Mart 2023 Posts

“Dirilt Ölüyü O Kalbindir”

 

Şems-i Tebrizî, hakkında fazla bir bilgimiz olmayan, eserleri varsa da pek bilinmeyen velî bir zâttır. O’nun Tâhirü’l-Mevlevî tarafından tercüme edilmiş, Hilmi Beyca‘nın yayına hazırlamış olduğu, Büyüyen AY Yayınları’ndan çıkmış (1. Baskı, Ekim 2020), ismi bu yazının başlığını teşkil eden kitabından yapacağım bazı alıntılamaların oluşturacağı bir yazı olacak bu. Şunu da belirteyim: Bu eser Tâhirü’l-Mevlevî’nin Şems-i Tebrizî’nin Makâlât’ından on faslın tercümesi olup Süleymaniye Kütüphanesi Fethi Sezai Türkmen Bölümü’nde 60 numara ile kayıtlı olup bir deftere Osmanlı Türkçesiyle elle yazılmış “Menâkıbü’l-Ârifîn’de Münderic Makalât-ı Şems-i Tebrizî’den On Faslın Tercümesi” başlığı verilmiştir. Yazma nüshanın 1947 tarihli olduğu belirtilmiş olup ilk bölümün tercüme metni olduğu ifade edilmiştir. Yayına hazırlanırken metnin dilinin olduğu gibi korunduğu ve bugün için anlamı bilinmeyecek kelimelerin anlamlarının ve metinde adı geçen şahıslara ait bilgiler ile yine metinde zikredilen âyetlerin ait olduğu sûre isimleri ve âyet numaralarının dipnotlarda verildiği belirtiliyor. İkinci bölüm Açıklamalar başlıklı olup, değinilen kavramlar başlıklar altında açıklanmış. Şems-i Tebrizî hakkında bilgiler var. Mevlânâ‘nın ifadesiyle Şems tasavvufun yanı sıra kimya, nücûm, riyâziyyât, ilâhiyyât, hikemiyyât, mantık, hilâf ve nârenciyyât ilimlerinde de mahirdir. Yine Mevlânâ’nın ifadesiyle ricâlullahın sohbetine eriştikten sonra bilgilerinin hepsini defterden silmiş, aklî ve naklî ilimlerden sıyrılıp tecrîd, tefrîd ve tevhîd âlemini tercih etmiştir.

İkinci karşılaşmaları Şems’in 642/1244’de Konya’ya gelmesiyle gerçekleşmiştir. Şems bu sıralarda yaklaşık 60, Mevlânâ ise 38-40 yaşlarındadır. İkisi arasında geçen konuşmanın mahiyetine dair farklı rivayetler vardır. Eflâkî ve Sipehsâlâr’ın rivayeti Makalât’takine yakındır. Buna göre Şems-i Tebrizî Konya’ya geldiğinde Eflâkî’ye göre Şekerciler Hanı’na, Sipehsâlâr’a göre Pirinççiler Han’ına yerleşmiş, Mevlânâ ders verdiği dört medreseden biri olan Pamukçular Medresesi’nden talebeleriyle birlikte ayrılıp giderken Şems ansızın önüne çıkmış ve bindiği katırın gemini tutarak: “Ey dünya ve manâ nakitlerinin sarrafı! Muhammed hazretleri mi büyüktür yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi?” diye sormuş. Mevlânâ: “Muhammed Mustafa bütün peygamberlerin ve velîlerin başıdır” diye cevap verince Şems: “Peki ama o, ‘Seni tesbih ederim Allah’ım, biz seni lâyıkıyla bilemedik’ dediği halde Bayezid, ‘Benim şanım ne yücedir, ben sultanların sultanıyım’ diyor” demiş. Bunun üzerine Mevlânâ: “Bâyezid’in susuzluğu az olduğundan bir yudum su ile kandı, idrak bardağı hemen doluverdi; hâlbuki Muhammed’in susuzluğu arttıkça artıyordu. Onun göğsü Allah tarafından açılmıştı. Sürekli susuzluğunu dile getiriyor, her gün Allah’a daha çok yakın olmak istiyordu” diye cevap vermiş. Şems bu cevabı duyunca kendinden geçmiş, bir müddet sonra da yaya olarak medreseye gitmişlerdir. Mevlânâ’nın Şems ile tanıştıktan sonra medresedeki derslerini bırakması, haktan uzaklaşıp bütün zamanını Şems’in sohbetine ayırması bazı nâkıs müridlerin şeyhlerini kendilerinden ayıran, kim olduğunu bilmedikleri Şems’e karşı kin beslemelerine ve Mevlânâ’nın vaazlarından mahrum kalan halk arasında çeşitli dedikoduların yayılmasına yol açmıştır. Konya ulemâsı, Mevlânâ gibi büyük bir âlimin bir dervişin peşine düşüp medreseyi terketmesinden dolayı Şems hakkında Sultan I.Alâeddin Keykubad’a şikayette bulunmuş, sultan, Mevlânâ’nın velâyetine müdahalede bulunmanın kendisine yakışmayacağını söyleyip şikayeti geri çevirmiştir. Şems, Konya’daki bu sıkıntılı ortam yüzünden 643’te (1245-46) âniden şehri terketmiş ve Dımaşk’a gitmiştir. Kaynaklar, Mevlânâ’yı çok üzen ve inzivaya çekilmesine sebep olan bu olayın ardından Şems’in Dımaşk’ta olduğunu öğrenen Mevlânâ’nın Şems’e Arapça-Farsça dört manzum mektup gönderdiğini, Şems’in Dımaşk’ta yaklaşık bir yıl kaldıktan sonra Konya’ya döndüğünü, Mevlânâ’nın evlatlığı Kimyâ Hatun ile evlendiğini, eşinin ölümünden yedi gün sonra Şaban 644’de (Aralık 1246) ikinci defa kaybolup Dımaşk’a gittiğini söyler. Mevlânâ oğlu Sultan Veled’i Şems’i bulması için Dımaşk’a göndermiştir.

13.asır İslâm düşüncesi / Tasavvufun altın çağı

 

Ekrem Demirli‘nin “Tasavvufun Altın Çağı Konevî ve Takipçileri (Sufi Kitap,1.Baskı:2015) kitabının ilk birkaç sayfasından yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“İbnü’l-Arabî ve Sadreddin Konevî’yle gelişen tasavvuf anlayışı -metafizik- yeni dönem bilim ve düşünce hayatının izlerini taşır. Bununla birlikte her iki düşünür söz konusu dönemi tasavvuf ve bütün İslâm mirası için ‘olgunluk’ ve ‘altın’ dönemi kabul eder. Bunların ardından ise -(…)- şarihler (şerh edenler) dönemi gelmiş, kendilerinden önce yazılmış eserler ve ortaya çıkan düşünceler tartışılmış ve şerh edilmiştir. Bu itibarla 13. asır sonraki asırlar için bir kaynak asrı olarak tarihteki yerini almıştır.” (s.10)

İlk kez güncel siyasetle ilgili kısa-öz bir yazı

 

Bu gün televizyonda ilk defa benim için yeni olan bir habere rastladım. ABD Büyükelçisi’nin CHP Genel Başkanı’nı ziyaret etmesi ve ABD Başkanı Biden’ın Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekledikleri anlamına gelen bir telefon görüşmesi yapması haberi. Günümüz Türkiye solu’nda ABD karşıtlığı sönümlenmiş durumda olmalı. ABD tarafında da bugünkü Türkiye solu’na sempati gibi bir tavrın akla gelmesi mümkün.

Tabii ki bu sol dediğim, günümüz solu. 1960’lı yılların soluyla alâkasız. Günümüz solu CHP, İYİPARTİ, HDP/PKK birlikteliğinin temsil ettiği bir sol. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan isimlerini çağrıştıran bir sol ile bunların alâkası yok.

Ne ki, ABD’nin Tayyip Erdoğan’ı desteklememesi, bazı çevrelerde bir sürpriz olarak karşılanabilir ve ona olan desteğin artmasına yol açabilir.

Bakalım daha ne gibi gelişmelere, sürprizlere tanık olacağız. Hayırlısı olsun.

“Nelerin şiirle başladığı, şiirin nelerle başladığı muammadır.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında DÜZEN MÜZEN, GÜNDEM MÜNDEM, ŞİİR MİİR başlıklı ve 7 Ramazan 1444 (29 Mart 2023) tarihli yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/ IsmetOzel?ld=167&Katld=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki o yazının beşinci paragrafının ilk cümlesi olup alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil etmekte) bu yazıyı oluşturacak.

“(…) Dünya düzeni dediğimiz şey gerçekte bütün insanlığı mali hegemonyası eliyle sıkboğaz eden Dünya sistemi’dir.”

“Açıkçası bir himaye düzeninin olmadığı yerde insandan bahis açmamız imkânsızdır.”

“Lenin’in 1924 Hıristiyan yılında SSCB’ne yabancı sermaye celp etmek için çırpındığını bilir miydiniz? Bunu bilmiyor ve giderek buna ihtimal dahi vermiyorsanız benim yazdıklarımdan istifade etmeniz imkânsızdır.”

“Şifa diliyoruz. Hem kendimiz ve hem de başkaları için.”

“Allah’tan iki dünyada da kolaylık diliyoruz.”

“(…) Yani yalnızca hayatımızdaki mâniaları aşmak için değil, mânia üretmemek için de savaşmamız gerekiyor.”

“Mesnevî Hikâyeleri”nden biri:’Azrâil’in bakışından korkan adamın hikâyesi’

 

Mevlânâ Celâleddin Rûmî‘nin eseri olan Mesnevî Hikâyeleri‘nden (Hazırlayan: Şefik Can, Ötüken Yayınları, 1.Basım: 2003, 17. Basım) biri olan başlıkta belirtilen hikâye (s.42) bu yazıyı oluşturacak.

“Saf bir kişi, bir kuşluk vakti koşa koşa Hz. Süleyman’ın Adalet sarayına sığındı. Yüzü gamdan, korkudan sararmış, iki dudağı mosmor kesilmişti. Hz. Süleyman ona ‘Efendi! Sana ne oldu?’ diye sordu. Adam, ‘Azrail bana öyle öfkeli, öyle kin güder bir gözle baktı ki…’ dedi. Hz. Süleyman, ‘Peki’ dedi. ‘Sen şimdi benden ne istiyorsun? Onu söyle!’ Adam, ‘Ey canları koruyan büyük varlık! Rüzgâra emret de… Beni buradan Hindistan’a götürsün; belki kulunuz oraya gidince canını kurtarmış olur.’ Hz. Süleyman rüzgâra emretti. Rüzgâr da o adamı aldı, hemen deniz üstünden uçurarak Hindistan’ın iç taraflarında bir yere götürdü. Ertesi gün divan kurulmuştu. Herkes Süleyman’ın huzuruna gelmişti. Hz. Süleyman Azrâil’e dedi ki: ‘Senin korkundan bana gelip sığınan o müslümana, onu canından, malından, evinden- barkından ayırmak, avare etmek için mi öyle öfkeli baktın?’ Azrail dedi ki: ‘Ben ona öfkeli bakmadım. Ben onu yol üstünde gördüm de şaşırdım kaldım; bu sebeple ona şaşkın şaşkın baktım. Çünkü Cenâb-ı Hak bana ‘O’nun canını bugün Hindistan’da al’ diye buyurmuştu. Şaşırdım da, kendi kendime dedim ki: ‘Bu adamın yüzlerce kanadı bile olsa, onun bugün Hindistan’a varabilmesi çok uzak, çok zor’. Ey yoksulluktan, ilâhî takdirden korkan ve ihtiraslarına kapılan kişi; sen bütün dünya işlerini bununla kıyasla, gözünü aç da, hakikati gör. Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Ne de olmayacak şey! Kimden neyi kapıyoruz? Neyi kaçırıyoruz? Allah’tan mı? Ne de büyük günah…”