önce beni inandırabilirsiniz. (…) İnanılmayacak söz olarak neyi söylüyorum ben? Şunu: Tarihte iki fırsat Türklerin vatan sahibi olmaları için ellerine geçti. İlâve ediyorum: Türkler vatanlarını ellerinde tutmak için üçüncü bir fırsat bulamayacaklar.

“Yani biz insanlar kapımızı çalıp ‘Ben geldim!’ diye seslenen hakikate kapıyı açmayız.”

 

İsmet Özel‘in “Türküm Doğruyum İntikamım Ülkemdir” isimli kitabındaki (TİYO Yayınları) “Anahtarın Düştüğü Yer Veya Ne İşi Var Homeros’la Karl Marx’ın Şiirin Türk Tarihi İçerisinde?” başlıklı yazısından yapacağım bazı alıntılamalardan ibâret olacak bu yazı.

“İmanına sarılanlar yalnızca Allah’tan korkar ve yalnızca Allah’tan ümid eder. Bu aynı zamanda onların kendileri dışında Allah korkusu taşıyan her insandan bir şey umma hissini kuvvetlendirir. Böylelikle insan insanın ümididir diyebilme imkânına kavuşuruz. Bu zihin çerçevesinde insanlardan pek çok şey umduğum gibi şu pek meşhur fıkrayı bilmelerini de umuyorum: Gece vakti sokak lâmbası altında endişeyle bakınan adama sormuşlar: ‘Nedir seni bu can sıkıntısına düçar eden?’ Adam huzursuzluğundan hiçbir şey eksiltmeksizin cevap vermiş: ‘Düşürdüğüm anahtarı arıyorum!’ Sual edenler yardım edenler haline dönüşmek kastıyla bir yeni sual tevcih etmiş: ‘Anahtarın düştüğü yer tam olarak hatırında mı?’ ‘Ah, evet’ demiş telaşlı adam, işaret parmağıyla iki metre ötesini göstererek ‘anahtarımı tam şurada düşürdüm.’ ‘Niçin’ demişler, ‘aramanı anahtarı düşürdüğün yerde yapmıyorsun?’ ‘Çünkü’ diye cevabı yapıştırmış adam, ‘orası o kadar karanlık ki, orada değil anahtarı bulmak, herhangi bir şeyi bile görebilmem imkânsız.’ Fıkra meşhurdur, ama hiç kimse bu fıkradan alınmaz. Hiç kimse benim de bu adamdan farkım yok demez kendine, benim de yaptıklarım bu adamın yaptığından başka bir şeye benzemiyor demez. Yani biz insanlar kapımızı çalıp ‘Ben geldim!’ diye seslenen hakikate kapıyı açmayız. Hakikatin de, herkesin de duyabileceği yükseklikte bir sesle şunu deriz: ‘Kusura bakma, vaktimi seninle meşgul olmağa hasredemem. Şu anda ben hakikatin kapımı çalmasını bekliyorum.’

Allah’ın rahmetinin üzerimizden hiç eksilmeyeceğini, her seferinde kapımızı çalanın hep hakikatin ta kendisi olduğunu niçin kolayca ve erkenden fark edemeyiz? Çünkü dünyada geçirdiğimiz hayat boyunca maruz bırakıldığımız şartlandırmalardan bir şikayetimiz yoktur. Bilakis giderek düşmanlarımız tarafından nelere şartlandırıldıysak onlardan kopmanın korkusuyla yaşar, bizi doğru yola yedecek dost eli geri çeviririz. İnsan olmak rahatı şartlanışta aramaktır sanırız. Beğendiniz modern hayat bize anahtarı kaybettiğimiz yerin sadece koyu karanlık olduğunu telkin etmekle kalmaz; oranın kesici, delici aletlerle ve ölümümüze sebep olacak patlayıcılarla, mensup olduğumuz kitleyi tümden imha edecek silahlarla tıka basa dolu olduğu yalanıyla rahatlatır. Anahtar kayboldu. Bu yüzden benim Türk şiirinin tarihini yazma gibi bir derdimin olmadığını anlayacak kafa da kayboldu.

Ben Türk şiirinin tarihini yazmıyorum. Şiirin Türk tarihini yazmakla meşgulüm. Dikkate değer bulduğum Türk şiirinin tarihi değildir, şiirin Türk tarihidir. Bir tarih, ama bizi bugüne ulaştıran hâdiselerin değil, hâdiselere şahitlik edenlerin tarihi. (…) Benim yaptığıma aramak denirse anahtarı bulma kastıyla aradığım bilinmelidir. (…) Şair-Türk olmak ilk bana nasip oldu. Ne yapıyor şair Türk? Türkün şair olanı şiirin tarihini ait olduğu taraf itibariyle yazıyor. Damardan bir anlatı karşısındasınız.

Sadreddin Konevî’nin(m.1210-1274)”İlahi Nefhalar” (Çeviren: Ekrem Demirli; Kapı Yayınları) kitabından alıntılar

 

“Hz.Peygamber’den rivayet edilen bir hadis: ‘Rabbinizin şu günlerinizde rahmetinin esintileri (nefehât) vardır. Hücum edin onlara!’ İlahi esintilere hücum etmek ve onun türlerini tanımak maksadıyla Rabbime yöneldim. Allah bu hücumun hakikatine ve tümel kısımlarına muttali kıldı beni. (…) Şimdi -Allah’ın izniyle- o kısımları özetle zikrediyorum.

İlahi esintilere hücum (taarruz) öncelikle iki kısma ayrılır: Birinci kısım insan çabasından soyut iken diğeri çabayla karışık kısımdır. İlki, yaratılmamış (gayr-ı mec’ul) istidat vesilesiyle gerçekleşirken ona hiçbir durum ve iş bitişmez. İlahi esintilere hücum etmek mertebelerinin ilki ve en üstünü hiç kuşkusuz budur. Onu ruhaniliğin temizliği ve onun makul feleğinin dairesinin genişliğiyle gerçekleşen hücum takip eder. O ise ruhani mertebe hükümlerindendir. İkinci taarruzun sahibi ve mensubu olan insanlar çeşitli derecelerdedir. (…) Her bir mevcut varlık payını tümel İstidadıyla Hak’tan kabul etmiştir. Tümel istidat yaratılmamış olduğu için mertebe itibariyle kabul edilen varlığı önceler. Tümel istidat ile kabul edilmiş varlık, hakkında ‘yaratılmış’ hükmü verilmesiyle yenilenmiş tikel varlık istidadıdır. Çünkü o, temizlik ve başka bir özellikle nitelenebilen ruh için meydana gelmiş varlığın semerelerindendir. Dolayısıyla o, söz konusu tikel istidat, bir açıdan tümel istidat hükümlerinden biri ve tümel istidadın sıfatı olsa bile zuhuru ve gerçekleşmesi varlığa bağlıdır ve ancak onunla var olur. Bunu anlayınız!

Bu iki hücum türünü muhabbet vasıtasıyla gerçekleşen hücum ve yönelme takip eder. Bunda hiç şüphesiz fakirlik (Hakk’a muhtaçlık şuuru) şarttır. Söz konusu fakirlik mutlak veya mukayyet (sınırlı) fakirliktir. Mensupları ise derece derecedir. Birinci derece mensupları Hakk’a mutlak-saf muhabbetle yönelenlerdir. Onlar Hak’tan başkasını talep etmedikleri gibi O’nu sevmelerinin sebebi Hakk’ı bilmeleri veya birisinin kendilerine Hakk’ı tanıtması da değildir. Onlar Hakk’ı niçin sevdiklerini dahi bilmez ve sevdiklerinden hiçbir işaret kendilerine belirmez. Söz konusu bu yönelme ve taarruz, çabanın bulunmadığı ilk iki kısma benzeyen zatî-aslî bir bağ ve ilişkinin gerektirdiği hücumdur. Onlardan sadece kişinin kendisinden uzaklaştıramadığı bir temayülün ve cezbenin varlığı ile ayrılır. Böyle biri Hakk’a karşı bir rabıta, mutlak fakirlik, cezbe, aşk ve meyil hissederken bunun sebebini bilemez. Belirli bir sebebini bilmeksizin cezbeye kapılır, meyleder ve arzu duyar. (…) Bu tarz hücum, (Hak ile kul arasındaki) zatî ilişki bağından ibarettir ki, kitaplarımızın çeşitli yerlerinde bunu beyan ettik. (…) Hakk’a ait ve O’nunla irtibatlı şeylere misal olarak ise daha önce dile getirdiğimiz üzere Hakk’ı bilmek, O’nu müşahede etmek, O’na yaklaşmak ve O’nunla haz almak gibi hususlar verilebilir. Kul bu ikinci türde tekil ve çoğul olarak belirli amaçlar için Hakk’a yönelir. (…) Bu kısmın tafsilatı vardır ve bunlar bir makam altında mütalaa edilebilir. (…) Kemale ulaşmak (kişinin çabasının ve katkısının bulunmadığı) ilk iki taarruzdan sonra esaslarını zikretmekle yetindiğim amaç ve konuları elde etmeye bağlıdır. Bunu bilmelisiniz! Burada ele aldığımız kısımların dışındaki hücumlar ise ameller, yönelmeler, duaların sûretleri gibi vesilelerle Hakk’a yönelmekten ibarettir.

Nurettin Topçu’nun “İradenin Dâvası Devlet ve Demokrasi” adlı kitabından alıntılar (1)

 

Dergâh Yayınları’ndan (9.Baskı: Mart 2019), Ezel Erverdi ve İsmail Kara‘nın yayına hazırlamış oldukları kitabın bazı yerlerinden yapacağım alıntılamalardan oluşacak bu yazı.

“Hayatımızın sonuna kadar sürekli olarak yokluğa karşı koyan, var olmak iradesidir. (…) Bilinmeyen kaynaktan sızarak bilinmeyen ideale doğru insanı sürükleyen bu varlık hareketini, kâinatın hayatında kısa bir an teşkil eden ömür içinde benimseyerek ona irade diyoruz. İnsan bu iradeden ibarettir. (…)” (s.15)

“(…) İnsan iradesi ile değer kazanır. İrade, içimizden dışa çevrilen itici kuvvetlerle frenleyici kuvvetler arasında şuurlu bir denkleşmedir. Ondaki dengeyi sağlayan ferdin yaşadığı çeşitli duygularla ferde dışardan yüklenen emirler ve tazyiklerdir. Bu iki zıt kuvvetin ortasında hareketlerimiz ortaya çıkmaktadır. İnsanın kaderi bu çarpışmanın sınırında gerçekleşiyor. (…)” (s.16)

“Gayesine ulaşabilen gerçek ve tam irade, fertten başlayan, aile ile devleti yani otoriteyi isteyen, millet ve insanlık basamaklarından da geçerek Allah’a ulaştıran iradedir. (…) Hakikatte irade birdir. O, istek halinde âleme yaygın kudretin bizdeki adıdır.” (s.16)

“İnsanlığımızın yükselişi ne değişme, ne inkâr yolu ile, ne din adına merasimler ve kaideler içinde bunaltılmış taassupla oluyor! İnsanlığın yükselişi, ilâhî iradeye iştirake götüren yolda ilerleyiştir. (…) Öteden beri ‘büyük adam’ adı büyük iradeyi isteyenlere verildi. Bütün büyükler, büyük olan isteklerini sonsuzluktan istediler. (…) (s.17)

Bugün gençliğimizin yüzünden silinip de kaybolan, sonsuzluğun iradesidir. (…) Hep sonsuzluğu istemeyen nesiller yetiştiriyoruz. En fâni hareketlerine bile sonsuzluğun iradesini yerleştirdikten sonra bu iradede varlığını eriterek ona teslim olan insan gerçek iman adamıdır. (…) Bugün bakışlarında irade eseri bulunmayan, çeşitli heveslerin hastası çocuklara yarını emanet ederken işlediğimiz suç, onlara bugünden sonsuzluk ihtirasını aşılayamayışımızdır. Bu yüzden iradenin davası bizi bir gün mutlaka mahkûm edecektir. (…) Zamanımızın meselesi irade meselesidir.” (s.18)

“Her biri Allah nezdinde ayrışmış, belirlenmiş mertebelerdir.”

 

Müellifi Muhyiddin İbn Arabî (m.1165-1240) olan Fütûhât-ı Mekkiye adlı eser Prof.Dr. Ekrem Demirli tarafından 18 cilt olarak günümüz Türkçesine çevrilmiş ve yayınlanmış (Litera Yayıncılık) bulunmaktadır. Bu eserin Ekrem Demirli çevirisiyle 11. Cildi’nden yapacağım bazı alıntılamalar (bunlardan ilki başlığı teşkil eden, s. 79’dan bir cümledir) oluşturacak bu yazıyı.

“Yükseklik özü gereği yüksekliğin sahibi olan Allah’tan meydana geldiği için, menzilini yükselttiği herkesin yüksekliğini de Allah korumuştur. Kendi başına yücelen zorba ve kibirlileri ise perişan etmiş, cezalandırmış ve şöyle demiştir: ‘Akıbet takva sahiplerinindir.’ (el- A’raf, 7/128) (…) Âhiret hayatı mertebelerin ayrışması ve yaratıkların değer ve mertebelerinin Allah nezdinde belirlenme yeridir. (s. 91) (…) Binaenaleyh insanda yükseklik, kulluk makamına ulaşmak ve gerçekte kendisine ait olmayan bir özellikle nitelenmemektir. (…) Rabbini murakabe eden, günahından korkan ve Allah’ı zikretmekle kalbini ihya eden, bütün sevgisini Allah’a tahsis eden insana ne mutlu! (…) Bu konuda söylediklerimiz iman sahibi akıllılara yöneliktir. (s.94) (…) Kendisi nedeniyle helak olan kimdir? Başkası nedeniyle helak olan kimdir? (…) Allah’ın yazısı ile yaratılmışın yazısı arasındaki fark buradan öğrenilir. (s.97)