“1947de Zonguldak’ta doğdu Teoman Duralı. (…) İşte böyle bir kömür karası şehirde gözlerini açar dünyaya Duralı. İlkokulu Zonguldak’ta, ortaokul ve liseyi Ankara’da tamamladıktan sonra, ‘her istediğimi bu şehirde buldum’ dediği İstanbul’a yerleşir ve İstanbul Üniversitesi’nde yüksek tahsiline başlar. Üniversitede henüz öğrenciyken, felsefe hocası Nermi Uygur’un teklifiyle asistanlığa başlar. Böylece hiç sevemediği ‘okul’a hayatını bağışlamış olur! (…) Teoman hocaya göre Türkler tarih boyunca kendi dillerini ihmal eden nadir milletlerdendir. (…) Nereye ait olduğumuzun tek cevabını, ‘Türk olmak için Müslüman olmak lâzımdır’ düsturunda açıklıyor Teoman Duralı ve ekliyor: ‘Ben burada yaşıyorsam ve Türk isem, Müslümanlığın medeniyetini ve aynı zamanda şartlarını benimsemek zorundayım.”
Aynı dergide “ilgili örneklerin bize gösterdiği şekilde, Kur’an’ı yerinden etmemek için dört hatırlatmada bulunuyor Muhammed Yazıcı: 1.Hap şeklinde, yekpare uygulanabilecek bir Kur’an’ı anlama metodundan söz edilemez. Tefsirle ilgili binlerce farklı rivayetin yer yer birbirini nakzeden mebzul naklin ortaya koyduğu gerçek, Kur’an’ın tek parça halinde kolaylıkla ulaşılabilecek bir anlama ve uygulama rehberinin olmadığıdır. (…) Demek ki tevhid ve teslimiyete dayalı mümince bir yaşamın kendisi Kur’an’ı anlamak için ilk şarttır. Evet, canlı hayat daima bir adım önde gidecek, vahiy yerinde uyarılarla dinamik akışa rota kazandıracaktır. Kur’an ihtilafa değil, ittifaka vesile olduğu kadar anlaşılıyor demektir. Sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîn devrinin oluşturduğu ilk üç neslin sayısız örneğinde gördüğümüz üzere, ayetlerin manası ve muradı üzerindeki tartışmalar nihayetinde detay mevzulardır ve hiçbir şekilde Müslüman toplumun vahdet omurgasını etkilememiştir. Bir de Hz. Peygamber’in bu husustaki şu ilginç uyarısı hatırlatılıyor: ‘Kalpleriniz kaynaştığı surece birbirinizle Kur’ân müzakeresi yapın. İhtilafa düştüğünüzde kalkıp gidin.’
“Tasavvufta ‘Varlık’ (Vücûd), çok kısa olarak Hz. Peygamber’in ‘Allah var idi, onunla beraber başka bir şey yoktu’ hadisini tamamlayan ‘şimdi de olduğu gibidir’ cümlesiyle özetlenebilecek bir mahiyet arz etmektedir. Bu hadis-i şerifin anlamı, sonradan vahdet-i vücûd olarak ıstılahlaşan (terimleşen) ve ‘mazhar ve tecellîlerin ötesinde varlığın bir olduğu ve onun da Hakk’ın varlığından ibaret olduğu’ şeklinde tanımlanabilecek bir varlık anlayışı, sufilerin manevî ve ruhî tecrübeleriyle beslenerek ortaya konulmuştur.” (s.12)
“İnsanın Allah’ın halifesi olması ve esma (isimleri) ve sıfâtının (sıfatlarının) tezâhürü için tam mazhar olması her insan için bir hak ve imkân olmakla beraber, fiilen bu imkân sadece Kâmil İnsan için mümkündür. O da mutlak anlamda Hz. Peygamber, Hz.Peygamber’e vekâleten de diğer nebi ve velilerden ibarettir. (…) İşte hem varlık olarak ve hem de bilgi olarak kendisinden sonra gelen ilâhî ve kevnî (kozmik) bütün mertebelerin esası ve Kâmil İnsan’ın mertebesinden ibaret olan bu mertebe yani Muhammedî hakikat mertebesi kitabımızın isminin işaret ettiği mertebedir.” (s.13)
“Evvelâ Cenâb-ı Hakk’ın esmâsından (isimlerinden) bahsedeceğiz. Çünkü O’na delâlet eden esmâdır. İlâhî isimlerden sonra ilâhî sıfatlardan bahs edeceğiz. (…) Sıfatlardan sonra zuhûrda ancak Zât vardır. Şu açıklamaya göre sıfatlar mertebesi isimler mertebesinden a’lâdır. İlâhî sıfatlardan sonra ilâhî Zât’dan bahs edeceğiz. (…) Bu kitâbda öyle esrâr üzerine tenbîhatta bulunacağım ki, hakikat ilmi vâzıı o esrârı hiçbir kitaba koymamıştır. Tabii bu sırlar Hak ma’rifetine, mülk ve melekût âlemlerine ilişkindir. (…)” (s.32)
İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde “Alın Teri Göz Nuru” üst-başlığı altında “Âşık mıyım, Abdal mıyım, Çaparici mi?” başlıklı, 4 Cemaziyelahir 1443 (7 Ocak 2022) tarihli yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=104&KatId=7) her paragrafından alıntılama yapacağım bir veya iki, en fazla üç cümle olmak üzere bu cümleler oluşturacak bu yazıyı.
“(…) Yunus Emre adını işittiğimizde zihnimizde ne Fuzuli ve Baki gibi bir Divan şairi canlanıyor, ne de Köroğlu ve Karacoğlan gibi bir halk şairi.
İçinde bulunduğumuz durumun açıklaması ancak Türk şiiri ile Türk vatanı arasındaki irtibat önemsenerek getirilebilir. Bu irtibatı hiçbir gayri-Müslim önemsemeyecektir. (…) (Alıntı olarak başlığı oluşturan cümle burada)
“Bakınız ! Allah’ın varlıklardaki hükmüne: Varlıkta tenakuz esastır”
“Bir kısmı itaatkâr, bir kısmı günahkâr ve bir kısmı bilgin Bir kısmı iniş ve çıkışı bilmeyen”
“Hz. Peygamber ‘Kıyamet günü ben insanların efendisiyim’ der ve bunun sebebi olarak da şeriatının kapsamlı olması nedeniyle kemâlini gösterir. Hz. Peygamber’e kendisinden önce kimseye verilmeyen bazı özellikler verilmiştir. (…) Hz. Peygamber’e ‘cevamiü’l-kelim’ (birçok manâyı toplayan) özelliği verilmiştir. Şöyle der: ‘Âdem henüz su ve toprak arasındayken ben peygamberdim.’ Diğer peygamberler ise gönderildiklerinde peygamber olmuşlardı. Bu bölümde onun menzil ve mertebesini açıklayalım: Hz. Peygamber’in menzili Hakk’ın yargısında ortaya çıkar ve genel tecelli ile genel ziyaret günündeki doğruluk makamıdır. Onun mertebesi gözle ve müşahedeyle öğrenilir. Onun mertebesi, Hakk’ın bilgisindeki konumu ve O’nun katındaki yeridir ki, bu Allah’ın bildirmesiyle öğrenilebilir. Hz. Peygamber, makam-ı mahmûd’un (övülmüş makam) sahibidir. Bu makam, melekler ve onların dışındakiler için şefaat kapısını açmak demektir. İlk şefaat edecek kimse Peygamberdir. Vesile (cenneti) onundur. Vesile, Hz. Peygamber’in ümmetinin duasıyla ulaşabileceği en yüksek mertebedir. Onlar bu duayı kendisine uyduklarında mutluluğa ulaşacakları yolları açıklamasına karşılık yaparlar.