Osman Bedrüddîn Erzurûmî’nin ( ‘İmam Efendi’ olarak anılan kişi) iki cilt hâlindeki sohbetleri ve mektuplarından ibâret eserinin l. Cildinin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“Tasavvuf, Allah’ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle tekrar ihyâ etmesidir.” (Cüneyd-i Bağdâdî) (s.24)
“Tasavvuf, keremli zamanda, keremli toplum içinde, keremli insandaki keremli ahlâktır.” (Muhammed b. Aliyyü’l-Kassâb) (s.24)
“Tasavvuf, hallerin murâkabesi ve edebin muhâfazasıdır.” (Ebû Muhammed Cerîrî) (s.24)
“Tasavvuf, kesintisiz Allah ile olmaktır.” (İmâm-ı Şiblî) (s.24)“Tasavvuf, uzaklığın kederinden sonra yakınlığın safâsıdır.” (Ebû Ali Ruzbârî) (s.24)
“Tasavvuf, beşerî sıfatlardan çıkıp, melekî sıfatlar ve ilâhî ahlâk ile vasıflanmaya mahsus bir haldir.” (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) (s.24)
“Tasavvuf, kulluğu bitirerek onun üstüne çıkmak değil, kulluğu boyuna yücelterek ilâhî huzûra ermek ve Allah’ı bilmek ve bulmak dâvâsıdır.”(Necip Fazıl Kısakürek) (s.25)
“Bir defasında, ‘Hâfız kurban, Şeyh-ül Ekber Muhyiddîn-i Arabî Hz.lerinin ‘Füsûs’ adlı eserinin şerh edicisi Abdüllâtif Bosnavî’nin kaleme aldığı ‘Vaiz Hocalarına Tavsiyem’ başlıklı rısâlesini okudum. Diyorlar ki: ‘Vâiz kürsüsüne çıkan hoca efendiler, cemaati Cennet nimetleriyle, hûri ve gılmanlarıyla sevindirip, arkasından Cehennemin müthiş ateşleriyle, azap meleklerinin korku yansıtıcı durumlarıyla, halkı bir taraftan sevindirip diğer taraftan korkutmaları doğru değildir. Peki nasıl olmalı ? Bir konu üzerinde durup, o günkü ders onunla ikmâl edilmelidir. (…) Şeyh Sâminî Hz.lerinin talebesine bir de suâli vardır: ‘Hâfız kurban, bizden ayrılma günleriniz tekarrüb etmektedir (yaklaşmaktadır).Fakat, bir insan çobanı olarak vazife aldığınıza göre, bir çobanın kavalından çıkan hazîn nağmeleri, bir koyun nasıl dinlerse, senin de bu babdaki ilâhî nağmelerinin kalblere nüfûz edebilecek kâbiliyetini öğrenmek istiyorum. Fakirâne maksadım gözüm geride kalmasın, rûhumu sevindir, kalbimi tefâhürle (övünçle) şâd et.’ Bu emre karşı Hâfız Osman Bedrüddîn Hazretleri cevâben buyururlar ki: ‘Efendim, âcizinizin kavalından çıkacak nağme ve devam edecek kelâm son nefesine kadar şudur: ‘İlâhî ! kullarını ehl-i huzûr et; Cemâline mazhar kıl; pür-sürûr et; firâkın ateşine yakma… Yâ Rab,Cennet’e visâl ile (ulaşmakla) nûr ehli et.’ Bu cevap üzerine Mahmud Sâminî Hazretleri buyururlar ki: ‘Hâfız kurban, visâl-i Cennet’le sen de ehl-i nûr ol. Hak nasîb buyursun, bizlere de ümmet olmak icâbet ede.’
“Şimdi de, dünyayı şereflendirdikleri devrede, Allah’a tekarrüb (yaklaşma) ve vuslat’a tâlib olan nice kulları müstesnâ sohbet ve mektupla irşâd ederek gayelerine ulaştıran bir büyük kerîm zâtı, Osman Bedrüddîn Erzurûmî hazretlerini tanıyalım:
Osman Bedrüddîn, alel’âde insanlardan çok farklı bir kişilik ve misyonla (memûriyet) dünyaya geldiğini, gerek düşünüş ve davranışıyla, gerekse yaşını çok aşan ciddî konulara karşı dikkat ve alâkası ile, gören gözlere ilân ve ifşâ eder. Tabii ki O’nun yaradılışındaki müstesnalığı ilk fark eden, kendisi de yetişkin ve çok kâmil bir zât olan muhterem pederleri Selman Sükûtî Efendidir. Onun içindir ki, Osman Bedrüddîn hazretlerinin büyük bir mürşid ve bir insân-ı kâmil oluşunu hazırlayan süreç ilk muallim ve mürebbîsi olmak gibi bir vazifeyi muhterem pederleri yerine getirmiştir. (…) O gün sabah namazı vakti okuduğu ezanla Erzurum halkını ateşleyen; tahmin edileceği üzere Osman Bedrüddîn’dir. (…) O günkü taarruzda gösterdiği gayret ve aşırı cesareti ile dikkati çeken Osman Bedrüddîn Gâzi Ahmed Muhtar Paşa tarafından 28. Alay’ın 3. Tabur imamlığı’na tayin edilir; o günden sonra ‘İmam Efendi’ diye anılmaya başlanacaktır. (…) O âna kadar içinde bulunduğu tereddüdünü aşarak Seyyîd Mahmud Sâminî hazretlerine intisâb eder ve kısa zamanda Seyr-i Sülûk’ünü tamamlar. Hayatının bu devresinde Osman Bedrüddîn hazretleri artık olgun ve kâmil bir mürşid’dir. 1909 yılında Tabur İmamlığı vazifesinden emekli olur. Bunun üzerine Mürşidi Seyyid Mahmud Sâminî hazretlerinin mübarek, huzûr dolu mekânına, Palu’ya avdet eder (döner). Bir müddet sonra da, mürşidinin işareti üzerine, irşad vazifesini ifa etmek üzere o dönemde ilim-irfan merkezi durumundaki Harput’a nakl-i mekân eder. Artık bütünüyle kendisini tasavvufî konulara, sohbetlere ve çalışmalara verir.” (s.30-34 arasından)