Temmuz 2022 Posts

“İbrahim Hakkı ve Marifetname’ye Dair” başlıklı merhûm Orhan Okay’in “Sanat ve Edebiyat Yazıları” isimli kitabındaki (Dergâh Yayınları, 1.Baskı 1990) bir yazısından alıntılar

 
“Şöhret çok defa kendisini arayanların peşine takılıyor. Ama her zaman şöhretin arkasına düşmek de meşhur olmak için kâfi değil. Şöhretin bildiğimiz, bilmediğimiz daha başka şartları da olsa gerektir. Mesela Avrupa ilim tarihinin büyük şöhretlerinden İngiliz Chambers 1680 de, Fransız De la Mettrie 1709 da, Diderot 1713 de, D’Alembert 1717 de doğmuşlardır. Aşağı yukarı aynı yıllarda 1703 de Erzurum’un Hasankale’sinde doğan İbrahim Hakkı Efendi ise ne asrında ne de bugün hakkı olan şöhrete kavuşabilmiştir ! Bu, Batı karşısında Doğu’nun, Doğu içinde Osmanlı’nın ve Anadolu’nun kaderidir. İbrahim Hakkı Efendi’ye dair şu kısa yazıda bu talihsizliğin üzerinde durmak yersizdir. Yalnız şurasını belirtmek isterim. Batının biraz evvel zikrettiğim şöhretleri ile İbrahim Hakkı Efendi arasındaki münasebet, aynı yıllarda yaşamış olmalarından ibaret değildir. Aynı zamanda ‘ansiklopedi’ dediğimiz büyük çalışma mevzûunda da müşterektirler. Chambers, D’Alembert, Diderot ve De la Mettrie 18.asrın yani Aydınlıklar denilen devrin getirdiği bilgi ve görüşlerden faydalanarak ‘ansiklopedi’yi meydana getirirlerken, İbrahim Hakkı Efendi hemen aynı yıllarda Batı’nın imkânlarından ve hiç şüphesiz ilim alanında ulaştığı seviyeden habersiz, kendi mütevazı kültür çerçevesi içinde ansiklopedisini yazıyordu. Bu ansiklopedinin adı Marifetname idi. Marifetnamenin yalnız fihristinin incelenmesi eserin azametini ve ehemmiyetini gözönüne koymaktadır. Tabiatiyle burada bütün bahisler İslâmî bir çerçeve içinde mütalaa edilmiş, fakat devrin bir çok yeni bilgilerinden de uzak kalınmamıştır. Nitekim gök ilimleri bahsinde ‘Hey’et-i İslamiye’ başlığı altında dinî astronomi bilgileri verilirken, Hey’et-i Cedide başlığı altında da modern astronomiye temas edilmiştir. Dinî astronomide kâinatın yaradılışı arş, Kürsi, levh, kalem, sidre, tûbâ gibi İslamî kültür çevresinde kalan kavramlar izah edilmiştir.(…) Bütün bu hususiyetleri ile Marifetnâme’nin,maalesef henüz yazılmamış olan Türk ilimler tarihinde mühim bir yeri olacağı kanaatindeyim. Ancak bu teferruatlı müsbet ilimler deryasına dalması, İbrahim Hakkı Efendi’nin mistik bir vecd içerisinde ilahî aşkı dile getirmesine mani olmamıştır. İşte onun yakın zamanlara kadar Kadirî-Geylânî âyinlerinde bir ilahi olarak okunan, İslâmî tasavvuf çerçevesi içinde ilahî aşkı terennüm eden şiirlerinden birinin birkaç yerinden alıntılar: (…)/ Sen beni divane kıldın âkıbet / Aşk-ı bipervaya mahrem eyledin / Akldan bigâne kıldın âkıbet / (…) Hamr-ı Vahdetten içirdin tab’ıma / Ruhumu peymane kıldın âkıbet / (…) Ey Fakirullah bu Hakkı bendeni / Âşık-ı ferzane kıldın âkıbet ” (a.g.e, s.108-109)

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “İBNÜ’l-ARABÎ, Muhyiddin Tasavvuf ve İslam düşünce tarihinde büyük etkileri bulunan sûfî müellif” maddesinden (yazan:Mahmud Erol Kılıç) alıntılar

 

17 Ramazan 560 (28 Temmuz 1165) tarihinde Endülüs’un güneydoğusundaki Tüdmîr bölgesinin başşehri olan Mürsiye’de doğdu. (…) Babası Ali b. Muhammed, Abbasi Halifesi Müstencid-Billâh’ın kumandanı ve yöre valisi Muhammed b. Sa’d İbn Merdeniş’in hürmet ettiği bir kişiydi, aynı zamanda filozof İbn Rüşd’un yakın arkadaşıydı. İbnü’l-Arabî babasının çok Kur’an okuyan, fıkıh ve hadis ilmiyle uğraşan takva sahibi bir zat olduğunu, Nur isimli annesinin ise ensar soyundan geldiğini, Fatıma bintü’l-Müsennâ adlı bir kadın Veli’nin sohbetlerine katıldığını söyler. (…) İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini takdir edenler onun tasavvufta otorite oluşunu kendisine ‘Şeyhü’l-Ekber’, dini ilimlerde müceddid oluşunu da ‘Muhyiddin’ lakaplarını vererek ifade etmek istemişlerdir. (…) İbnü’l-Arabî İşbiliye’de böyle bir kültür ortamında buluğ çağlarında bir manevî işaretle inzivaya çekilip kendi iç âlemindeki hazineleri ortaya çıkarmaya karar verdiğini, bazan on dört ay kadar süren bu halvet ve riyâzetlerin neticesinde marifet kapılarının kendisine yavaş yavaş açılmaya başladığını söyler (el-Fütûhât, l,616)

Mâverdî’nin “Yüce Hedefler Kitabı”diye çevrilen (Çeviri: Bergamalı Ahmed Cevdet Efendi, Hazırlayan:Yaşar Çalışkan, Büyüyenay Yayınları 1. Baskı: Şubat 2012)

 

“İblis Hz. İsa’ya görünür. ‘Ey İsa, sen itikad ediyorsun ki Cenâb-ı Hak takdir etmedikçe sana bir musibet veya bela gelmez. Öyleyse şimdi bu akide ve inancının doğruluğunu göstermek için şu dağın zirvesinden kendini at. Kurtulman mukadder ise kurtulursun.’ Hz. İsa: ‘Ey mel’un. Allah için kulunu imtihan kudreti sabittir, vardır. Fakat kul için Allah’ı imtihan selâhiyeti hiç bir vakit yoktur, verilmemiştir.’ (…)

Abbas’ın oğlu Kuşem rivayet ediyor. Ebu Talib’in oğlu Ali’ye: ‘Semâ ile yer arasında ne kadar mesafe vardır?’ diye sorduklarında: ‘Kabul olunmuş duanın katedip çıktığı mesafe kadar.’ cevabını verdi. Bunun üzerine: ‘Doğu ile batı (mesrikla mağrib)

Fütûhât-ı Mekkiyye, c.15’den (müellif: İbn Arabî, çeviri: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık 2011) alıntılar

 

“Allah şöyle der: ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.’ (ez-Zariyat 51/56) Allah âyete sebeplilik bildiren edayla başlayıp iyelik zamiriyle bitirmiştir. Hz. Mûsâ’ya vahyederken şöyle der: ‘Âdemoğlu! Eşyayı senin için seni kendim için yarattım.’ (…) ” ‘Orucun bir benzeri yok, çünkü oruç O’na aittir’ denilir. O’nun da benzeri yok! En zelil varlık O’nun karşısında zelil olandır, çünkü zillet ve horluk, izzeti karşısında zelil olunanın değeriyle bağlantılı bir şekilde tezahür eder. Allah’tan daha çok izzet sahibi olmadığına göre O’nun karşısında zelil olandan daha zelil yoktur. Buna mukabil O’nun karşısında zelil olan kimse başkasının karşısında zelil olmaz.” (s.21-22)

“Allah Ebu Yezid’e ‘Bana ait olmayan zillet ve yoksullukla bana yaklaş!’ demiştir. Kim Allah için nefsiyle olursa, şerefli bir şekilde zelil olsa bile başarısızlığa uğramaz. (…) Nefsine ait bir konuda zorlanmışsa, bu halinde -Allah için değil- kendisiyle birliktedir. Böyle biri sürekli ve zorunlu bir başarısızlık içindedir. (…). ‘Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ ” (s.23)

Merhûm Mehmed Zâhid Kotku’nun “Tasavvufî Ahlâk” kitabından (Elif Matbaacılık, cilt 1,1975) alıntılar

 

“İnsan yeni bir çamaşır veya elbise giyinirken nasıl yıkanıp temizlenerek dışını temizlerse, okuyacağı evrâd (‘vird’in çoğulu / tasavvuf ehlinin okudukları dua) ve ezkâr (‘zikr’in çoğulu) için de abdest alıp günahlardan pâk olur. Ancak iç kısmın da günahlardan pâk olması için güzel bir tevbe lâzımdir. İstiğfarlar pek güzel bir tevbedir. Efendimiz (s.a.s) hazretleri de bütün günahlardan âri (soyutlanmış) olduğu halde sırf ümmetine ve bizlere örnek olmak için, hem de dereceler terfîine vesile olacağından günde yüz kere istiğfâr buyururlardı. (…)” (s. 5-6)

“İmam Tirmizî’nin beyan ettiği bir nebevî hadîsde, kıyamet gününde ilahî katda kulların en faziletlisinin kim olacağı sualine karşı, Ezzâkirûn-Allâhe zikren kesîra (Allâhu teâlâyı çok çok zikredenlerdir) buyurulmuştur.” (s. 9-10)

“Hz. Eb-üd-Derdâ (r.a.)’ın rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte (et-Tergîb, c.II s.449) şöyle buyrulmuştur: Bir kimse günde yüz kere ‘Lâilahe illallah’ derse, kıyamet gününde Allahu Teâlâ hazretleri o kulunun yüzünü ayın ondördüncü bedir gecesindeki parlaklığı gibi ba’s ve haşr edecek (diriltecek) ve sevâb yönünden onun amelî derecesine hiç kimsenin ameli ref’ olunmayacaktır (yüceltilmeyecektir).” (s. 16)