Kasım 2021 Posts

Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-I, Şit Fassı’ndan alıntılar

 

“İlim, Hakk’ın sıfatlarından bir sıfattır; ve Hakk’ın sıfatları, Hakk’ın zâtında içkin birtakım nisbetlerden ibaret olup zâtıyla beraber öncesizdir. Ve her sıfat bir ismin kökenidir. Meselâ ilim sıfatından Alîm ve Âlim; hayat’dan Hayy; sem’den Semî’; basar’dan Basîr; irâde’den Mürîd; kelâm’dan Mütekellim; kudret’ten Kadîr ve Kâdir; tekvîn’den Mükevvin isimleri ortaya çıkar. Ve her bir isim, zâtî şe’nlerden (iş, fiil, vâkıa, durum) bir şe’ndir. İlâhî isimler külliyyât (tümel olmalar) yönünden sayılabilirdir; fakat cüz’iyyât (tikel olmalar) yönünden sınırlanabilir ve sayılabilir değildir, çünkü sonsuzdur. Meselâ Hayy ismi bir küllî isimdir; onun altında muharrik (tahrik eden), muhassis (hissettiren), mümeyyiz (ayıran), muhyî (ihyâ eden), muskî (su veren) vs. gibi bir çok cüz’î (tikel) isimler vardır. Ve bunların her biri âlemin sûretlerinden bir sûretin terbiye edicisidir; ve o sûret bu ilâhî şe’nin bir aynası olup onda sürekli olarak o ismin hükümlerinin sûretleri görünür. “Her bölünmeyen ânda Hak bir işdedir.” (Rahmân, 55/29) Ve bu isimlerin hepsinin adlananı (müsemmâsı) bir olup, cümlesi o müsemmânın aynıdır; ve müsemmâ ise Hakk’ın Zâtıdır. Dolayısıyla isimler de Hakk’ın Zâtıyla birlikte kadîmdir (öncesiz). Şu halde Hakk’ın sıfatları ve isimlerine olan ilmi, zâtına olan ilmidir. Böyle olunca ‘ilim’ kadîm, ‘ma’lûm’ da kadîm olur. Ve “ilim ma’lûma ta’bîdir” denilince, “ilk olarak ma’lûm hâdis (sonradan olan) olur, daha sonra ilim de ona lâhık(eklenen) olur” ma’nâsı anlaşılmamalıdır. Ma’lûmun ilme takaddümü (önceliği) zamanî değil aklîdir. Demek ki, akıl ma’lûmu ilme önceliyor. İlmin ma’lûma tâbi’ olması böylece anlaşılmış olur. Ve ma’lûm olmayan şey murâd olunamayacağından, irâde de ilme tâbi’ olur. Ve irâde olunmayan şey hakkında kudret sarfına yer olmayacağından, kudret de irâdeye tâbi’dir.

İsmail Kara’nın “Dağ Ne Kadar Yüce Olsa Portreler 2” kitabından alıntılar

 

Dergâh Yayınları’ndan 1. Baskı’sı Kasım 2020′ tarihli olan ve ilk baskısı 2005 yılında yapılan Sözü Dilde Hayali Gözde’nin ikinci cildi sayıldığı belirtilen kitaptan yer yer yapacağım alıntılamalardan ibâret olacak bu yazı.

“Hatırat ve portre metinleri yazarının ötesinde ve şahsîliğin, ferdî tecrübelerin (hatta şahsiyat yapmanın) sınırlarını aşacak genişlikte anlamlara ve imkânlara sahiptir. (…) Uzun yolculuğa çıkıp rahmet deryalarına dalanlardan bende kalanların kayıtları köprüler kurup yol katederken bellki size de rehberlik ve yoldaşlık yapabilir.”(İsmail Kara, s. 5-6)

“Rahmetli Selçuk hocanın (soyadı: Eraydın) gayreti ve sürati Mustafa Tahralı hocanın titizliği ile birleşince kültür hayatımız çok önemli bir tasavvuf yayınına ve külliyatına kavuştu. Merhum Ahmed Avni Konuk öteki dünyaya göçtüğü zaman geriye tasavvuf düşüncesi merkezli 40 ciltlik yayınlanmamış bir külliyat bırakmıştı. Kaderin cilveleri bu külliyatı iki meslektaşın; Selçuk beyle Mustafa beyin önüne getirdi. 4 cilt halinde yayınlanan Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi‘ni beraber hazırladılar. (…) Eserin mali külfetini ticaretle de uğraşan Selçuk hoca karşılamıştı. (…)” (İ.K. s. 47-48)

“Yayıncılıkla uğraştığım o yoğun yıllarda Dergâh Yayınları içinde Neclâ hocanın kitaplarının neşrine müdâhil oldum, editörlüğünü yaptım. Titizliğini, dikkatini, bitmek tükenmek bilmeyen azmini o sıralarda bir daha müşahede ettim. (…) Bir müddet sonraa bazı şeyleri hocaya sormadan halletmeye çalıştım, daha doğrusu mecbur kaldım. (…) Bana güveni arttıkça da işler yoluna girdi. (…) Hatıraların da hatırası olur. Olsun… İnsan olmak biraz da hatırlamak, hatıralara sahip olmak, onları hatırlanır kılmaktır. ” (İ.K., s.56-63)

“Medeni hayat demek esasen ihtiyacımız olmayan şeyleri vazgeçilmez ihtiyaçlar gibi algılamamız demektir.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde “Tekne Kazıntısı” üst-başlığı altında çıkan “Nedir Astarı Yüzünden Pahalı?” başlıklı ve 7 Rebiülahir 1443 (12 Kasım 2021) tarihli yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=96&KatId=6) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalardan (ilk alıntı da başlığı teşkil ediyor) ibaret olacak bu yazı.

” Medeniyetin başat olduğu her yerde insanın yerine getirdiği işlevle insanın varlığına anlam katan ihtiyaç birbirinden kopmuştur. (Başlık olarak alıntılanan cümlenin yeri yazıda burası) Allah katındaki din bize medeniyet tuzağından kurtulmanın yollarını öğretir. Gereğinden fazlasını elde tutan kişinin ihtiyacı olmayan şeye el koyduğunu biz dinden öğreniriz.


Max Weber toplum hayatına hiç alışılmadık bir düzen doğrultusunda yön veren kapitalizme bir açıklama getirdi. Ona göre kapitalizm dinamizmini Protestan ahlâkından alıyordu. Protestanlar ellerinde birikmiş parayı israf etmeği yanlış saydıklarından, har vurup harman savurmuyor ve buna mukabil üretken yatırımlara yöneliyorlardı. Bu yöneliş onların daha da zengin olmalarının veya birikimlerini birkaç kat artırmalarının yolunu açıyordu. Gerçekte yol açan şey küçük insanların kendilerini kaptırdıkları heva ve heves uğruna en lüzumlu değerlerini feda etmeleriydi. (…)
Weber’in bakış açısı müstemlekeciliğin kapitalizmin dünya hâkimiyeti yönünde gösterdiği başarıyı görmezden gelirsek ciddiye alınabilir.
Nitekim Werner Sombart buna benzer bir şey yaptı. Kapitalist büyümenin Protestan ahlâkı ötesinde Avrupa’ya dâhil nelerden ve Avrupa’nın el koyduğu ne türlü işlerden, yani fuhuş, kumar türündeki işlerden alınan hızla gerçekleştiğini gösterdi.

Ömer Türker’in “Gazzâlî Öncesi Kelamcıların Özcülüğü” başlıklı yazısından alıntılar

 

Prof. Dr. Ömer Türker‘in CİNS adlı aylık dergide (Kasım 2021 / Sayı 74) çıkan bu yeni yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalardan oluşacak veya ibâret olacak bu yazı.

İlk alıntı, yazarın başlığın hemen altında vurgulu bir biçimde ifade etme gereği duyduğu, yazıda ise sonuna yakın bir yerde “Daha açık bir ifadeyle” denilerek yer verilen, yazının özü gibi anlaşılması istenen şu satırlar:

“İnsanı yaratmak, insanlık hakikatini yaratmak değildir, insan fertlerini var ederek insanlık hakikati veya mahiyetine varlık vermektir. İnsanlık hakikati bu varlıktan önce bir mahiyet olarak kendinde sabit olduğu gibi varlıktan sonra hem kendinde hem dışta hem de zihinde var olur.”

“Gazzâlî sonrasında kelâmda birkaç büyük dönüşüm olduğu gözlenir. (…)

Bu değişimlerin her birinin hem genel olarak İslam düşünce tarihi açısından hem de kelam tarihi açısından önemli sonuçları olmuştur. Fakat bizim konumuz olan özcülük açısından en önemlisi, varlık-mahiyet ve zorunlu-mümkün ayrımlarının kelamcılarca tevarüs edilmesidir. İbn Sina’nın varlık-mahiyet ayrımı, oldukça özlü bir şekilde şöyle açıklanabilir: Mahiyet’le kastedilen, herhangi bir nesnenin ‘o nedir?’sorusuna cevap olarak söylenilen yönüdür. Varlık kelimesiyle kastedilen ise o nedir sorusunun cevabında söylenen şeyin dış dünyada bulunmasıdır. (…) Mesela bir sandalyenin var veya yok olduğunu düşündüğümüzde herhangi bir çelişkiye düşmüyoruz. Zira sandalye anlamı yine kendisi olarak kalmaya devam ediyor. (…) Aslına bakılırsa varlık-mahiyet ayrımının çelişkiye yol açtığı şey, sadece varlığın kendisidir. Bu sebeple İbn Sina varlığın zorunluluk anlamına geldiğini, mahiyetin imkânı temsil ettiğini düşünür.

Merhum M. Orhan Okay’ın kaleminden seçkin bir insan hakkında bilgi ve anılar…

 

Merhumun ” Silik Fotoğraflar Portreler ” kitabından (Dergâh Yayınları), önemsemiş olduğu, kıymet atfettiği, seçkin bulduğu isimlerden biri, Abdülaziz Bekkine hakkında bu yazıda bilgi ve anılar aktaracağım.

“Kendisini tanıdığım zaman ortaokulun son sınıfında idim. Kaderimin büyük bir lütfu olarak, o çocuk denecek yaşta, belki bugünkü nesiller için meçhul, fakat benim için büyük değerler taşıyan insanları tanımıştım. Aşağı yukarı aynı yıllarda Nurettin Topçu’yu ve Celâl Hoca’yı tanıdım. O yıllar Cuma namazlarını kıldığım Kapalıçarşı içindeki küçük mescidde Cuma hutbesini, Abdülaziz Efendi’nin kendisinden çok yaşlı bir büyüğü ve şeyhi olan Serezli Hasib Efendi merhum okurdu. (…) O mescid cemaati arasında zaman zaman Abdülaziz Efendi’den de bahsedildiğini işitirdim. (…) Bir Cuma günü, amcamın oğlu Hasan’la beraber Zeyrek’teki Çivizade Mescidi’ne gittik. O beni namazdan sonra Abdülaziz Efendi’ye tanıttı. elini öptüm. Hiç unutamıyorum, sırtımı okşayarak güldü , ‘Koca molla!’ dedi. (… ) Bu konuşmaların teferruatı maalesef hatırımda değil. Hatırımda olan, oradan her çıkışımda tarif edilmez bir ruh ferahlığı hissedişimdir. Kendisine yazarlardan, şairlerden söz eder , onlardan okurdum. Bir gün, bana dönerek , “Bakalım, dedi, sen edebiyat dünyasından doldurduğun çuvalı ne zaman boşaltacaksın?” Bir başka gün bir vesileyle bu sözünü hatırlattım kendisine, bir açıklama yapmasını umarak; uzun uzun güldü, hiçbir şey söylemeden sırtımı okşadı. Vefatı üzerinden bir süre geçmişti, bir rüya gördüm: Abdülaziz Efendi ile beraber Laleli’deki Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi’nin derin pencerelerinden biri içinde diz çökerek karşılıklı oturmuşuz, aramızda bir rahle, onun üzerinde de Fuzuli Divanı var, onu okuyoruz. Hadiseyi ve rüyayı Nurettin Topçu’ya anlattığımda “edebiyata devam edebilirsin” demişti. (…) Merhum hocam Nurettin Topçu’nun kendisinden birkaç defa “Bu adam içimizi okuyor!” diye bahsettiğini biliyorum.