Mart 2022 Posts

Neden hep ‘alıntılar’?

 

Bu soruya sıkça muhatab oluyorum. Yazılarımı üstâd veya usta bildiğim kimselerin kitaplarından, yazılarından alıntılama yaparak oluşturduğum okuyanlarca bilinmekte. Onların kitaplarından ve/veya yazılarından ilgilenenleri haberdar etmek böylesi yazılar için elbette bir gerekçe. Aynı zamanda yazı kaleme almak zevkine sahip kimseler için de bu tür yazılar oluşturma kendilerini ilgilendiren bir durum olsa gerek. Zevk alıyor ki, yazıyor. Hem okuyor hem yazıyor üstelik.

Fakat benim bu yazıyla asıl üzerinde durmak istediğim, buradan kalkarak, bir olumsuz gerçeğe işaret etmek. O gerçek maalesef birilerinin kendilerini hak etmedikleri, lâyık olmadıkları bir seviyede ve yetkinlikte görmeleri, yetenekleri ve birikimleri olmadığı halde üstadlığa özenmeleri, kitap ve yazı yazmaya, sosyal medyada konuşmalar yapmaya kalkışmalarıdır. Öylelerini gördükçe, hele onları bu taraftarıyla daha bir tanıdıkça üzülmemek elde değil.

Mahmud Erol Kılıç’ın “Anadolu Tasavvuf Tarihine Notlar-I- OsmanlıDönemi-Cumhuriyet Dönemi” kitabından ( Sufi Kitap, 1.Baskı: Nisan 2016) alıntılar

 

“617/1220 yılındaki Moğol istilası esnasında, bazı servislerle beraber Hemedan’dan kalkıp Erbil-Musul üzerinden Anadolu’ya geçen ‘Necm-i Râzî’ veya ‘Necm-i Daye’ lakapları ile tanınan Şeyh Necmuddin-i Râzî, önce Kayseri şehrine yerleşerek orada Farsça meşhur eseri Mirsâdül İbâd‘ı yazmaya başlayacak ve 628/1230 yılında Sivas’ta iken bu eserini tamamlayacaktır. Bu kitabının başında (s. 20-21), Anadolu’da irfan ehli için güzel bir ortam bulunduğunu şu sözlerle dile getirir: ‘Müslümanlar emniyet, asayiş ve huzuru Selçuklu hanedanının mübârek sancağının gölgesi altında buldular. Bu dindar padişahlar zamanında yapılan medreseler, zâviyeler, kervansaraylar, hastaneler, köprüler ve diğer hayır müesseseleri hiçbir devirde meydana getirilmemiş, âlimlere, zâhidlere ve halka gösterilen himaye ve şefkat, hiçbir zamanda bu derece olmamıştır.” (s. 10-11)

“Dâye Malatya’da iken Abbasî halifesinin elçisi olarak Konya’ya gitmekte olan Şeyh Ebu’l-Hafs Sühreverdî kendisiyle görüşmüştür. Konya’ya geldiğinde ise hem Mevlânâ hem de Konevî ile görüşür. Hatta Câmi’nin naklettiğine göre, o buluşmada namaz kılarken imamlığı Dâye yapmış her iki rekâtta da ‘Kâfirûn’ süresini okuyunca Mevlânâ Konevî’ye dönerek, ‘birini senin için diğerini de benim için okudu herhalde,’ diye latife yapmıştır. Dâye, yaklaşık otuz beş yıl Anadolu (Bilâd-ı Rum) topraklarında yaşamıştır ki bu az bir süre değildir.” (s. 11)

“Selçuklu sultanlarının meşayıha olan hürmeti tıpkı bir şeyh-murid ilişkisi gibiydi. Mesela I. Gıyaseddin Keyhüsrev (ö. 1211) ikinci kez tahta geçer geçmez ilk iş olarak Şam’a gitmiş olan Şeyh Mecdüddin İshak’i yanına çağırarak hem en önemli danışmanı hem de çocuklarının hocası yapmıştır. (…) Bu şeyh Mecdüddin, Sadreddin-i Konevî’nin babasıdır, aynı zamanda Şeyhü’l-Ekber ünvanıyla maruf olan Muhyiddin İbn Arabî’nin dostudur. Vefatından sonra oğlu Sadreddin’in yetiştirilmesini dostu İbn Arabî üstlenecektir ki bu olay aslında ‘Ekberiyye’ fikirlerinin hem Anadolu hem İran coğrafyasında yaygınlık kazanmasının başlangıcıdır.” (s. 11)

“Niçin tarihe gömülmüş totaliter rejimlerin ürettiği ufuklardan bahis açma zorunluğu duyuyorum? Bunu bilhassa yaşadığımız günleri anlayabilmek için yapıyorum.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında çıkan “BOL KESE BOŞ KESEDİR” başlıklı ve 1 Şaban 1443 (4 Mart 2022) tarihli yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=112&KatId=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalardan (başlık da aynı yazının başlarından bir alıntı) oluşacak bu yazı.

” Rusya’da Çarlık düzenine son veren Bolşevikler değildi. Kurtarılması gereken yerin Rusya değil dünya olduğuna hükmedenlerin hedefinde dünya ihtilâli vardı. Bolşevikler bütün dünyanın Rusya’yı örnek alacağına inanmasalar nefes alamazlardı. Faşistler modern çağ tarafından imal edilmiş İtalyanlara Roma İmparatorluğunu geri verecekti. Naziler Almanlara bin yıllık hayat sahası vaat ediyordu. Neler söylüyor, hangi telden çalıyorum ben? (Devamı olan iki alıntı cümle başlıkta.) Yaşadığımız günler elektronik teknologi üzerinden insanın içine işlemiş acımasızlığı yaradılışın en sahici kısmı gibi gösterme çabalarıyla dolu.
Bu çabalarda isabet bulmak herkesin içine düştüğü tuzaktan doğuyor. Dikkatinizi Turgut Özal’lı yıllarda zihinleri meşgul eden ‘alternatifsizlik’ kavramına çekmek isterim. (…) Yerinde suali nelerin döndüğüne değil, nelerin döndürüldüğüne odaklandığımız şartlarda bulabiliriz.

Osmanlı devlet ricali iki etnik unsurdan yeniçeri ocağına oğlan devşirmekten imtina etti. Gayri-Müslim Araplar ve Grekler. Niçin bu iki unsur? Çünkü her ikisinin de geçmişinde hesap dışı tutulamayacak devlet tecrübesi var. (…)
İngiliz emperyalizmi yürürlükte olmasaydı ne Yunan kuvvetleri İzmir’e çıkabilecek, ne de emperyalizme yem olacak Araplardan bahis açabilecektik. Bolşevikleri, Faşistleri, Nazileri de zikre gerek duymayacaktık.  (…) Kurulu düzen hegemonyasının kurbanlarının yanı sıra bir de dünyanın süsünden yansıyan her parıltıyı ümidi haline getirmiş insanlar var. Bunlar da karşımıza sanatçı, bilgin, filozof ve giderek devlet adamı kıyafetinde çıkıyor.

“Ahlâk / Yeni Bir Yaklaşım” isimli Ömer Türker’in kitabından (Ketebe Yay., 4.Baskı Ekim 2020) alıntılar

 

“(…) Nihayet hem iyilik ve kötülüğün hem de iyilik ve kötülüğe ilişkin bilgilerimizin kaynağının ilâhî bir varlığı gerektirip gerektirmediği, ahlâkî davranışlarımızı açıklamak için kullanmak durumunda olduğumuz gaye, yetkinleşme, mutluluk ve hoşnutluk gibi kavramların fiziksel dünyanın ötesine geçip geçemeyeceği ise ahlâkın metafizik teorilerle ilişkili yönünü oluşturur.” (s.11)

“İslâm geleneğinde ahlâk düşüncesi, İslam’ın bir din olarak doğuşu ve zamanla büyük kültür ve düşünce geleneklerine dönüşmesi sürecinde oluşmuştur. Dolayısıyla onun dayandığı bilgi, fizik, toplum ve metafizik teorileri, klasik dünyanın öğretileridir. (…) Ahlâk söz konusu olduğunda her ne kadar İslâm geleneği klasik dünyadaki iddialarını sürdürmeye devam etse de eski konumundan epeyce uzaklaşarak teorik seviyede ahlâkî bilinci ve pratik seviyede ahlâki davranışı üretme kapasitesini ancak sınırlı bir şekilde koruyabilecek duruma gerilemiş ve evrensel seviyede norm koyma kapasitesini kaybetmiştir. Hiç kuşkusuz bunun nedeni, ahlâk teorisinin temelini oluşturan bilgi, fiziksel dünya, toplum ve metafizik alanlardaki üretim gücünü kaybetmiş ve bu alanları üreten zihinlere bağımlı hale gelmiş olmasıdır. (…) “(s.12)

“(…) Sadrüşşerîa’nin Tavzîh‘iyle tatışmanın bilhassa Osmanlı döneminde yeniden bir özgür irade ve teklif meselesi olarak canlandığı ve varlığını uzunca bir süre devam ettirdiği görülür. Bu tartışmanın klasik dönemde ortaya çıkardığı en önemli tartışma konularından biri, ‘ahlâki önermeler’in tahlilidir. Günümüz ahlâk terminolojisinde meta-etik tartışmalara tekabül eden ve ahlaki kavram ve yargıların aklî dayanaklarını, evrensel karakterini, olgusal karşılığını belirlemek bakımından hayati bir önemi haizdir.”(s.13)

Turan Koç’un hazırladığı “İbn Arabî Geleneği ve Davud el-Kayserî” isimli kitaptan (insan yayınları, birinci Baskı 2011) bazı alıntılar

 

“(…) Özetlemek gerekirse, Hind Altkıtası’ ndaki Fusûs şerhi geleneği bağlamında İbn Arabî okulunun en etkili yazarı Kayserî’dir. Kayserî karşısında olsa olsa Câmî etkili bir şahsiyet olabilir; ancak incelemelerim beni, en azından Fusûs araştırmaları alanında, Kayserî’nin etkisinin daha yaygın olduğu ve Altkıta’daki Fusûs şerhi geleneğinin Kayserî’nin etkisinin hayır ve bereketi altında geliştiğini düşünmeye sevk etmektedir.”(s.58)

“İslâm dünyasının ârifleri söz konusu olduğunda, bu âriflerin en önemlilerinden biri nazarî (teorik) irfanla ilgili meselelerin ortaya konması hususunda öne geçer.Bu isim İbn Arabî’dir. O’nun yazdığı eserler arasında Fusûsu’l-Hikem en özlüsü sayılmaktadır.