Kasım 2021 Posts

Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-I’den alıntılar

 

Ebu’l-Hasen Gûrî hazretleri buyurur: “Tenzîh ederim şu zât-ı ecell ü a’lâyı ki, nefesini (nefsini) latîf kılıp O’na Hak adını verdi; ve nefesini (nefsini) kesîf kılıp, onu da halk diye isimlendirdi. Bu rahmânî nefes âlî iken, yani latîf zâtın nefeslenmesini müteakip kemâl-i letâfetinden sûretsiz iken, alçaldıkça soğuyup ve büzülüp şekiller ve sûretler kazanır. Rahmânî nefes de nefeslenmesi sırasında böylece latîf olup, tedrîcen beliren bulut hâline gelir ve âlemlerin aslî maddesi olur. Nitekim Şeyh-i Ekber (r.a.) Îsevî Fas’da bu hakikate işâreten keşf yolu üzere olan bilgi edinme ile buyururlar: şiir (tercüme olarak) : “Rahmânî nefeste olan şeylerin hepsi gecenin sonundaki ışığa benzer.” (s.45)

“Bilinsin ki, âlem ve Âdem’in iki itibarı vardır. Birisi zâtı yönündedir; ve onların zâtı önceden yok idi, sonradan var oldu. Ve diğeri mutlak varlık yönündendir ki, bütünde yayılandır. Onun herkes ve her şeyle nisbeti vardır. Bu itibar ile insan ‘üns’ten (alışıklık, yakınlık) türemiştir, derler. Kâmil insan asıl olarak (S.a.v.) Efendimizdir. Zira onun hakikati hakikatlerin tümünü toplayıcı olan ulûhiyyet mertebesidir. ‘Allah’ ismi onun özel Rabbidir. Bu ismin altında içkin olan tüm isimlerde itidâl vardır. Yani birinin diğerine galebesi yoktur. (…) Kâmil insan Hakk’ı tenzihde teşbih ve teşbihde tenzih eder. Tenzihde “De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım.” (Fussılet, 41/6) buyurur; Sırf tenzih ilâhî marifetin yarısıdır. Sırf teşbih de varlık hakikatinden câhilliktir. Buna itikad zındıklıktır. Sırf tenzih sınırlamadır. Sırf teşbih de mutlak varlığı bir sûret kaydı ile kayıdlama ma’nâsına gelir. Bu vartalardan kurtulmak için “O ilktir, sondur, zâhirdir, bâtındır.”(Hadîd, 57/3) ve “Şüphesiz Allah âlemlerden müstağnîdir.” (Ankebût, 29/6) âyet-i kerîmeleri vardır. (s.63-64)

Merhûm M.Orhan Okay’ın “Silik Fotoğraflar Portreler” kitabının başlarından alıntılar

 
Merhûm Prof. Dr. Orhan Okay (Ocak 1931-0cak 2017) İstanbul’da doğma-büyüme, “İstanbul efendisi” tabir edilen türden bir insandı. Akademisyen bir edebiyatçı, ciddî bir okur-yazardı. Kendisini Erzurum’da üniversitenin Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde hoca iken tanıdım. Emekli olup yine doğup büyüdüğü İstanbul’a döndü. İstanbul’da da Erzurum’da olduğu kadar sık olmasa da yine görüştük. Bana en son eşinin vefatı dolayısıyla evine taziyeye gittiğimde ilk iki baskısı Ötüken’den çıkmış olan “Silik Fotoğraflar Portreler” (Dergâh Yayınları; kitabın genişletilmiş ve gözden geçirilmiş yeni ve 1. Baskısı: Ekim 2013) kitabını imzalayarak vermişti (4 Şubat 2014). Eşinin vefatından üç yıl sonra da kendisi bu dünyadan göçtü. Önceki görüşmemizden sonra, bir daha görüşmek kısmet olmadı; ancak kendisi toprağa verilirken orada bulunarak Fâtiha okuyup dua edebildim. Allah rahmet-mağfiret eyleye. İnşâallah ebedî hayatı dilediği gibi olur. Bahsettiğim ve en yeni kitabı olduğunu sandığım o kitabın o yeni baskısını eşi Mübeccel hanıma, “Bütün bu silikleşen fotoğraflar arkasında net bir hatıra var: Yarım asrı geçen beraberlik.” diye ithâf etmiş.

Bu kitabın başlarından birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazının bundan sonraki kısmını.

İlk alıntı merhûmun ÖNSÖZ’ünden:. “Abdülhak Hamid, Makber mukaddimesinde kitabını okuyanların bir kabristanı ziyaret etmiş olacaklarını söyler.” dedikten sonra kendisi şunu ifade eder: “Hatıra ve portre yazıları ise bana göre Makber‘den daha fazla kabristan ziyaretini andırıyor. Belki o kadar hüzünlü değil, ama orada da en latif fıkralarda bile geçmişin buruk nostaljisi var. Yine de cümle merhumlara Fatiha’larla rahmet niyazında bulunalım.” (s.6)

Yarım yüzyıl öncesi öğrencisi olduğum Vefa Lisesi 125 yaşında. Geçmişi muhafaza etmeye fazla meraklı olmayan toplumumuzda bu tarih epey uzun bir ömrü işaret ediyor. Binaların korunması ayrı, kurumların yaşamaları ayrı şeylerdir. Binalar yanar, yıkılır; ama müesseseler nesilden nesile, asırdan asıra devam eder. Avrupa’da resmî kurumlar gibi ticarethaneler bile kaç asırlık kuruluşlarıyla âdeta birer müze gibi hayatiyetlerini korurlar. Bizde kaç ticari kurum, kaç matbaa, kitabevi, gazete bir asır öncesine gidebilir? Onun için,böyle bir toplum yapısı içinde 125 yıl gerçekten uzun bir ömür.” (s.9)

“Hakk’ı hiçbir şey kuşatmış olamaz.”

 

İNSÂN-I KÂMİL ( Müellif: Abdülkerîm el-Cîlî, Mütercim: Abdülaziz Mecdi Tolun, Yayına hazırlayanlar: merhum Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli, Abdullah Kartal ; İz Yayıncılık, 4. Baskı: 2015 ) isimli kitaptan yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı. İlk alıntı da başlığı teşkil ediyor. (s. 252)

“Bahtiyâr oğlu bahtiyâr, bu kitabı okuyup da anlayan kimseden ibârettir. Allah hakkı söyler, doğru yolu gösterir.” ( s. 253)

“Hülâsâ: Bizim bu satırlarda izhâr ettiğimiz, o ateş denizinin köpüklerindendir ; yoksa gerdanlara takılmağa lâyık incilerden değildir. Mâmafih biz elimizden geldiği kadar gizlemeğe gayret ettik. Bunların hepsini ibârelerdeki remiz ile (îmâ sûretiyle) işâretlerdeki lûgazlarla (manzum bilmeceler) ve açıklıkla söylerken, sarâhati terk edip gizleme yoluna dönmemizle beyân ettik. Bu kitap öyle bir kitaptır ki, mislini zaman meydana getirmemiş, beyân şeklini geçmiş asırlar izah etmemiştir. Bu kitabı anla, “Hz. Peygamber, ‘Ben mi’râca çıktığımda, bana üç tür ilim verildi. Birisi zâhir, birisi bâtın, birisinin gizlenmesi için de benden mîsak (söz) alındı.’ ma’nâsındaki hadîs-i şerîfteki ketm (gizli tutma) husûsunda mîsak alınmasını iyi anla!” (s.253)

” İlâhî Zât’ın varlıkta ne münâsibi, ne mutâbıkı, ne münâfîsi(uymazı ), ne de zıddı vardır.”

 

İnsân-ı Kâmil adlı, müellifi Abdülkerîm el-Cîlî (doğumu hicrî 767, ölümü 826 veya 832), mütercimi Abdülaziz Mecdi Tolun (m.1865-1941) ve yayına hazırlayanları merhûm Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın (d. 1937-1995), Ekrem Demirli, Abdullah Kartal olan eserin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalardan oluşacak bu yazı. Bir alıntı da başlığı teşkil ediyor (s.53).

“İdrâkden aczi idrâk, bir nevi idraktir.” (Sıddîk-ı Ekber) Diğer bir rivâyette Hz. Ebû Bekir, ma’nâsı ‘İdrâke ulaşmaktan acz, idrâktir.’ demek olan sözü ifade etmiştir. (s.46)

(Bir manzûmenin tercümesinden:) “Yâ Rabbi! Seni idrâkde hayretteyim!” (s.48)

“Ey hakîkat tâlibi bil! Mutlak zât, esmâ ve sıfâtın (isimler ve sıfatların) vücûdda (varlıkta) değil, belki taayyünde (belirme/zuhûr) aslı ve kendisine dayandırılan şeydir. Her isim yâhut sıfat ki, bir şeye dayanmıştır, işte o şey Zât’tır.” (s.52)

Prof. Dr. İsmail Kara: “İstiklâl Marşı, üzerinde derinliğine düşünülmemiş, hakkında büyük metinler yazılmamış bir şiirdir.”

 

Mukadder Gemici‘nin Prof. Dr. İsmail Kara ile İstiklâl Marşı ve o büyük “fikir metni”ni ortaya çıkaran millî şairimiz Mehmet Âkif hakkında, özellikle de, İsmail Kara’nın 1. Baskısı Eylül 2021 tarihli “Bir Düşünce Tarihi Metni Olarak İSTİKLÂL MARŞI” isimli Dergâh Yayınları’ndan çıkmış kitabı vesilesiyle olduğu düşünülen bir söyleşisi gerçekleşti. Bu söyleşi metninin başlarından yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Nereden ve nasıl çıktı bu kitap?” sorusu üzerine ifade edilen sözlerden: “(…) Önce Âkif çalışmaları. İkinci olarak modern Türk edebiyatı ile çağdaş Türk düşüncesi bugün anlamakta zorlanacağımız kadar iç içedir. Çağdaş Türk düşüncesinin babaları yeni Türk edebiyatının da öncüleridir büyük ölçüde. Namık Kemal, Ziya Paşa Ahmet Mithat Efendi, Âkif meselâ… Onun için bazı şiirler üzerine düşünce tarihi metinleri yazmak epeyi zamandır düşündüğüm bir şeydi. (…) Sırada kayma oldu, İstiklâl Marşı’nın 100. yılı olması takdim tehiri kolaylaştırmış olabilir. (…) Bu kitabın modern bir ‘İstiklâl Marşı Şerhi’ olarak da tasarlandığını okuyucular hesaba katabilir. Belki ikinci şerh denemesi Said Halim Paşa’nın İslâmlaşmak risâlesi üzerine olacak.

Soru: (…) Bildiğimizi iddia ettiğimiz İstiklâl Marşı’nın bilmemiz, üzerine düşünmemiz gereken tarafları nelerdir?

Cevap: Bu bir itham değil tespit. Neticeleri itibariyle acı bir tespit ama… Yediden yetmişe herkesin tahsil yıllarında karşılaştığı, düzenli olarak okuduğu, tekrarladığı, dinlediği bir metin, üstelik bir milletin İstiklâl Marşı. Ve bu şiir üzerine kayda değer metinler yazılmamış. (…) İsterseniz hükmü biraz yumuşatalım; hak ettiği ve gerektiği ölçüde tanınmayan, bilinmeyen bir metin diyelim. Netice değişmeyecektir.