Mart 2022 Posts

Muhyiddin İbn Arabî’nin “Fütuhat-ı Mekkiyye” isimli eserinin Ekrem Demirli çevirisiyle (Litera Yayıncılık, 2011) 16. Cildinin başlarından alıntılar

 

Şeriatı akıl ve iman kabul eder / Aklın ölçüsü ve terazisi var / Allah katında bilgiler var, onları bilemez / Terazisi üstün derin akıllı bilir onları / Akıl ve iman var sadece, ortak olurlar tenzihte / O zaman hüsrana uğramazlar” (…) (s.17)

“Allah şöyle buyurur: ‘İman eden ve Salih amel işleyenler pek azdır (ma-hüm). (Sâd,38/24) Ayette geçen ma edatı zaid (artı) sayılırsa anlam böyledir. Az olanlar Allah’a iman edenlerdir, çünkü Allah’ı birleyenler (gerçekte) O’nu O’nunla birleyenlerdir. Allah’ı -O’nunla değil- nefislerine göre birleyenler tevhide şirk katanlardir. (…) Fıtratta tevhid bulunmayınca, Muvahhid (Allah’ı birleyen) olduklarını iddia edenlerin çoğunda şirk (Allah’a ortak koşma) bulunmuştur. Bu itibarla insanı tevhide ancak yükümlülük sevk edebilir. Allah onları yükümlü tutunca, çoğu insan yükümlü tutuldukları amelleri/işleri yerine getirebilmelerini sağlayan bir nefs gücüne sahip oldukları için yükümlü tutulduklarını zannetmiş, bu nedenle onlarda saf tevhid gerçekleşmemiştir. Oysa Allah’ın onları yükümlü tutmasının nedeni nefislerine nispet ettikleri fiiller hakkındaki (bu fiiller bizimdir şeklindeki) iddialarıdır. Allah ise teklifle birlikte -müşahede ehlinin yaptığı gibi- fiilleri Allah’a izafe ederek Allah sayesinde -yoksa nefisleriyle değil- fiilleri sahiplenmekten uzaklaşmalarını talep etmiştir.” (s. 18)

Bu zikre devam eden zâkire zikir, iman esnasında -çünkü Allah onların Allah’a iman ettiklerini bildirdi- (amelleri kendilerine izafe etmek edenlerşeklinde) şirke düşen kullar adına Allah katında mazeret bulabilme imkânı verir. Bu iman, ‘Bâtıla iman edip Allah’ı inkâr edenler’ (el-Ankebut, 29/52) ayetinde söylenenleri derinden düşünenler için büyük bir iyilik ve inâyettir. Onlar (şirke düşerken) varlığı olmayanı var saymış, var olanı kendi inançlarında ortadan kaldırmışlardır ki, o Allah’dır. Allah bu durumu setr yani örtmek diye isimlendirdi. Kendisini örttükleri ölçüde Hakk’ın varlığı onlardan perdelenmiştir; çünkü O’nu tasavvur etmeden kendisini ‘örtmemişlerdir’. Tasavvur ettikten sonra O’nu örtmüş ve kâfir (örten) olmuşlardır.” (s. 18-19)

Ömer Türker’in “Ahlâk-Yeni Bir Yaklaşım” kitabının (Ketebe Yay. 4. Baskı Ekim 2020) başlarından alıntılar

 

“Bu kitap, ahlâkın gücü ve işlevlerini önemli ölçüde hukuka ve siyasete bıraktığı modern dönemde ahlâk alanında bir krizle karşı karşıya olduğumuz kabulüyle yazılmıştır. Kriz hem modern dönemi inşa eden Batı düşüncesinde hem de Batı düşüncesinin şu veya bu açıdan etkisinde kalan diğer medeniyetlere kendisini hissettirmektedir. Bugün ahlâkın fâili olarak insan, iyinin yitirildiği ve ahlâkın aslî sorusunun unutulduğu bir bireysel ve toplumsal hayata mahkûm olmakla sınanmaktadır. Bu sebeple bu kitapta tanım, anlam ve eylem olarak iyiye ulaşmanın bir çerçevesi çıkarılmaktadır.

Elinizdeki kitapta ahlâkî farkındalık, tecrübe ve kararların oluşum süreci tartışılmaktadır. Bu anlamda kitap ahlaka yeni bir bakış getirmekte ve ahlâk için nesnel bir zemin oluşturmaktadır. Ahlâkîliğin sorgulandığı günümüz dünyasında bu nesnel zemin siyasetten iktisada, sanattan topluma tüm alanlarda kurucu bir rol oynayacaktır.” (Kitabın arka kapak dış yüzü)

“Kitabın temel amacı bağlamında ahlâkın temel meselelerinin genel bir anlatımını yapmak benim hedeflerim arasında yer almadı. Her ne kadar eksik tarafları olsa da Türkçede hem Batı ahlâk düşüncesi hem de İslâm ahlâk düşüncesi hakkında böylesi kitaplar bulunmaktadır. Dolayısıyla elinizdeki kitap, münhasıran benim ahlâkî tefekkürü taşımak istediğim mecra ve seviyeye işaret ettiği ölçüde maksadına ulaşmış olacaktır. İşaret ettiği ölçüde diyorum çünkü pratik felsefe alanını bir ahlâk teorisi olarak yeniden inşa etmeyi amaçlayan bir kitap üzerinde çalışıyorum. Şayet tamamlamak müyesser olursa ikinci kitap, ahlâki tefekkürün ulaşması gerektiği mecra ve seviyeye bir işaret olmaktan çok bizzat oraya taşınması işini üstlenecektir. Bu kitap ise ahlâk alanıyla yakından ilgili başlangıç seviyesindeki okurun temel meselelerle irtibat kurabileceği ve ahlak hakkında tefekküre giriş yapabileceği, orta ve ileri düzeyde bir okurun ise varmak istediği hedefi açıklıkla görebileceği bir seviyede kaleme alınmıştır.” (s. 8)

Muhyiddin İbnu’l Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem isimli eserinin Ahmed Avni Konuk tarafından yapılmış tercüme ve şerhinin Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve merhum Dr. Selçuk Eraydın’ın çabalarıyla dört cilt olarak yayına hazırlanmış ve İFAV’ca tamamı yayınlanmış olan ciltlerin dördüncüsünden alıntılar

 

“Her şeyin ezelî istidâdı ne ise, bu rahmetin nüzûlünde îman ve hidâyet, nimet, zevk ve rahat gibi tab’a (tabiat, huy) mülâyim gelen; ve küfür, dalâlet, nıkmet (belâ), elem ve rahatsızlık gibi tab’a hoş gelmeyen bir takım haller o şeye erişir. Şu halde ilâhî rahmet ancak varlık verdiği için, mülâyim olsun, mülâyim dışı olsun hepsine genişlik verici oldu. (…) İşte bunun gibi ahadiyyet zâtında gizli olan isimlere umûmun zâtî rahmetinin şümûlü eşit sûrettedir. ‘Mülk, 67/3’ âyet-i kerîmesi gereğince rahmânî rahmetin her bir isim üzerine yayılmasında farklılık yoktur. Farklılık ancak ilahî isimlerin istidadlarındadır. Rahmânî rahmetin taşmasında Hâdî isminin mazharı olan ‘ayn’da (hakikatde) hidâyet sûreti, ve Mudill isminin mazharı olan hakikatde de dalâlet sûreti zâhir olur.” (s. 6-7)

“Hak aklî makam olan cenâb-ı İlyas’da münezzeh oldu. Çünkü Hz. İlyas, şehvetlerden soyutlanmış olup, soyut ruh olarak kaldı. Ve şehvetlerden mücerred olan melekler, ruhlar ve akılların marifeti, tenzih üzerine olduğundan onda da tenzih görünür oldu. Nitekim melâike ‘Biz seni hamdinle tesbîh ve seni takdîs edip dururken’ (Bakara, 2 / 30) dediler. Ve tenzih ilahî marifetin yarısıdır. Zîrâ akıl, soyut olarak kendi nefsiyle olduğunda, ilimleri aklî nazarından alır. Bu sebeple de onun Allah Teala’ya marifeti teşbih üzerine değil, tenzih üzerine olur. Nitekim nazarî akıllarına tâbi olan zâhir ulemâsı da teşbihten ürküp tenzih ederler; ve onların teşbihten zevkleri yoktur.” (s. 31)

Ömer Türker’in “İslâm Düşünce Gelenekleri Kelam-Felsefe-Tasavvuf” kitabından(KETEBE Yay. 2. Baskı 2021) alıntılar

 

“İhtiyari hareketin bulunması, hayvan ile insan mizacı arasındaki farkın mihengi kabul edilir.” (s.87)

“Semavi cisimler oluş ve bozuluşu kabul etmediğinden ezelden ebede daimi hareket halindedir.” (s.88)

“Fizik ve matematik ilimlerdeki bilimsel araştırmalar ancak metafiziğe ulaşıldığında bir bütünlüğe kavuşur ve nihai anlamını bulur. Dolayısıyla metafizik kabullerden bağımsız bir bilimsel faaliyet mümkün değildir. Nitekim felsefe geleneğinin âlem tasavvuru ve Tanrı-alem ilişkisine dair açıklamaları kavrandığında bu durum daha vazih hale gelecektir.” (s.90)

“İslam’ın önde gelen filozoflarının tamamı, Tanrı’nın sebep ve bir bütün olarak âlemin sonuç olduğunu düşünür. Diğer deyişle Tanrı-âlem arasında illet-malûl (illiyyet, nedensellik) ilişkisi vardır. Bunun anlamı şudur: Bir bütün olarak âlem kendi başına var olmuş değildir, bir varlık veren faile muhtaçtır. Bu bağlamda Tanrı, âlemde ortaya çıkan bütün mevcutların varlığını doğrudan veya dolaylı şekilde kendisinden aldığı nihaî fâil ve sebeptir. Dolayısıyla Tanrı, bütün varlığın kaynağıdır. Bir şeyin, varlık anlamının bütününe kaynaklık edebilmesi için kendisinin varlığı zorunlu olmalıdır. Bu sebeple Tanrı, zatı gereği zorunlu varlıktır. (…) Tanrı’nin başka bir şeye muhtaç olması düşünülemeyeceğine göre, O ezelden beri âlemi var ediyor veya ezelden beri ona varlık veriyor demektir.” (s.91-92)

“Tanrı’yi varlık veren bir ilke olarak kabul etmeyen herhangi bir âlem açıklaması, felsefe geleneğine göre yanlıştır. Modern bilimin, klasik dünyadaki hakim bilim geleneğinden en önemli kopuşlarından biri budur.” (s.96)

Mevlânâ Celâleddin Rûmi’nin “Fîhi Mâ Fîh” adlı eserinden (Tercüme:Ahmed Avni Konuk, Hazırlayan: merhum Dr.Selçuk Eraydın, İz Yayıncılık 8.Baskı, 2009) alıntılar

 

“Bu güzel eserin gönüllerimizin inbiği, kimliğimizin mühürü, uzun ve meşakkatli hayat yolumuzun rehberi olması dileğimizdir.” (merhum Dr. Selçuk Eraydın, ‘Takdim’ başlıklı bölümün son cümlesi, s.X)

“Merhum Ahmed Avni Konuk (m.1868-1938) beyefendinin mütercimi olduğu bu eseri neşretmemize iki husus sebep olmuştur. Bunlardan birincisi tercümeleri ona ait olan bütün eserleri neşretme düşüncesiyle yola çıkışımızdır. İkincisi ise millî kültürümüzün bir bütün içinde devamını sağlamak ve onu ileriki nesillere aktarmaktır.” (s.XII)

“Hz.Mevlânâ’ya göre Kur’ân-i Kerim eskimeyen, zaman ve mekân sınırını aşan ve hiç tükenmeyen bir kelimâtullahtır. Müslümanlar eskidikçe kendilerini hep yeni kalacak olan Kur’an-ı Kerîm’le yenilemelidir ” (s.XV)

“Mevlânâ sûreti cemâd (taş, maden gibi cisimler) hükmünde mütalaa eder ve sadece sûreti gören kimsenin manâya yol bulamayacağını; yalnızca sûreti gören kimselerin, hangi yaşta olurlarsa olsunlar, yolun çocukları mesâbesinde bulunduklarını söyler.” (XV)

“Mevlânâ’ya göre ameli amel ile, ilmi ilim ile, sûreti sûret ile ve manâyı manâ ile anlamak mümkündür.” (s.XVI)