Kasım 2022 Posts

Kerîm(cömert, verimcil)Kur’ân’dan ma’nâları ile (meâlen) beş âyet

 

“(Siz, münâfıklar!) Sizden öncekiler gibisiniz ki, onlar kuvvetçe sizden daha çetin, mal ve evlâtça sizden daha çok idiler. Onlar dünya hayâtından nasipleri kadar zevk sürmeye bakmışlardı. İşte sizden öncekiler, nasıl nasiplerince zevk sürdülerse, siz de öyle nasibinizle zevk sürmeye baktınız. Siz de onların daldığı gibi daldınız. Onlar öyle kimselerdir ki, dünyada da âhirette de yapıp ettikleri boşa gitmiştir. Ve işte bunlar hüsrâna uğrayanların ta kendileridir.” (Tevbe Sûresi, 69. âyet)

Rablerini inkâr edenlerin hâli şudur: Amelleri(işledikleri) fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu bir küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi ellerine geçiremezler. İşte Hak’dan uzak olan sapıklık budur.” (İbrâhim Sûresi, 18. âyet)

Bu dünya hayatı bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise, hakikî hayat odur. Ne ki, bilselerdi!..” (Ankebût Sûresi, 64. âyet)

Onları göreceksin ki, ateşe atılırken zilletten boyunlarını bükerek göz ucuyla bakarlar. İman etmiş olanlar da ‘Gerçekten hüsrâna uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem ailelerini hüsrâna düşürenlermiş!..’ diyecekledir. Dikkat edin! Zâlimler daimî bir azap içindedirler!” (Şûra Sûresi, 45. âyet)

Ve işte sana böyle emrimizden bir ruh (Kur’ân) vahy ettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Lâkin biz onu bir nur yaptık. Onunla kullarımızdan dilediklerimize hidâyet veriyoruz, ve muhakkak ki sen doğru bir yolu gösteriyorsun.” (Zühruf Sûresi, 52. âyet)




“Fusûsu’l-Hikem’in Sırları”nda ‘Muhammed Fassı’ndan(s.162-172) (Müellif : Sadreddin Konevî, Çeviren: Ekrem Demirli; 1.Basım: 2014, Kapı Yayınları 410, Sadreddin Konevî Kitaplığı 1) alıntılar

 
‘Küllî Hikmet’ Şeyhimiz (r.a.), bu hikmeti ‘küllî hikmet’ ve ‘ferdî hikmet’ diye isimlendirmiştir. Her iki ismin de bir sırrı vardır. Bunları, Muhammedî kemâlin sırrını, kaynağını, câmiliğini ve son oluşunu, peygamberlerin paylarının ve âyetlerinin onun mucize ve Hak’tan olan payına nispetinin sırrına dikkat çeken kaideyi öğrendiğinde anlarsın. (…) Her şey belirli bir açıdan ve özel bir itibar ile Hakk’ın bir mazharıdır (zuhur yeri -a.a.-); kendileri ile mümkünlerin var olduğu bu itibar ile ve bu açıdan Hakk’ın bir ismi taayyün eder. Bu ismin özelliği şudur ki, bu varlık Hakk’a ancak bu itibar ile ve bu açıdan istinat eder. Her varlığın Hak ile olan durumu böyledir. Şu var ki, Peygamber ve Ehlullah’ın büyükleri ile diğerleri arasında fark vardır. Çünkü peygamberler ve büyükler küllî isimlerin mazharıdır. (…) Hz.Peygamber (a.s.) kıyâmet hadisinde buna işaret etmiştir: ‘Bir peygamber gelir, yanında üç-beş kişi; bir peygamber gelir, onunla iki kişi; bir peygamber gelir, onunla bir tek kişi; bir peygamber gelir, onun yanında hiç kimse yoktur.’ (…) Ehlullâh’ın büyüklerinin ulaştığı son nokta, Hak ile irtibatlarının birinci taayyüne çıkmasıdır. (…) Bazıları onu ‘vücûb hükümleri’ diye isimlendirir; bunlar itibar ve haysiyetlerin neticeleridir. (…) Hz.Peygamberimizin ve onun kâmil vârislerinin ‘sıfat ve isimlerin kaynağıdır’ dediğim birinci taayyün ile ilişkisi diğer insanlardan farklıdır. (…) Onlar Hak’tan başka kimsenin bilmediği bir hal ile diğerlerinden ayrılırlar. Bu özel hali, insan-ı kâmil olması gerektiğini öğrendikleri kimsenin dışındakilere söylemezler; bu istidâda sahip kişiyi terbiye etmek için bu ve benzeri şeylere dikkatini çekerler. (…) Bu kimse bu bilgiyle Allah Teâlâ’nın ‘Biz peygamberleri birbirine üstün kıldık’ (Bakara, 253) âyetinin sırrını anlar. Buradaki üstünlük, çeşitli tarzlarda olsa bile, risâlet açısından değildir; nitekim Allah şöyle buyurmuştur: ‘Resûllerden hiçbirisini ayırt etmeyiz.'(Bakara,285) (…) Hz. Peygamber(a.s.) Efendimizin kelâma tahsis edilmesine, risâlet ve peygamberliğinin umûmiliğine, bütün yeryüzünün mescit ve toprağının da ona temiz kılınmasına dikkat ediniz! (…) Ehlullah’tan muhakkik olanlar sütün, suyun, balın ve şarabın (içilecek şey) vehbî ilimlerin mazharları olduğunda ittifak etmişlerdir. (…) Bu ilim, Allah’ın yaratmasındaki ilk sebebidir. Allah’ın kazası ve kaderi ilmine tâbidir; ilminin ma’lûmlara ilişkinliği, onların hakikatlerinin gerektirdiği hâle göredir. Yaratıklarla ilgili hükmün ve onlara ilişkinliğin kaynağı ve başlangıcı ilimdir ve su da ilmin mazharıdır/zuhur yeridir.(…) Bu da Nuh(a.s.)’ın mucizesinin sırrıdır. Kelâm sıfatı, ilmin sûretlerinden birisi, bir nisbeti ve ondan bir paydır. (…) Bu sûret, ‘Kün (Ol’dan ibarettir. Bununla Hakk’ın yaratıklarına tesirinin kapısı açılır ve varlıklar, ilim mertebesi’nden, farklı cins, tür ve şahıslarına,eserlerinin dünya ve âhirette devamlılıklarına göre zuhur etmişlerdir. Bundan dolayı Hz.Peygamber’in (a.s.) mucizesi ‘kelâm’ olmuştur. Hak, Kalem-i Âlâ’ya ‘ilmimi kıyamete kadar yaratıklarım üzerine yaz’ diye buyurduğu için, sadece Kelâmın hükmü, Allah’ın bu âlemde varlığını takdir ettiği malûmların hepsini kuşatmıştır. Hz.Peygamberin risâlet ve şeriatı genel olduğu için, bütün arz, Hz.Peygamber’e ve ümmetine mescid, arzın toprağı da temiz kılınmıştır. (…)” (s.162-167 arasından)

Sadreddin Konevî’nin “Fusûsu’l-Hikem’in Sırları”diye Ekrem Demirli tarafından çevrilen eserinin (Kapı Yayınları 410 Sadreddin Konevî Kitaplığı 1, 1.Basım 2014) Eyyûb Fassı’ndan(s.139-142) alıntılar

 

Bu fassın başlığının (orijinal eserde) Türkçe çevirisiyle şöyle olduğu belirtiliyor ve ardından açıklanıyor:

“Eyyûbiyye Kelimesindeki ‘Gaybiyye’ Hikmetinin Açıklanması: Bu Fassın konusu, gayb âlemidir. İbnü’l-Arabî, fassın başında şöyle demektedir: ‘Hayat sırrı suya sirâyet etmiştir. Böyle olunca su, unsurların ve rükünlerin aslıdır. Bunun için Allah diri olan her şeyi sudan yaratmıştır. Varlıktaki her şey, diri olarak mevcuttur. Çünkü her şey Allah’ı tesbih ve hamdiyle varlıkta bulunur. Fakat bu tesbih ve hamd sadece keşf ile idrak olunur. Dolayısıyla her şey diridir ve her şeyin aslı sudur(s.139) GAYBÎ HİKMET ve EYYÛB (a.s.) PEYGAMBER Bu hikmetin ‘gaybî hikmet’ olarak isimlendirilmesinde iki büyük sır vardır ki, Allah’ın izni ile bunlara dikkat çekeceğim. Bunlardan birisi şudur: Belâ ve sıkıntılar, sûretleri açısından bütün insanlara göre elem vericidir ve nefse de tabiatlarına da uygun değildir; bunlara sadece gaybî âlemler ile ilişkisi güçlü olan, ilâhî ve nebevî haberleri tasdik ettiği veya hissin ötesindeki âlemlere muttali olduğu için netice ve ürünlerinin faydasını gözeten kimse tahammül edebilir.(…). Bu isimlendirmedeki diğer sır şudur:İnsan, kesin veya müşahedeye dayanan bir iman ile belâlara sabretmenin memnun kalınacak neticeleri olduğuna hükmetse bile, giden şeyin aynısının geriye dönmesi şart değildir;benzeri dünyada kendisiyle beraber olduğu halde telef olan şeyin aynısı nasıl ona döner ki!? Her iki sırrı da Eyyûb (a.s.)’ın hâli içermektedir. Bu makamın kapısını sana açtım, ehlinden isen içeriye gir! Eğer girersen, bütün teklif sırlarını, bedenî ve nefsânî sıkıntılı ibadet sırlarını öğrenir, teşvik etmenin gereğini, sadece âhirette veya dünyada veya her ikisinde bu amellere verilecek karşılığın sırrını anlarsın. (…) (s.139-140) KÂMİL İNSANLARIN BELÂ VE SIKINTILARI Peygamberlere ve Ehlullah’ın büyüklerine ulaşan belâ ve sıkıntılar üç kısma ayrılır; bunların her birisinin belli bir sebebi, hükmü ve neticesi vardır.(…); böylece söz konusu velî ve nebîler, makamlarının zevklerinin kendisiyle tamamlanacağı şeyi kabule istidât kazanırlar. Onlar bu zevkleri elde etmişler fakat tam olarak tahakkuk etmemişlerdir.(…) sadece bu makam ile ilgili zevkini ifade etmiş olan kimse, bu durumda, o makama hâkim ve onu ihâta etmiş değildir. (…) Eğer ilâhî kader ve tevfık, bu makamın gerçekleşmesinde şart olan amelleri işlemeye yardım ederse, bu makam gerçekleşir; yardım etmez, ömür de işlenmesi bu makamın gerçekleşmesi için şart olan şeyleri ifâda yeterli olmaz ise Allah bu makam sahibine belâlar gönderir, bu belâlara razı olmak, sabretmek ve nefsi Allah’tan başkasına şikayet edip bunları kaldırması için başkasından yardım talebinden engellemek suretiyle bu kişiyi rızıklandırır. (…)” (s.140-141)

Gökhan Özcan’ın “Kilitlenmiş zihin, alıkonmuş kalp” başlıklı,10.11.2022 tarihli Yeni Şafak’ta çıkan yazısından alıntılar

 

“Hayata can dikkatiyle baktığımızda, yaşadıklarımızı berrak bir dikkatle müşahede ettiğimizde her anı zihnimize ve kalbimize yeni zenginlikler katarak geçirmiş oluruz. Çünkü hayat bütün bunları sonsuz bir zenginikle sunar bize. Gözlerimizi elimizdeki, dizimizin ya da masamızın üstündeki, salonumuzun karşı duvarındaki ekranlara kilitlediğimizde bu olmaz. (…)

Ekranlardan bize ulaşan her şey bir ‘yapım’dır, bir ‘prodüksiyon’dur. (…) Bugün bize çeşitlilik gibi gelen bütün bu prodüksiyonlar, hayatın doğal yansımaları değil, birilerinin kendi bakış açılarıyla hükmettikleri birer kurgudur. (…)

Sanal ekran uygarlığında görsel idrakin egemenliği,insanı bir idrak ölümüne maruz bırakıyor.(…)

‘ Her gün milyonlarca insan (belki de artık milyarlarca demeliyiz) gününün belli saatlerini ekranlara bakarak, o ekranlardan akan kurgusal gündemle meşgul olarak geçiriyor. (…)’

Yine Mehmet Görmez hocamızın kitabından bir alıntıyla devam edelim: ‘Bu uygarlığın en büyük hareket noktası akıl değil, gözdür; en büyük eylemi, düşünmek değil, bakmaktır. (…) Göz bu uygarlıkta nazar ve müşahede aracı olmaktan çıkıyor; bir arzu, istek ve şehvet aracına dönüşüyor. Ve maalesef bu da beraberinde bencilliği, doyumsuzluğu, duyarsızlığı ve şiddeti doğuruyor. (…) Bu uygarlık insan hayatında görsel idraki egemen kılıyor. (…)

Ekran bağımlılığı diye başlayan ifadeleri hiç kimse üzerine almıyor, bu hep başkalarının başına musallat olan bir arıza gibi görülüyor. (…) O ekranlarla aramda baştan beri bir soğukluk bulunmasına rağmen, ben idrakimin selâmette olduğundan pek emin olamıyorum.”

“Fusûsu’l-Hikem’in Sırları”ndan (Müellif: Sadreddin Konevî, Çeviren: Ekrem Demirli, Kapı Yayınları, 1.Basım: Mayıs 2014) alıntılar

 

“O Allah en mahrem İzzet gaybının perdesinde, keskin basiret ve işlek düşüncelerin kendisini idrâk etmesini engellemiştir.

O Allah kendisine kavuşmak isteyen kimseleri de vuslatıyla doyurmuştur; onlar Hakk’ı Hakk’ın dışındaki her şeye tercih etmişler, güçlü ve büyük bir arzu ile Hakk’ı talep etmişlerdir.

(…)

Hak bu insanların taleplerine hemen icabet etmiş, afak (ufuklar -a.a.-) ve enfüs (nefisler -a.a.-) âyetlerinde kendilerine görünmüştür; böylelikle onlar da aydınlanmış kalplerle ve basiretli gözlerle, Hakk’ın bilgisi ve müşahedesiyle tahakkuk etmişlerdir.