Mart 2023 Posts

“İnsân-ı Kâmil” isimli kitaptan Esmâ(İsimler) tecellîsi üzerine

 

Müellifi Abdülkerîm el-Cîlî, mütercimi Abdülaziz Mecdi Tolun, yayına hazırlayanları merhûm Yrd.Doç.Dr. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli, Abdullah Kartal olan, İz Yayıncılık’tan çıkmış (4. Baskı: 2015) kitabın “Tecelli-i esmâ Hakkındadır” başlıklı Onüçüncü Bâb‘dan yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Cenâb-ı Hak, kullarından bir kul üzerine ‘esmâ-ı ilâhîyye’sinden bir isim ile tecellî ederse, o kul, o ismin envârı (nurları) altında muzmahil (çökmüş) olur. Hakk’a ne vakit o isim ile nidâ etsen, o isim kendi üstüne vuku bulduğu için, isim mazharı (zuhur yeri) olan o kul senin nidâna cevap verir.

İsimlerin tecellîlerinden birinci meşhed (şehid olunan veya şehidin gömüldüğü yer), Cenâb-ı Hakk’ın kuluna, ‘Mevcûd’ ismiyle tecellî etmesindedir. Bu isim o tecellîde kula ıtlâk olunur. Bundan daha yüksek tecellîsi ‘Vâhid’ ismiyle tecellîsindedir. Ondan daha yüksek tecellîsi ‘Allah’ ismiyle tecellîsindedir. Bu tecellîde kul, büsbütün muzmahil olarak, varlık dağı yıkılmış olur. Hak o kimseye Tûr hakikati üstünde, anlam olarak, Şüphesiz ben Allah’ım nefhası (nefes üfürmesi) ile nidâ eder. İşte o zaman Allah, kul ismini mahv ederek, onun için Allah ismini isbât eder. ‘Yâ Allah’ diye nidâ etsen o kul lebbeyk ve se’deyk diye cevap verir. Kul bu mertebeden daha da terakkî ederek, Cenâb-ı Hak ona kudret ihsân eder ve onu fenâdan sonra bakâya nâil ederse, o kulda nidâ eden kimseye Allah cevap verir. Meselâ o kimseye ‘Yâ Muhammed!’ diye nidâ etsen, Allah lebbeyk ve se’deyk diye cevap verir.

Kul daha ziyâde terakkî eder ve kudret kazanırsa, Hak o kul için ‘Rahmân’ ismiyle tecellî eder. Daha sonra ‘Rab’ ismiyle, daha sonra ‘Melik’ ismiyle, daha sonra ‘Alîm’ ismiyle, daha sonra ‘Kâdir’ ismiyle tecellî eder.

Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-III “Rahmânî Hikmet” üzerine

 

Muhyiddin İbnu’l-Arabî‘nin müellifi olduğu, Ahmed Avni Konuk‘un tercüme ve şerhini gerçekleştirdiği, Prof.Dr. Mustafa Tahralı ve merhûm Dr. Selçuk Eraydın tarafından dört cilt olarak yayına hazırlanmış ve yayınlanmış (İFAV) olan bu ünlü eserin üçüncü cildinin (Altıncı Baskı, 2017) XVI. Fass’ından yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Bilinsin ki rahmet, biri zâtî diğeri sıfâtî olmak üzere iki kısımdır. Ve bu iki rahmetten her birisi de, özellik ve genellik itibâriyle iki kısma ayrılır ki, bu durumda rahmet dört asıl üzerine kurulmuş olur.

İlk asıl: umûma mahsus zâtî rahmettir. Bu rahmet ahadiyet zâtında saklı olan oranlar ve olayların, Hakk’ın kendi zâtında kendi zâtına tecellîsi sûretiyle ilim mertebesinde sübût (meydana çıkma) bulmalarıdır. Diğer ifadeyle Hakk’ın ahadiyet zâtında sıkıntı içinde kalmış olan esmâsını (isimlerini) rahmânî nefesle soluklandırıp onlara ilmî varlık vermesi sûretiyle bu sıkıntıdan azad etmesidir ki, bu rahmet esmânın tümünü kapsayıcıdır. İkinci asıl: Özel zâtî rahmettir. Bu rahmet Hakk’ın bazı kullarına muhabbeti eserlerinden olan ezelî inâyettir (lütuf, ihsan). Ve bu inâyet için hiçbir sebep ve vesîlenin dahli ve etkisi yoktur. Üçüncü asıl: Sıfatlarıyla ilgili genel rahmettir. Bu rahmet şeylerin hepsine açık olan genel zâtî rahmet hükmüdür. Zira zâtî genel rahmet gereğiyle ilimde sübût bulan sâbit hakikatlerin sûretleri, bu hakikatler hükmünce kevnî (kozmik) hakikatler s6retleriyle görünür oldular. Dördüncü asıl: Sıfatlarla ilgili özel rahmettir. Bu rahmet de özel zâtî rahmetin hükmü olup ezelî kutlulara özgüdür.

Özgürlük üzerine

 

2 aylık düşünce dergisi olan Teklif‘in Mayıs 2022 sayısı (Sayı 3) Özgürlük üzerine yazılardan oluşuyordu. Bu konuda dergide bir açık oturum ve sütunlar (yazılar) vardı. O açık oturumdan ve bazı yazılardan yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Biz Nebi ile karşılaşıyoruz ve o bize bir mükellefiyetimiz olduğunu hatırlatıyor. Bu kaçınılmaz bir şekilde analitik olarak aslında özgür olduğumuzu da içeriyor. (…)” ( Açık Oturum’dan; Ahmet Ayhan Çitil)

” Küllî bir iradenin tahakkuk ettiricisi olarak cüz’î iradeye sahip olmak ise bunun bilincine vararak tabakalarını takdir etme ve birisinden azat olabilme kararını verme yetisidir. Yani kendisini birinden kurtarıp ötekinin vasatı haline getirebilme kararını verme özelliği. (…) Yani biz özgürlüğü daha geniş küme yapabilmeliyiz. Diğer bütün durumlar özgürlüğün alt kümesine dönebilmeli. (…) Dolayısıyla insan için ayırıcı bir vasıf olması lâzım. Zannediyorum o vasıf söz konusu küllî eylemin tahakkuk ettirici vasatı haline gelebilmeyle ilgili bilince sahip olmasıdır. Yani onu idrâk etmesi ve onun muhtemel imkân seviyeleri arasında tercihte bulunabilmesi… Özgürlük tam burada ortaya çıkıyor. (…) İnsanî seviye en alttan en üste kadar tercihte bulunabilme ve kendini vasat haline getirebilme özelliğine sahiptir. Yani dünyadaki en melanet işleri tercih eden insanlar da, en ulvî işleri tercih eden insanlar da vasat olma işlevini yerine getiriyorlar. ” (Ömer Türker)

Ramazan ayı ve oruç farkındalığı üzerine ciddiyet ve samimiyet yansıtan bir yazıdan alıntılar

 

Gökhan Özcan‘ın Ramazan’ın bu ilk günü Yeni Şafak gazetesinde çıkan Merhaba derken… başlıklı yazısının birkaç yerinden, genişce yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Ramazan-ı Şerif’in dünyayı şereflendirmesiyle birlikte özellikle medyanın öncülüğünde bu klişeler on bir aydır kapalı tutuldukları raflardan tek tek indirilecek; bunun böyle olduğuna her sene bizzat yaşayarak şahit oluyoruz. Medyanın her sene tekrar ettiği bir haber menüsü var Ramazan ayı ile ilgili. Önce ‘İlk teravih kılındı, camiler doldu taştı haberi’ yapılacak, her yıl (…) yapıldığı gibi. Cemiyet haberleri cinsinden ‘filancalar iftarda buluştu’ haberleri de (…). Ortalama bir iftarın maliyeti, pide ve hurma fiyatları (…) bir bakış açısıyla sıralalanacak. İftar yemekleri için tarifler (…) magazinine ayrılan bölümleri dolduracak. Sahurda (…), iftar sofralarında (…), Ramazan’ı daha sağlıklı (…) dair reçeteler bıktırıcı sıklıkta önümüze çıkacak. Ve tabii hoca efendilerin yakasını alamadığı o hiç bitmeyen orucu neler bozar neler bozmaz lakırdıları…

“Her klişe söz kötü değil; mesela Ramazan-ı şerif için kullandığımız ‘On Bir Ayın Sultanı’ ifadesinin bu kadar yerleşik hale gelmesi dil ve anlayış olarak bize güzel şeyler kazandırıyor, hoş açılımlar getiriyor. Ancak dilimize yerleşen kalıp sözlerin çoğu böyle bereketli değil; yüzeysel kavrayışı, ezber anlayışı, boş tekrarı beraberinde getiren klişelerimiz hep daha fazla. Aslında artık ezbere dönüşen bu sözlere klişe deyip geçmek mümkün olabilirdi. Eğer bu klişe sözler, klişe anlayışların yolunu açıp bizi anlayış fakiri haline getirmeseydi.

“Yazmak hareketsiz kalmağı reddetmek anlamına geliyordu.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında YAZMAK ÜMİTSİZ BİR ÇABADIR başlığıyla çıkan yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr / IsmetOzel? Id=166&Katld=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki o yazının ilk paragrafının sondan ikinci cümlesi olup alıntı olarak başlığı teşkil ediyor) oluşturacak bu yazıyı.

“1980 sonrasıydı. Yaz günlerinden biri olsa gerekti. İstanbul’da geminin gövdesine bitişik peykelerden birinde oturuyordum. Biraz ilerimde benden daha genç olduğu besbelli bir adam çocukluk yıllarında Haliç sularında nasıl para bulma oyunu oynadıklarını yanındakine anlatıyordu. Vakıayı bir yazımda nereden nereye geldiğimizde misal olsun diye nakletmek istedim. Yapamadım. Çünkü ilk defa 1964 yılında gördüğüm İstanbul yüzlerce milletin Türkler aleyhine niyetleriyle tesis edilmiş bir kabın içinde Dünya sistemi çıkarları doğrultusunda çalkalanıyordu. (…) Kime, neyi, nasıl anlatacaktım? İnsanların birer birer foyası meydana çıkıyor desem kabahati kendimin dışında arıyor olurdum. Aslında kabahat falan yok; işin tabiatı bu diyecek olursam bu pozitivizm zehrini içip yerimde oturmam demekti. Fırsat varken yazmalı, edebildiğim kadar müdahale etmeliydim. (Başlığı alıntı olarak oluşturan cümlenin o yazıdaki yeri burası)

Teselli ile ümitsizliğin at başı gittiğine dikkat ettiniz mi? Tıpkı insanlardan ümidi kesmenin Allah’tan ümit etmeği kırbaçladığı gibi.