Aralık 2021 Posts

“İşim ne için şiir yazdığım bilincine sıkıca yapışmaktı.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde “ALIN TERİ GÖZ NURU ” üst-başlığı altında çıkan “Issız Bir Sorumluluk” başlıklı ve 27 Cemaziyelevvel 1443 (31 Aralık 2021) tarihli yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=103&KatId=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalardan (onlardan birisi başlığı teşkil ediyor) oluşacak bu yazı.

” (…) Aslına bakarsanız hiçbir çağda, hiç kimse çağının tanığı olmamıştır. Eğer kelime-i şahadet yoluyla İslâm dinine girildiği vakıasını hesap dışı tutabilirsek tanığı olunabilecek tek şey insanın kendisidir. (…) Düşünce ve davranış arasındaki tenasüp esas alınmalıydı. (…)

Becerebildiğim şeyin peşini bırakmadım. Şiir miydi bu? Adını şiir olarak analım veya anmayalım benim seçtiğim ıssız bir sorumluluktu ve hep onun getirisine kanaat ettim. (…) Dünyanın ve Türkiye’nin içine düştüğü durum beni siyasete icbar ediyordu. Tavrımda ve tutumumda sebat ettim.  (…)

Halim karmaşıktır zira işime Müslüman olmağı Türk olmanın ön şartı sayarak başladım. (…) (Başlığı oluşturan alıntıladığım cümlenin yeri burası) (…) Şuara suresi şiire ve şairlere muhalefet etmiyor. Bu sûre sayesinde şiirin özündeki abartıcı vasıftan ve şairlerin pervasızlığından haberdar oluyoruz.  (…)

Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-IV’den alıntılamalar

 

Müellifi Muhyiddin İbnu’l-Arabî , mütercimi ve şârihi Ahmed Avni Konuk, yayına hazırlayanları Prof.Dr. Mustafa Tahralı ve merhûm Dr. Selçuk Eraydın olan eserin IV. cildinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Hak, aklî makam olan cenâb-ı İlyâs’da münezzeh (tenzih edilmiş) oldu. Çünkü Hz. İlyas, şehvetlerden mücerred (soyutlanmış) olup, soyut rûh olarak kaldı. Ve şehvetlerden soyutlanmış olan melekler, ruhlar ve akılların ma’rifeti, tenzih üzerine olduğundan onda da tenzîh görünür oldu. “Nitekim melekler meâlen ‘(…)Bizler hamdinle seni tesbih ve takdis edip dururken yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi her halde ben bilirim’ dedi.” (Bakara, 2/30). Tenzih ilahî ma’rifetin yarısıdır. Zira akıl soyut olarak kendi nefsiyle olduğunda ilimleri aklî bakışından alır. Bu sebeple de onun Allah Teâlâ’ya ma’rifeti teşbih üzerine değil, tenzih üzerine olur. Nitekim nazarî (teorik) akıllarına tâbi olan zâhir âlimleri de teşbihten ürküp tenzîh ederler; ve onların teşbihten zevkleri yoktur. (s. 31)

Allah Teâlâ akla ma’rifeti tecellî ile verdiğinde, artık o kendi bakışından kurtulup ma’rifetin yarısı olan tenzih üzerine olmaz ve teşbih üzerine de olmaz; belki mutlaklık üzerine olur. Çünkü tecellî ile olan ma’rifet, Hakk’ı kayıdlamaz ve sınırlamaz. Dolayısıyla onun ma’rifeti kemâlde olur. Şu halde bu akıl, Hakk’ı tenzih mevziinde resmî tenzih ile değil, belki hakiki tenzih ile tenzîh eder. Ve teşbih mevziinde de kendisinin müşahedesi ve keşfi üzerine teşbih eyler; zira Hakk’ın varlığının dışında bir varlık ve sûret müşahede etmez ki, Hakk’ı ondan tenzih etsin. Ve Hakk’ın varlığından başka bir varlık isbat etmez ki, vehmiyle Hakk’ı ona teşbih eylesin. Hak kendi nefsini nerede tenzih ve teşbih etmiş ise, o da O’nu oralarda tenzih ve teşbih eder. O’nun tenzihi tecellînin verdiği hakiki tenzihdir Ve teşbihi de şuhûdî (görme/şahidlik ile ilgili) ve keşfîdir, yani müşahedeye dayanır.” (s. 32)

Sadreddin Konevî’nin ‘Nefehâtü’l-İlâhiyye’si (Ekrem Demirli çevirisiyle:İlahi Nefhalar’dan(Kapı Yay., 1. Basım: Mayıs 2015) alıntılamalar

 

Hz. Peygamber‘den -kullara tarif etmek ve onları irşat maksadıyla söylenmiş- bir hadis rivayet edilir: Rabbinizin şu günlerinizde rahmetinin esintileri (nefehât) vardır. Dikkat edin! Hücum edin onlara! (s.9)

(…) Allah ihsan eden ve kulunu razı olduğu işlere ulaştıracak olandır. (s.13)

(…) İşte Hakk’ın söz konusu şe’nlerde (iş, tecellî a.a.) ve onların durumuna göre çoğalan zuhuru, halk (yaratılmış olan ve yaratılış) diye isimlendirilir.

(…) Allah’ın bilgisi kadim, muhît, her şeye yayılan bir bilgi olduğu gibi aynı zamanda daima fiilî (neticesini istilzam ve var eden) bir bilgidir. (…) Bir âyet-i kerîmede iki bilgi arasındaki farka işaret edilir: O’nun bilgisinden O’nun dilediğini ihata ederler (kavrarlar a.a.) (Bakara, 255) (s.17)

‘ Varlıkların ilk derecesi onların gayb ve mana yönünden asıldan farklı olmayışıdır. Bunun sebebi Hz. Peygamber’in (sav) hadisinde dile getirilmiş açıklama ve hükümdür: Allah var idi, O’nunla beraber hiçbir şey yoktu. İşte Fatiha’nın birinci kısmı bu makama aittir.

“İnsân-ı Kâmil”den (Abdülkerîm el Cîlî’nin eseri, Mütercim: Abdülaziz Mecdi Tolun; Yay. Haz. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli, Abdullah Kartal; İz Yay.,4. Baskı: 2015) alıntılar

 

“Varlık, özü ve hakikati itibariyle bir ve aynı şeydir. Kesret (çokluk) ve taaddüd (sayısı artma) ise izâfîdir. ” (s.14)

“İlâhî zât ya da mutlak Varlık, ilâhî sıfatların ‘ayn’ıdır (hakikati).” (s.14)

“Varlık meselesindeki en önemli kavramlardan birisi ‘ulûhiyet’dir. Cîlî’ye göre varlıkla ilgili hakikatlerin toplamından ibarettir. Diğer bir ifadeyle tüm ilahî ve kevnî (kozmik) mertebeleri içine alan bir hakikattir. Ayrıca, ulûhiyet zâtın en büyük mazharıdır (zuhur yeri). (s. 16)

Cîlî’ye göre Mutlak Varlık mutlaklığından taayyün (belirme) ve tenezzül (inme) ettiğinde üç aşama söz konusu olur: ilk aşama ahadiyet olup, bu mertebede zât tüm itibar, nisbet, izafet, isimler ve sıfatlardan münezzehtir. Sadece ahadiyet ile nitelenir.

İnsân-ı Kâmil adlı eserden (te’lif: Abdülkerîm el- Cîlî, tercüme: Abdülaziz Mecdi Tolun, Yay. Haz.: Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli, Abdullah Kartal; İz Yay.) Kâmil İnsan hakkında (Altmışıncı Bâb) alıntılamalar

 

“İnsân-ı Kâmil Hz. Muhammed’den (s.a.v.) ibârettir. O Hakk’a ve halka mukâbildir. Şurasını da bil ki, bu bâb bu kitapta mevcut olan bâbların hepsinin özetidir. Dahası kitabın başından sonuna, ne kadar izâhât varsa, bunların hepsi bu bâbın şerhidir. Bu hitâbı anla!

Şunu da bil ki, insânî tür ferdlerinden her ferd, bütün kemâliyle diğer insanî ferdin nüshasıdır. Birisinde bulunan şeyin diğerinde de bulunması zarûrîdir. İstisnâî birkaç ârıza bulunmadıkça anılan düstûra muhalif insan bulunmaz. Anlatıldığı üzere ârıza bulunmadığı takdirde insan ferdlerinden iki insan ferdi birbirine mukâbil birer aynadır. Birinci aynada bulunan, ötekinde de bulunur. Ne ki, eşya (şeyler) yâni mevcûdat bazı insanlarda bi’l-kuvve (potansiyel olarak), bazılarında ise bi’l-fiil (fiilen) mevcuttur.

Eşyâ kendilerinde fiilen bulunan kişiler, nebîler (peygamberler) ve velîlerden kâmil olanlardır. Bunlardaki kemâlde de farklılık vardır. Bazıları kâmil, bazıları ekmeldir (en kâmil). Varlık âleminde Hz. Muhammed (s.a.v.) kadar kemâliyle beliren (zuhur / taayyün eden) başka bir kimse ortaya çıkmamıştır. Hz. Muhammed’in kemâlâttaki tekliğine ahlâkı, hâlleri, fiilleri, sözleri şâhid ve delîldir. Hz. Muhammed tam anlamıyla Kâmil İnsandır. O’ndan başka kâmil olan nebîler ve velîler, kâmilin ekmele ve fâdılın efdale katılması gibi, Hz. Muhammed’e ilhâk edenlerdir (katılanlar). Ben eserlerimde insân-ı kâmil lafzını söylediğimde, murâdım Hz.Muhammed’dir. O’nun yüksek makâmı, en kâmil yer sırasına öyle uymak farz olunduğunda, maksadımız bu olacağında şüphe yoktur. Bununla birlikte, benim ‘insan’ lafzıyla adlamamda mutlak ‘Kâmil İnsân’ makâmına işâretim ve uyarmalarım da vardır. O tenbîhe âit ibârelerimin de Hz. Muhammed’den başkasına nisbet olunması câiz değildir. Çünkü ittifakla İnsân-ı Kâmil O’dur. Mahlûkât ve mahlûkâtın Hâlıkı katında Hz.Muhammed’e mahsûs olan fazîletler bir kâmilde mevcut değildir. ‘ed-Dürretü’l-vâhide fi’l-lüccet-i’s-sâide’ diye adladığım kasîdeyi Hz. Muhammed hakkında söyledim. ” (s. 372-373)