Şubat 2022 Posts

Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi- III’den yer yer alıntılar

 

“Şehadet âlemine ‘kevn ve fesâd’ (oluş ve bozuluş) âlemi de denilmiştir. Zira ‘kevn’ bir sûretin meydana gelişi, ‘fesâd’ ise bu sûretin dağılıp, bozulup yok oluşudur. Su kaynatıldığında buhar olur; suya ait suret ve nitelik yok olur. Bu bir ‘fesâd’dır. Meydana gelen buhar ise bir ‘kevn’ yani yeni bir oluştur. Böylece bu âlemde her sûretin ‘kevn’inde bir ‘fesâd’ ve her sûretin ‘fesâd’ında da bir ‘kevn’ vardır. Bu cisimler âlemindeki her suret devamlı olarak bir oluş ve yokoluş içindedir. Buna misâllerin / benzerlerin yenilenmesi ve ‘halk-i cedîd’ (yeniden yaratılış) denir.” (s.21-22)

“Şehadet âleminin devamlı olarak var ve yok oluşu Allah’ın isimlerinin gereğidir. Zîra ilâhî isimler arasında muhalefet ve zıtlık mevcuttur. Allah’ın Kayyum, Hâlık, Mûcid,Muhyî ve Mübdî gibi isimleri varlıkların yani ‘mazhar’ların belirmesini gerektirirken; Kahhâr, Kâbız ve Mümît gibi isimleri de bu ‘mazhar’ların yok olmasını gerektirir. İşte bu karşılıklı ilahî isimler dolayısıyla bu âlemdeki mazharlar her anda bir var oluş ve yok oluş içinde, yani yeniden yaratılış içindedir. Şehadet âlemine izâfî varlık, imkânî varlık, nisbî varlık, itibarî varlık, kayıdlı varlık, gölge varlık, hayâlî varlık ve benzeri isimler verilmiştir. (…) Mutlak varlık bütün ilahî sıfat ve isimleriyle şehadet âlemine indikten sonra, O’nun en mükemmel tecellisi ‘büyük âlem’in özü/özeti olan ‘küçük âlem’de yani ‘insan’da / kâmil insanda vuku bulmuştur. (…) Âdem’in yaratılmasıyla âlem cilalı ve parlak bir ayna durumuna gelmiştir. ‘Âdem’de Hak kendi sûretini yani sıfat ve isimlerini en mükemmel şekilde müşahede eder. Fakat bu müşahede, uzaktan ve kendi varlığının haricinde bulunan bir şeye bakış gibi düşünülmemelidir. Zira bütün mertebeler ‘mutlak varlık’ın dışında olmadığı gibi, her bir mertebede tecellî ve zuhur eden de bu varlıktır. Bu müşahede Hakk’ın bütün zerrelerde Zâtı ile zuhur ve huzuru ile vuku bulan ‘zevkî’ bir müşahededir. (s.23)

İsmet Özel’in “Of Not Being A Jew” şiir kitabından (Şûle Yay. 2.Baskı Aralık 2005) alıntı olarak iki şiir

 

“Kadın iseler en uygun durumu arz ettikleri / Kloş etek giymelerinden anlaşılıyor / Azrail’in tebdil-i kıyafet gezdiğine / Hiç hayret etmeyen erkeklerin / Fötr şapka takanları ikrar ve itiraf erbabı / Sayılmaktan sıkılmıyordu / Huylu huyundan vazgeçmiyor / Âdetleri veçhile marifetlerini gizlice / Göstermeyi biliyorlar / Kim olursan ol diyorlardı uygunsuz vaziyette / Yakalanmadıysan marifet sende / Yani işler yine / Tıpkı ta gaza Beylikleri döneminde / İleri gelenlerin aralarında sıkıntıyı dağıtmak / Gayesiyle başlatılan elim sende / Oyunu devam ediyormuş adına / İşliyor tek boyutlu ve sade ve sadece / Kutsal kitaplarından bazı sayfalar kopmuş / Bazı satırlar silinmiş” (s. 54)

İletişimci bir yazar olarak Ali Saydam’ın “Kılıçdaroğlu yine ayağına sıktı” başlıklı yazısından(Yeni Şafak, 22.02.2022) bazı alıntılar

 

” (…) Hepsinin özünde tek bir şey vardır: mesaj… (…)
Hedef kitlenizi o mesajla ya yakalarsınız… Ya da yakalayamazsınız… Hani (…)
Kılıçdaroğlu’nun fotoğrafıyla basılan ve billboard’lara asılan afişte şu yazıyor: “Telafi edeceğiz. Kaybettiğini Yerine Koyma Vakti: Sorulamayacak Sorular Kanunu çıkacak. İnsan Haklarını İhlal Eden Her Soru Kanunla Yasaklanacak.”

(…)

“Âlemin genel görünüşü fiilî Kur’ândır.” (Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-II, s.178)

 

Muhyiddin İbnu’l Arabî‘nin (mîlâdî 1165-1240) eseri olan Fusûsu’l-Hikem, Arapça’dan Harf Devrimi öncesi Türkçe’ye Ahmed Avni Konuk (mîlâdî 1868-1938) tarafından çevrilmiş ve şerh edilmiş ve ondan da günümüz Türkçesiyle dört cilt halinde Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve merhum Dr. Selçuk Eraydın tarafından Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi ismiyle yayına hazırlanmıştır. Bu yazıyı o eserin II. cildinin YA’KUB FASSI’ndan yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak.

“Vaktâki Allah Teâlâ kendisiyle bu zevatın kalbleri arasında inayet ve rahmet kapısını açtı; onların vukuflari olmadığı halde, kalblerine bu koydukları kanunlara saygı ve uyma hissini bıraktı. Ve bu zevat-ı kirâm ile onlara tâbi olanlar, bu kanunlara saygı ve hükümlerini icraya riayet neticesinde, ilahî tarif ile tanınan nebevî (peygambere ait) yolun dışı yol üzere, Allah’ın rızâsını talep ederler. Peygamberlik yolu ile gelen şeriatta, bu şeriat ile amel edenlere ne gibi mükâfat verileceği Hak tarafından açıklıkla va’d buyrulmuştur. Oysa bu zevatın koydukları kanunların saygı görmesi ve hükümlerine uyma sonucunda ne gibi bir mükâfat verileceği meçhuldür. Ancak din ehli olan akıllılar düşündüler ki, insan hayvanın bir türüdür. Fakat onda bir özel nitelik vardır ki diğer hayvanlarda yoktur. Cenâb-ı Hak’tan inmiş olan şeriat hükümleri, insanın hayvâniyet üstünlüğünü izâle ve batını (içi) olan nefs-i nâtıkasını (insan ruhunu) tasfiye içindir. Dolayısıyla bu maksada hızla ulaşma için yemeyi ve uykuyu azaltma ile riyazat (nefsi kırmalar) ve zikre alışma gibi nebevî yol ve şer’i hükümler üzerine fazladan bir takım usul koydular. Bu usul şer’-i ilahiden amaçlanan ilahi hükme uygun geldiği için, sünnet-i hasenedir (güzel âdet), bid’at-i seyyie (kötü âdet) değildir.

Ömer Türker’in “Anlamı Tamamlamak” kitabının (Ketebe Yay. 2. Baskı: Ekim 2021) bir bölümünden alıntılar

 

“Bir zamanlar sadece Anadolu’da değil Balkanlardan Hind Altkıtasına kadar İslâm coğrafyasında Fahreddîn Razı, Seyyid Şerif Cürcanı, Sadeddin Teftazânî, Molla Fenârî gibi düşünürlerin adını duymadan ve görüşlerini bilmeden medreseden mezun olmak imkansızdı. Son yüzyılda bu isimler önce sıradanlaştı, sonra sırlandı, ardından da sırlandıkları camlar, arkasını hiç göstermeyen ve bakanın sadece kendisini görebildiği aynalara dönüştü.” (s.56)

“Selçuklular, Memlüklüler, Timurlular ve nihayet Osmanlılar, yönetici sınıfın Türk olduğu hanedanlıklardı. Bunlar arasında önceleri Selçuklu, yaklaşık üçyüz yıl doğu İslâm coğrafyasının kâhir ekseriyetini birleştirdi. Daha sonra Osmanlılar, Batı İslâm dünyasının da ana merkezlerini kuşatan büyük bir İslâm devleti kurmayı ve uzun süre ayakta kalmayı başardılar. Türk olan bu iki devlet, her ne kadar milliyet esasına dayanan devletler olmasa da neşet ettiği Türkistan ve Maveraâünnehir bölgesinin âlim ve düşünürlerini Irak, Suriye, Mısır, Anadolu ve Balkanlara taşıdılar. Maverâünnehir bölgesi ise Hanefî fıkhı ve usulü ile Mâturîdî kelamının hâkim olduğu bölgelerdi. Teftâzânî ve Cürcanî gibi büyük usûl ve kelam âlimleri Maverâünnehir ve Türkistan’daki Hanefî okulunu, İslâm dünyasının diğer bölgelerinde gelişen düşünce akımlarının görüşlerini de dikkate alarak yenilemeyi başardı. (…)” (s.58)