Mayıs 2022 Posts

Mahmud Erol Kılıç’ın “Evvele Yolculuk” (konuşan: Sadık Yalsızuçanlar) kitabının (Sufi Kitap 1.Baskı 2008) ilk sayfalarından alıntılar

 

” (…) Nazarî tasavvufun tarihi bir bakıma Muhyiddin İbnü’l-Arabî ile başlıyor. Bunu sorduk hocaya. İrfanî geleneğin gürbüz damarları Şeyh-i Ekber’den mutlaka beslenmiştir ve bu etki günümüzde de sürüyor. (…)” Sadık Yalsızuçanlar , “İrfanî Geleneğe Yolculuk” başlıklı yazıdan (s.7-8).

“(…) Ah gönlüm bir bilseydi, bir bilseydi / Hangi yollara düştüler, nasıl aştılar dağları? (…)” İbn Arabî (s.9)

“(…) Bizim kanımız gama haramdır. Yani gam bize diş geçiremez, kanımızı dökemez. (…) ” Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (s.10)

“Akıl insanların bağıdır, aşk bu bağları çözendir. Akıl der ki: Taşkınlık etme! / Aşk der ki: Teklifsiz davran! Şems-i Tebrizî (s.11)

“(…)Ariflerin aşka yönelik yaklaşımlarında ontolojik (varlıkbilim ile ilgili -a.a.) bir mahiyet bulunmaktadır. Yani insan adeta bu yaratılmış âlemde kaynağından, kökeninden kopmuş, gurbete düşmüş bir vaziyettedir. (…) Anlık zevklerin hep bir sonu vardır. Oysa bakî mutluluk insanın kendi aslını bulmasıyla alâkalıdır. Buna da İslâm ârifleri ‘Kişi kendini tanırsa ancak Rabbini tanır‘ gerçeğinden bakarlar. Bu kozmik anlayışa göre Allah Âdem’i yarattığında bütün isimlerini O’na yüklemiştir. Diğer canlılar Allah’ın ancak bazı isimlerini alabilmişlerdir, ‘küllü’nü alamamışlardır. Bazı isimler ortaktır bütün mahlûkâtta. İster cansızlar (denilenler), isterse bitkiler olsun, ister hayvanlar, isterse insanlar olsun bazı ilâhî esmâ (isimler) hepsinde müşterek iken bütün isimlerin tamamını birden yüklenebilir, tasıyabilen sadece insan olmuştur. Mesela, tabiattaki bir ağaçta Cenâb-ı Allah’ın ‘konuşan’ manâsındaki ismi dediğimiz ‘el-Mütekellim‘ isminin zuhura gelmediğini görürüz. Ama insanda Allah’ın ‘el-Mütekellim’ ismi bulunmaktadır. Yani insan o anlamda sözler sarf edebilen bir varlıktır. (s.18-19)

“Kelamcılara göre esas itibarıyla insanı insan yapan şey, ilahi teklife mazhar olmasıdır.”

 
Ömer Türker’in “Ahlâk Yeni Bir Yaklaşım” isimli kitabının (Ketebe Yayınları, 4.Baskı 2020) 1. Bölümü’nün birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak. İlk alıntı da o bölümden(s.28) olup bu yazının başlığını teşkil etmektedir.

“Özellikle felsefi nefs teorisini benimseyip yeniden yorumlayan İbnü’l-Arabî, ezelî istidat teorisiyle idealist bir insan tasavvuru vazeder. Fakat genel olarak dinî düşünce geleneği, insanın hem ilahi müdahaleye açık olduğunu hem de tercihlerinin dünya ve ahiret hayatını şekillendirmekteki etkisini dile getirerek insanın aşkın yönünü kabul etmekte birleşir. Böylece ister çoğunluk kelamcılar ve sufilerde olduğu gibi düalist bir görüşü savunsun isterse Ebû Hâşim el-Cübbâî ve takipçileri gibi insanı bildiğimiz maddi bünyenin bütünlüğünden ibaret saysın, dini düşünce geleneği insan hakkında indirgemeci ve bilinemezci tutumlardan uzaktır. İnsan onların tamamına göre, gündelik hayatı idame ettirmesini sağlayan bir idrakten Tanrı ve varlık hakkında farkındalığa erişme kabiliyetine yahut temyiz gücüne sahip bir zattır. (…) Din âlimleri genel olarak insanlığın farklı durumlarının, ilahi takdir ile insanların tercihleri arasındaki gerilimden meydana geldiğini söylemeye yatkındır. Bu söylem ise hem bütün maddi unsurları hesaba katmaya hem de olabilecek bütün metafizik ihtimalleri dikkate almaya elverişlidir. (…) Bu sebeple dini düşünce geleneği Kur’ân’daki insan anlatısının da zâhirinden destek alarak insanlık tarihini, bir yandan vahiy sayesinde hakikat bilgisinin ve bu bilginin gereğinin tahakkuk edip etmemesinin tarihi olarak değerlendirir. (…)

Şu halde İslam’da bütün düşünce gelenekleri, insanın canlı olmak noktasında diğer hayvanlarla ortaklığını kabul etmekle birlikte, düşünme ve temyiz gücüyle ayrıştığını düşünür. (s.28-29-30)

“Sûfîlerin iddiasının farklı tarafı, müminde pratikler sayesinde Allah’a, insana ve Allah-âlem ilişkisine dair marifet oluşacağı kabulüdür.”

 

Ömer Türker‘in “İslam Düşünce Gelenekleri Kelam-Fesefe-Tasavvuf ” kitabının (Ketebe Yayınları, 2. Baskı 2021) III. Bölüm’ünün (Tasavvuf Geleneği) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı. İlk alıntı (s.110) da bu yazının başlığını teşkil etmiş durumda.

“Bütün dinî düşünce geleneği, Hz.Peygamber’de (sallallahu aleyhi vesellem) dile gelen ilahî hakikatle nasıl irtibat kurulacağı ve bu hakikatin nasıl anlaşılıp bir yaşam formu haline dönüştürüleceği sorularına cevap olarak ortaya çıkmıştır. Zira Müslümanlar Kur’an ve Sünnet’i anlamayı daima bir tür hakikat idraki olarak değerlendirmiştir. (…)” (s. 109)

Müellifi Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, mütercimi Ahmed Avni Konuk, yayına hazırlayanı Selçuk Eraydın olan “Fîhi Mâ Fîh” isimli kitaptan (İz Yayıncılık, 8. Baskı, 2009) seçtiğim sözler

 

“Bu güzel eserin gönüllerimizin inbiği, kimliğimizin mühürü, uzun ve meşakkatli hayat yolumuzun rehberi olması dileğimizdir.” (Bu kitabı yayına hazırlayan merhum Dr. Selçuk Eraydın’ın (1937-1995) kitabı TAKDİM yazısının son cümlesi.” (s. X)

“Ham ervâh (ruhlar) olanlar pişkin ve yetişkin zevatın halinden anlamazlar. O halde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm.” (s.2)

“Ma’lûm olduğu üzere ehlullah cevâmiu’l-kelimdir (birçok manâyı kendinde toplayan).” (s.3)

“AVNÎ der-i inâyetini devr edip durur, / Can ver inâyetinle o bî-rûh heykele.” (Mütercim-i hakîr Ahmed Avni el-Mevlevî; şiirin son iki mısrâsı, s.4) (der-i inâyet: inâyet kapısı)

“Ulemânın şerlisi ümera (emirler, devlet yöneticileri) ziyaretine gidenler ve ümerânın hayırlısı ulemâyı ziyaret edenlerdir.” (s.5)

Müellifi Abdülkerîm el-Cîlî, Mütercimi Abdülaziz Mecdi Tolun, Yayına hazırlayanları Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli ve Abdullah Kartal olan “İnsân-ı Kâmil” isimli kitaptan (İz Yayıncılık, 4. Baskı, 2015) alıntılar

 
“(…) Burada îzahı gerektiren bir mesele daha olup, o da Allah’ın kitabında ve ahâdîs-i şerîfede gelen karşılıklı meselelerdir. Misalleri: ‘Sen sevdiğini hidayet edemezsin (doğru yola getiremezsin); fakat Cenâb-Hak istediğini hidâyet eder’ manasına olan (Kasas, 27/56) âyeti ile; ‘Sen elbette sırât-ı müstakîme hidâyet edersin’ (Şûrâ, 42/52) âyeti. Keza manâları ‘Allah’ın evvela halk ettiği (yarattığı) akıldır; Allah’ın evvela halk ettiği kalemdir; Allah’ın evvela halk ettiği, ya Cabir Peygamber’inin nurudur.’ Bunlar birbirlerine mukabil (karşılık) gelmiştir. Bu gibi karşılıklı meselelerde tarzların en güzeli, tam olanı ne ise oraya isnat etmekle anlamlandırırız.(…)” (s.35) “(…)İnsân-ı Kâmil’in izâhâtı olmadıkça işaret olunan(Kitâb)ı halletmek mümkün olmadığı gibi, Hak Teâlâ ve tekaddes hazretlerini de isimleri ve sıfatları cihetinden, başka sûretle marifete(tanımaya) yol yoktur. Kul evvela Hakk’ı, mutlak sûrette, isimleri ve sıfatlarında görüp, daha sonra muhakkak surette olarak zât marifetine terakkî eder.(…)” “Manzûmenin tercümesi’nden: ‘Yâ Rabbi! Seni idrakte hayretteyim! / Aşkın yolunda yollarım daraldı. / Aklın tedbîrin husûl-i emelime yardımı yoktur./ Ya Rabbi!kalbim seni nasıl tahammüle kuvvet bulabilsin? (…) ‘Ben mevcûd değilim’ desem, rûhumun madûm olması lâzım gelir./ Halbuki rûhum kavlimde ve amelimde mevcuttur./ ‘Mevcûdum desem yine yalan söylemiş olurum / Nasda illet-i mucibesiz hiçbir mevcud görmedim.’ ” (s.48) Bâb-ı evvel / Zât Hakkındadır Ey hakîkat talibi bil! Mutlak zât, isimler ve sıfatların varlıkta değil, belki taayyünde aslı ve kendisine dayanılan şeydir. Her isim yahut sıfat ki, bir şeye dayanmıştır, işte o şey Zat’tır. (…) Mevcud iki türlüdür. Biri sırf mevcuddur, o da Zât-ı Bârî’den ibarettir; diğeri ademe(yokluğa) katılmış olan mevcuddur, bu da mahlukat zâtından ibârettir. Mukaddes ve müteâlî(yüce) olan Hakk’ın Zatı’na gelince: O kendinin ulu varlığı olan nefsinden ibarettir. Çünkü Zâtullah nefsiyle kaimdir. Hüviyetiyle isimlere ve sıfatlara müstehak olan o Zât’tır. Kendindeki her bir kudsî manâ ile gereken her suretle (tasavvur eder) sûretlenir.(…) (s.52)