Mart 2022 Posts

Sadreddin Konevî Kitaplığı “Tasavvuf Metafiziği”nden (Miftâhü’l-Gayb, Çeviren: Ekrem Demirli, Kapı Yay.1.Basım:Aralık 2014 ) alıntılar

 

“(…) Sanki sonraki bütün asırlar onüçüncü asrın bir devamı gibi yaşandı bu topraklarda. Yunus Emre, Ahmed Yesevi, Mevlana, Nasreddin Hoca, Karagöz-Hacivat, Ahi Evran, Hacı Bektaş-ı Veli gibi hayatın farklı alanlarında tebarüz etmiş isimler bu asrın bereketini sonraki asırlara taşımış elçilerdi. Müslümanlar metruk (terkedilmiş -a.a.-) ve yorgun bir coğrafya olarak tevarüs ettikleri Anadolu’yu tarihinin en üretken dönemine taşımış, entelektüel sınırları itibariyle ‘Büyük Anadolu’ diyebileceğimiz bir bilim ve düşünce coğrafyası ortaya çıkmıştı. (s. 8)

Ömer Türker’in “Anlamı Tamamlamak” kitabının(Ketebe Yay. 2.Baskı Ekim 2021)bir bölümünden (“İslam’da Eleştirel Düşüncenin Yöntemleşmesi: Fahreddin Râzî Geleneği”) alıntılar

 

“Benim kitabım bu sahadaki diğer eserlerden üç hususta ayrılır: İlki; soru ve cevapların en son noktasına kadar araştırılması ve problem denizlerinde derine inilmesidir. Öyle ki her görüş sahibi belki de benim bu kitabımdan, kendi görüşüne mensup kimselerin telif ettiği kitaplardan daha fazla yararlanır. (…)” (s.75) (Fahreddin Râzî, Nihâyetu’l-ukûl, Süleymaniye Ktp. Ragıp Paşa, nr.596, vr.3b.)

“İslâm düşünce tarihi, genellikle Gazzâlî (ö.505/1111) milat kabul edilerek mütekaddimun ve müteahhirun (öncekiler ve sonrakiler) olarak iki ana döneme ayrılır. Aslında bu ayrım Eşarî kelamının dönemlendirmesidir. Fakat Cüveynî(ö.478/1085), Gazzâlî ve Fahreddin Râzî (ö.606/1210) gibi Eşârî geleneği dönüştüren kelamcıların görüşleri, İslâm düşüncesinin hem diğer kelam ekollerini ve felsefe tarihini hem de kelam dışındaki disiplinlerin tarihini derinden etkilemiştir. Kendi döneminde kelam, felsefe, tasavvuf ve batınıliğin hakikat iddiasını ve yöntemlerini değerlendiren Gazzâlî, sonraki dönemi şekillendiren birkaç dönüşüme yol açmıştır.

Bunlardan ilki, Cüveynî’nin önceki kelamcıların yöntemlerine yönelik eleştirilerini Gazzâlî’nin kelama tatbik etmesidir. Cüveynî ömrünün sonlarına doğru kaleme aldığı el-Burhân adlı fıkıh usulü eserinde önceki kelamcılar tarafından kullanılan kıyas uygulamalarını eleştirmiş ve kelamda düz kıyas, ters kıyas, sebr ve taksim yöntemlerinin kullanılması gerektiğine, bunların dışındaki yöntemlerin doğru sonuca ulaştırmaya elverişli olmadığına işaret etmiştir. Fakat Cüveynî herhangi bir kelam kitabında kendi eleştirilerini kelamî meselelere tatbik etmemiştir. Gazzâlî’nin el-İktisâd fi’l-itikâd adlı eseri, Cüveynî’nin eleştirilerinin karşılık bulduğu ilk kelam eseridir ve sonraki dönemde Cüveynî’nin eleştirdiği yöntemler kelamdan tamamen elenecektir.

Suad El-Hakîm’in İbnü’l-Arabî Sözlüğü’nden(Çeviren: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınevi) iki terim:Ayn-ı Sabite/A’yân-ı Sâbite, Dalal/Hayret

 

Ayn-ı Sâbite / A’yân-ı Sâbite : Ayn-ı Sabite iki lafızdan oluşur: İbnü’l-Arabî ayn ile hakikati, zatı ve mahiyeti kastederken, sübût veya sabit ile de insan mahiyetinin veya üçgenin zihindeki varlığı gibi zihnî veya aklî varlığı kasteder. (…) O halde İbnü’l-Arabî a’yân-ı sâbiteden söz ettğinde, varlıkların şahıslarının bulunduğu duyulur ve hâricî âlemin yanında eşyanın(şeylerin) hakikatlerinin veya akledilir mahiyetlerinin bulunduğu akledilir âlemin varlığını ifade etmiş olur. (…) Sübût âlemindeki varlık ve yokluk, var olana ait iki nitelik değil, hakikat anlamındaki ayn‘a verilen iki nispet veya bağıntıdır. Buna göre sübût dışta değil akıldaki bir varlık durumudur. İbnü’l-Arabî şöyle der: Bir şeyin varlığı sabit ise veya yok sayıldığında, böyle bir şeyin bağıntıyla veya göreceli olarak hem varlık hem de yoklukla nitelenmesi mümkündür. (…) A’yân-ı sâbite mutlak bilinmezliğinde Hak ile duyulur âlem arasındaki bir mertebeyi oluşturur. Buna göre onlar, bir yandan Tanrı’nın batınlık mertebesinden ilk tenezzülü (inmesi) -ki feyz-i akdes’dir- öte yandan dış âlemde bulunmayıp Tanrının ilminde sabit olan ve bütün varlıklarda etkili, hatta bütün varlıkların aslı olan örneklerdir.

“İnsân-ı Kâmil” adlı kitaptan (müellif:Abdülkerîm el-Cîlî, mütercim: Abdülaziz Mecdi Tolun; Yayına hazırlayanlar: Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli, Abdullah Kartal; İz Yayıncılık,4.Baskı 2015) sözler

 

“İnsân-ı Kâmil, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını bi’l-fiil kendisinde tahakkuk ettiren varlıktan ibarettir. Bu da sadece Hz. Peygamber’e has bir imtiyazdır. Kendisinden önce veya sonra yaşamış bir nebi veya veliye bu ismin verilmesi naiblik/ vekillik yoluyladır.” (s.17)

“İlahî Zâtın varlıkta ne münâsibi , ne mutâbıkı, ne münâfîsi (zıddı) vardır.” (s.53)

“Allah Teâlâ’nın zâtında müsemmâsı (adlananı) sırf varlıktır.” (s.62)

“Hak Sübhânehu ve Teâlâ hazretleri bu Allah ismini insan için mir’at (ayna) yaptı. İnsan, yüzü ile o aynaya bakarsa ‘Allah var, O’nunla beraber hiçbir şey yok’ sözünün hakikatini bilir ve işitmesinin sem’ullah, görmesinin basarullah, kelâmının kelâ mullah, hayâtının hayâtullah, ilminin ilmullah, iradesinin irâdetullah, kudretinin kudretullah olduğu kendisi için münkeşif (açılmış) olur, ve bu açılma asâlet yoluyladır.” (s.62)

“Cenâb-ı Hak Kur’ânda ‘Allah sizi ve fiillerinizi yaratmıştır’ (Saffat, 37/96) buyurur.” (s.62)

Abdülkerim el-Cîlî’nin “İnsân-ı Kâmil” ismiyle Abdülaziz Mecdi Tolun tarafından tercüme edilmiş kitabının(Yayına Hazırlayanlar: Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli, Abdullah Kartal; İz Yayıncılık, 4.Baskı, 2015) başlarından alıntılar

 

Abdülaziz Mecdi Tolun, 1937 yılında Tasavvuf tarihinde büyük ehemmiyeti olan bu klasik eseri tercüme ederek, hem Türkçe’ye hem de tasavvuf kültürümüze önemli bir katkı sağlamıştır.” (s.18)

Bu kitabın başlarından yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

İnsân-ı Kâmil‘in orijinal dili son derece ağır ve işlediği konular itibariyle de oldukça derin bir eserdir. Buna rağmen mütercim merhum son derece ağır ve sembolik anlatımları içeren şiirler de dahipl olmak üzere kısa ve anlaşılır bir dille zor bir metni tercüme etmeyi başarmıştır.”(s. 19-20)

Ontolojik durumuna bağlı olarak insanın bu âlemde var oluş gayesinin bir gereği olarak insanın ahlâkî sorumluluğu gündeme gelmektedir.İnsan, Mutlak Varlık’ın tenezzül ve taayyününe (belirmesine) mukabil, manevî ve rûhî olarak terakki ederek ve Hakk’a miracını tamamlayarak isim ve sıfatların kendisinde tahakkuk etmesini sağlar. Bu terakki veya miracın ilk aşamasında sâlik (bir yola giren), ilâhî isimlerin tecellilerinin mazharı (zuhur yeri) olur. Bunun neticesinde kul, bu tecellilerin altında ‘fani’ olur.” (s. 17)