Ocak 2023 Posts

“İslâm Felsefesi Hangi Anlamda Özgündür?”

 

Prof. Dr. İlhan Kutluer’in “Yitirilmiş Hikmeti Ararken” (İz Yayıncılık, 4. Baskı, 2017) isimli kitabının, bu yazının da başlığı olarak alıntıladığım başlıklı bölümünden yapacağım bazı alıntılamaların oluşturacağı bir yazı olacak bu.

“(…) İslâm felsefesini yapanlar ile yazanların anlam dünyaları tam olarak kesişmiyor olabilir; ancak bu geleneği üretenlerin özgünlükten anladıklarını yeniden keşfetme çabamız, öncelikle geleneğin ruhuyla paralellik taşımak zorundadır. Bizim bugünkü hareket noktalarımız ile İslâm’ın klasik çağında bir felsefe geleneği üretmeye çalışanların varmak istediği yer arasında bir gaye farkı varsa yaptığımız tartışmanın ne ölçüde sahici olduğu konusunda kuşkular taşımamız gerekir. Demek ki iki anlamlı varsayımı ortaya koymak durumundayız: a. İslâm filozofları genel felsefe etkinliğinin ruhuna uygun bir entelektüel gelenek inşa etmeyi özgün bir tutum olarak benimsemişlerdir; b. İslâm filozofları felsefî araştırmalarını genel felsefe tarihine anlamlı biçimde eklemlenebilen ve fakat kendine özgü nitelikleri haiz bir entelektüel etkinlik olarak kavramışlardır.

Abdülkerîm el-Cîlî’nin “İnsân-ı Kâmil” adlı eserinden sözler olarak bazı alıntılar

 

Mütercimi Abdülaziz Mecdi Tolun, Yayına Hazırlayanlar’ı (merhum) Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın, (günümüzde Prof.Dr.) Ekrem Demirli, Abdullah Kartal olan eser İZ Yayıncılık’dan 4. baskısı 2015’de yapılmış kitaptan düşündürücü bulduğum sözler olarak yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“İnsan, Allah’ın hâriçdeki en mükemmel mazharı (zuhur yeri), O’nun kendi sûretinde yarattığı varlık ve Hakk’ın kendisinde isim ve sıfatlarını gördüğü aynadır.” (s.16)

“Alemdeki her şey Allah’ın bir sıfatının veya her hangi bir isminin tecellisine mazhar olabilmişken, Allah’ın kendi sûreti üzere yarattığı insan Allah’ın birbirine zıt bütün isim ve sıfatlarını câmi olan bir mazhardır.” (s.17)

“Gülzâr-ı Sâminî Mektûbat I”den(Mârifet Yayınları) alıntılar

 

Osman Bedrüddîn Erzurûmî’nin ( ‘İmam Efendi’ olarak anılan kişi) iki cilt hâlindeki sohbetleri ve mektuplarından ibâret eserinin l. Cildinin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Tasavvuf, Allah’ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle tekrar ihyâ etmesidir.” (Cüneyd-i Bağdâdî) (s.24)

“Tasavvuf, keremli zamanda, keremli toplum içinde, keremli insandaki keremli ahlâktır.” (Muhammed b. Aliyyü’l-Kassâb) (s.24)

Tasavvuf, hallerin murâkabesi ve edebin muhâfazasıdır.” (Ebû Muhammed Cerîrî) (s.24)

Tasavvuf, kesintisiz Allah ile olmaktır.” (İmâm-ı Şiblî) (s.24)“Tasavvuf, uzaklığın kederinden sonra yakınlığın safâsıdır.” (Ebû Ali Ruzbârî) (s.24)

Tasavvuf, beşerî sıfatlardan çıkıp, melekî sıfatlar ve ilâhî ahlâk ile vasıflanmaya mahsus bir haldir.” (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) (s.24)

Tasavvuf, kulluğu bitirerek onun üstüne çıkmak değil, kulluğu boyuna yücelterek ilâhî huzûra ermek ve Allah’ı bilmek ve bulmak dâvâsıdır.”(Necip Fazıl Kısakürek) (s.25)

“Bir defasında, ‘Hâfız kurban, Şeyh-ül Ekber Muhyiddîn-i Arabî Hz.lerinin ‘Füsûs’ adlı eserinin şerh edicisi Abdüllâtif Bosnavî’nin kaleme aldığı ‘Vaiz Hocalarına Tavsiyem’ başlıklı rısâlesini okudum. Diyorlar ki: ‘Vâiz kürsüsüne çıkan hoca efendiler, cemaati Cennet nimetleriyle, hûri ve gılmanlarıyla sevindirip, arkasından Cehennemin müthiş ateşleriyle, azap meleklerinin korku yansıtıcı durumlarıyla, halkı bir taraftan sevindirip diğer taraftan korkutmaları doğru değildir. Peki nasıl olmalı ? Bir konu üzerinde durup, o günkü ders onunla ikmâl edilmelidir. (…) Şeyh Sâminî Hz.lerinin talebesine bir de suâli vardır: ‘Hâfız kurban, bizden ayrılma günleriniz tekarrüb etmektedir (yaklaşmaktadır).Fakat, bir insan çobanı olarak vazife aldığınıza göre, bir çobanın kavalından çıkan hazîn nağmeleri, bir koyun nasıl dinlerse, senin de bu babdaki ilâhî nağmelerinin kalblere nüfûz edebilecek kâbiliyetini öğrenmek istiyorum. Fakirâne maksadım gözüm geride kalmasın, rûhumu sevindir, kalbimi tefâhürle (övünçle) şâd et.’ Bu emre karşı Hâfız Osman Bedrüddîn Hazretleri cevâben buyururlar ki: ‘Efendim, âcizinizin kavalından çıkacak nağme ve devam edecek kelâm son nefesine kadar şudur: ‘İlâhî ! kullarını ehl-i huzûr et; Cemâline mazhar kıl; pür-sürûr et; firâkın ateşine yakma… Yâ Rab,Cennet’e visâl ile (ulaşmakla) nûr ehli et.’ Bu cevap üzerine Mahmud Sâminî Hazretleri buyururlar ki: ‘Hâfız kurban, visâl-i Cennet’le sen de ehl-i nûr ol. Hak nasîb buyursun, bizlere de ümmet olmak icâbet ede.’

“Şimdi de, dünyayı şereflendirdikleri devrede, Allah’a tekarrüb (yaklaşma) ve vuslat’a tâlib olan nice kulları müstesnâ sohbet ve mektupla irşâd ederek gayelerine ulaştıran bir büyük kerîm zâtı, Osman Bedrüddîn Erzurûmî hazretlerini tanıyalım:

Osman Bedrüddîn, alel’âde insanlardan çok farklı bir kişilik ve misyonla (memûriyet) dünyaya geldiğini, gerek düşünüş ve davranışıyla, gerekse yaşını çok aşan ciddî konulara karşı dikkat ve alâkası ile, gören gözlere ilân ve ifşâ eder. Tabii ki O’nun yaradılışındaki müstesnalığı ilk fark eden, kendisi de yetişkin ve çok kâmil bir zât olan muhterem pederleri Selman Sükûtî Efendidir. Onun içindir ki, Osman Bedrüddîn hazretlerinin büyük bir mürşid ve bir insân-ı kâmil oluşunu hazırlayan süreç ilk muallim ve mürebbîsi olmak gibi bir vazifeyi muhterem pederleri yerine getirmiştir. (…) O gün sabah namazı vakti okuduğu ezanla Erzurum halkını ateşleyen; tahmin edileceği üzere Osman Bedrüddîn’dir. (…) O günkü taarruzda gösterdiği gayret ve aşırı cesareti ile dikkati çeken Osman Bedrüddîn Gâzi Ahmed Muhtar Paşa tarafından 28. Alay’ın 3. Tabur imamlığı’na tayin edilir; o günden sonra ‘İmam Efendi’ diye anılmaya başlanacaktır. (…) O âna kadar içinde bulunduğu tereddüdünü aşarak Seyyîd Mahmud Sâminî hazretlerine intisâb eder ve kısa zamanda Seyr-i Sülûk’ünü tamamlar. Hayatının bu devresinde Osman Bedrüddîn hazretleri artık olgun ve kâmil bir mürşid’dir. 1909 yılında Tabur İmamlığı vazifesinden emekli olur. Bunun üzerine Mürşidi Seyyid Mahmud Sâminî hazretlerinin mübarek, huzûr dolu mekânına, Palu’ya avdet eder (döner). Bir müddet sonra da, mürşidinin işareti üzerine, irşad vazifesini ifa etmek üzere o dönemde ilim-irfan merkezi durumundaki Harput’a nakl-i mekân eder. Artık bütünüyle kendisini tasavvufî konulara, sohbetlere ve çalışmalara verir.” (s.30-34 arasından)

Fütûhât-ı Mekkiyye 11. Cilt’ten alıntılar

 

Muhyiddin İbn Arabî’nin bu eserini 18 cilt olarak tercüme edip yayınlanmasını (Litera Yayıncılık) sağlayan Prof. Dr. Ekrem Demirli, böylece daha önce aynı müellifin diğer ünlü eseri Fusûsu’l-Hikem’in merhûm Ahmed Avni Konuk tarafından yapılmış tercüme ve şerhini günümüz Türkçesiyle hazırlayıp yayınlanmasını (M.Ü. İFAV) sağlayan Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve merhûm Dr. Selçuk Eraydın’dan sonra ihtiyaç duyulan bu eserin tamamını da ilim ve düşünce hayâtımıza kazandırmış bulunmaktadır.

Bu eserin 11. Cildinden yer yer yapacağım, olabildiğince kısa ve öz alıntılamalardan oluşacak bu yazı.

“Müminlerin annesi Hz. Aişe’ye Hz. Peygamber’in ahlâkı sorulduğunda, ‘Onun ahlâkı Kur’an idi’ diye cevap vermiş, ardından ‘Sen en büyük ahlâk üzeresin’ (el-Kalem, 68/4) âyetini okumuştur.” (s.39)

“İşte, ey kardeşlerim! Bu dünyanın tuzaklarından uzak durun, çünkü onun tuzağının (neyin tuzak neyin ilham olduğunun) temyizi (ayrımı) güçtür. Nefisler de ondan haz alır ve dünyaya bağlandıkları için bu konuda gerçeği karıştırırlar.” (s.47)

“Takva ve korku sakınılan ismin etkisinden meydana gelir. Takvanın nedeni, Şedidü’l-ikab (cezalandırması şiddetli olan) ve es-Seriü’l-hisab (süratle hesabı gören) isimleridir ve takva sahibi böyle ilahî isimlerin hükmü ve etkisi altındadır. Allah ise o insanları kıyamette er-Rahman ismine götürür ve diğer isimlerin etkisi onlardan düşer. (…)” (s.50)

“(…) İnsanın gayb âleminde temeyyüzü (ayrılması), ona aittir. Çünkü insan bu âlemde duyunun idrak edemediği rûhu yönünden gerçek olarak farklılaşır, hayal olarak değil! O, gayb âlemindendir. Bedeniyle rûhânîleşerek gayb âleminde (oraya uygun) bedeniyle -ki bu bedeniyle irtibatlı rûhudur- gözükmek isteyebilir. Öyleyse insan gayb âleminde gözükmeye rûhânîden daha yakındır. Rûhânî ise şehâdet âleminde temessül (benzeşme) yoluyla gözükür.Fakat bu makam kazanılır ve kendisine ulaşılır. (…) İnsan gayb âleminin gücünde bulunmayan bir güce sahiptir. Çünkü insan, rûhu bakımından şehadet âlemindeki sûretinden başka bir sûrette görünme gücüne sâhiptir. (…)” (s.54)

Fîhi Mâ Fîh‘den alıntılar

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî‘nin (m.1207-1273) bu eseri Ahmed Avni Konuk(m.1868-1938) tarafından tercüme edilmiştir. Eserin yazma nüshası Konya Mevlânâ Müzesi 3895 numarada kayıtlıdır.

“Fîhi Mâ fih’ deki fasıllarda irşâd bakış noktasından son derece bol hikmetler, mesel ve misâller vardır. (…)

Hz.Mevlânâ’ya göre mesel ve misâl başka başka şeylerdir. Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de misâl olarak nûrunu ‘misbâh’a ve velîlerin vücûdlarını ‘zücâc’a benzetmiştir. İşte bu benzetiş misâl içindir; gerçekte O’nun nûru kâinâta sığmaz.

Hz.Mevlânâ şükrü, nimeti fark etmek tarzında tarif eder. Nimeti fark etmemek küfrân-ı nimet (nimeti inkâr -a.a.-) olur ki, halk arasında böyle kimselere ‘nankör’ denilir. (…) Hz. Mevlânâ nakdi nakilden ayıramayanları yolunu şaşırmışlar benzetir. (…)” (s.XII-XIII)

“Hz. Mevlânâ’ya göre Kur’ân-ı Kerîm eskimeyen, zaman ve mekân sınırını aşan ve hiç tükenmeyen bir kelimetullahtır. Müslümanlar eskidikçe kendilerini hep yeni kalacak olan Kur’ân-ı Kerîm’le yenilemelidir.” (s.XIV-XV)

“(…) Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in, Bedir gazvesinden dönerken söylediği rivâyet edilen : “Küçük cihâddan büyük cihâda döndük ” hadîs-i şerifini şu tarzda yorumlamıştır: “Sûretlerin cenginde idik; sûrî düşmanlar ile cenk ediyorduk. Şimdi iyi havâtırın, yani (fikirlerin-düşüncelerin) kötü havâtırı mağlup etmesi için havâtır askerleriyle cenk edelim (havâtır: hatıralar, kalbe gelen şeyler). Mevlânâ’ya göre âdemin hayvâniyeti Hak’tan ve insâniyeti dünyadan kaçıcıdır. (…) Yine Mevlânâ’ya göre nefis düşmanını daima zindanda mücâhedede tutmalıdır. O belâ ve sıkıntı içinde bulundukça, ihlâs ve samimiyet zâhir olup güçlenir. (…)” (s.XV)

“Hakk’ın hitâbı umûmadır.”

 

Muhyiddin İbnu’l Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem adlı eserinin tercüme ve şerhi Ahmed Avni Konuk (1285/1868-1938) tarafından, el yazısıyla ve o dönemin Türkçesiyle 28 defter hâlinde yapılmış olup, Konya Mevlânâ Müzesi Kütüphânesi’nde 3853-3880 numaralarda kayıtlıdır. Şerhin büyük kısmının dört yılda yazıldığı anlaşılmaktadır. Ancak istinsah ve temize çekme işleri sebebiyle 1334-1346 (1915-1928) tarihleri arasında, 12-13 yılda tamamlanmıştır. (Füsûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-l (s.22-23)

Bu eseri günümüz Türkçesiyle yayına Hazırlayanlar Prof.Dr. Mustafa Tahralı ve (merhûm) Dr. Selçuk Eraydın’dır.

Eserin bu birinci cildinden yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

İmdi tüm akıl ile tüm nefs bu habbeye yakın olmadıkça ‘ihbitû’ (Bakara, 2/36,38) emriyle zât cennetinden sûret ve belirmeler âlemine inmediler. Ve onların bu yasaklanmış ağaca yaklaşmaları vehim iblisinin tüm nefse ve tüm nefsin de tüm akla galebesi ile vaki oldu ki, bu kesâfet âleminde onların zürriyetleri olan âdemî ferdler de her an hayâlî çokluklar ve Kur’andaki mel’un ağaca meftûn olmuşlardır (vurulmuşlardır) Hak Teâlâ hazretleri bu hakikate işareten Kur’ân-ı Kerîm’inde “Ey şerefli habîbim! zikr et şu vakti ki biz sana dedik; muhakkak senin Rabb’in insanları ulûhiyyet zâtı ile kuşatandır”; yani onların hakikî varlıkları yoktur; belki cümlesi isimlerimin gölgelerinden ibârettir. Ve gölgeler ise hayâldir. “Ve bizim sana gösterdiğimiz rüya ve Kur’ân’da olan mel’un ağaç insanlara fitnedir”, yani sana gösterdiğimiz bu belirmeler çoklukları rüyâdır. Nitekim sen de bu hakikati anladın da “Ve hani sana, ‘Rabbin gerçekten bütün insanları kuşatmıştır!’ demiştik. Ve sana gösterdiğimiz o görüntüyü ve Kur’ânda (İsrâ,17/60) la’netlenmiş ağacı yalnızca insanları sınamak için belirledik! Ve onları korkutuyoruz, ama bu, onları büyük bir azgınlığa sürüklemekten başka bir şeye yaramıyor!” Yani ey habîb-i zîşânım! Zikret şu vakti ki biz sana dedik; muhakkak senin Rabb’in insanları ulûhiyet zâtı ile kuşatandır; yani onların hakîkî varlıkları yoktur; belki cümlesi isimlerimin gölgelerinden ibârettir. Ve gölgeler ise hayâldir. Ve bizim sana gösterdiğimiz rüya ve Kur’ân’da olan mel’un ağaç insanlara fitnedir; yani sana gösterdiğimiz bu belirmelerin çoklukları rüyâdır. Nitekim sen de bu hakikati anladın da (İsrâ,17/60)daki ‘hitâb kâf’ı’ hakikatlerin ve nisbetlerin tümünü toplayıcı olan muhammedî belirmedir. Ve bu çokluklar zâtta oluşan mel’ûn ağaçtır(İsrâ, 17/60) “Biz onları yani varlıkları rûh ile nefisten oluşan insanlardan her birine “şu ağaca sakın yaklaşmayın”(Bakara,2/35) diyerek her an korkuturuz. Bu korkutma karşısında onların nefisleri vehm ayartmasıyla ruhlarını kendilerine meyl ettirerek o mel’un ağacın semeresi olan tabiî karanlığa el uzatırlar. O halde ey anlayış sahibi! Kur’ân-ı Kerîm geçmişteki Âdem ve Havvâ’dan değil, bizim günlük hâllerimizden bahsediyor. Biz ise bu olayı geçmişe ircâ ile, kendi hâlimizden gaflet ediyoruz. (s. 32-33)

Allah tarafından nâzil olan şerîatların lisânı Hak Teâlâ Hazretleri hakkında bir şey söylediği vakit, peygamber onu kavminin lisânı üzere söyler; ve öyle lafızlar ile söyler ki, kavminin hepsi o lafızları işittikleri vakit, ilk anda zihinlerine anlaşılan manâları, te’vîl etmeksizin, zâhiri üzere alırlar.’ Zîrâ Hakkın hitâbı umûmadır. Bununla beraber o lisan arabî, ibrânî gibi hangi lisândan olursa olsun, peygamberin umûma söylediği o lafızların, o lisânın konumu itibariyle, muhakkıklar, muvahhidler ve zâhir ulemâsından her bir zümreye nisbetle, hususî mefhûmları, birçok vecihleri ve müteaddid manâları vardır. Hadîs-i şeriflerde de ‘Kur’ân’ın zahrı, batnı, haddi ve matla’ı vardır’ ve ‘Kur’ân yedi batın üzerine nâzil oldu’ buyururlar. Zîrâ Hak için halkın hepsinde zuhûr vardır. Dolayısıyla mefhûmun cümlesinde zâhir olan O’dur. Her bir fehimden bâtın olan da O’dur. Ancak “Muhakkak âlem O’nun sûreti ve hüviyetidir; ve o, Zâhir ismidir” diyen kimsenin fehminden bâtın değildir. Nitekim Hak, manâ yönüyle, zâhir olan şeyin rûhudur. Böyle olunca Hak bâtındır; dolayısıyla Hakk’ın, âlemin sûretlerinden zâhir olan şeye nisbeti, idare edenin rûhunun sûrete nisbeti gibidir.(s.261)