İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz
İsmail Kara‘nın, başlığı yukardaki kısmı tamamlayan Şerh ve Haşiye Meselesine Dair Birkaç Not olan kitabından yapacağım birkaç alıntılama bu yazıyı oluşturacak.
“Şerh ve haşiye literatürü aslında klasiklerin ayrılmaz bir parçası hatta bazı bakımlardan ta kendisidir.” (s.14) “(…) Bizim için meselâ Fahreddin Râzî’yi İbn Sina olmadan anlamak ve tarihî bir bağlama oturtmak ne kadar zor ve imkânsızsa İbn Sina’yı Râzî veya Tûsî şerhleri olmadan kuşatmak ve yorumlamak da o ölçüde eksik ve yetersiz kalacaktır.(…) (s.14) “Şerh ve haşiye geleneğinin önce muğlaklaşması, ardından menfi ve ironik kelime ve terkiplerle tavsif edilerek olumsuz, değersiz ve itibarsız bir alan haline ge(tiri)lmesi Müslüman Türkler için, İslâm ilim ve kültür mirası için olduğundan daha ciddî ve tehditkâr bir anlam ifade etmektedir. (…) Bir başka ifade ile şerh ve haşiye edebiyatını ihmal etmek Türklerin İslâm tarihi içindeki yerlerini, tabir caizse İslâm tarihine müdahalelerini ihmal etmek manâsına gelecektir. (…)” (s.14)“(…) Modernleşme düşüncesi ve onun otorite düşmanlığı, insan/birey merkezciliği başta olmak üzere birçok başka hususun derinliğine kavranmasını da lüzumlu kılan bu anlama çabası, şerh ve haşiye literatürünün yerini ve muhtevasını anlamak ve kuşatmak için de zaruridir. Fakat şimdilik burada işaret etmek istediğimiz husus bugünün bakış açısı ve gerçekleriyle klasik eser ve müelliflere, şerh ve haşiye dünyasına kıvam düzeyde dahil olmanın zorluğu, belki de imkânsızlığıdır. (…) (s.21)
“(…) Şerh ve haşiye metinlerinin özelliklerini bilmeyen ve üslubunu önemsemeyen düz bir bakış ve okuma biçimi Şerh-i Belâgat‘ta hiçbir ciddî tenkit ve yeni bilgi görmeyebilir. (…)” (s.54)
“Son büyük Fusûs şârihlerinden Ahmed Avni Konuk’un telif tarzı ve tavrı bu konuda farklı bir örnek olarak zikredilebilir. ‘Firavun’un imanı’ bahsinde hem kendisinden önceki şerhleri özetleyen hem de kendi görüşlerini zikreden müellif, bu konuda diğer şârihler Abdürrezzak Kâşânî, Davud-ı Kayserî, Yakup Han ve Abdullah Bosnevî’ye muhalif görüşler serdeden meşhur Fusus şârihi Bâlî Efendi’nin fikirlerini maddeler halinde özetleyip uzun uzadıya cevaplamaktan, netice itibariyle reddetmekten geri durmaz. Buna karşılık yerleşik ilim-telif âdâbı ve erkânına riâyette de kusur göstermez; muhteva itibariyle sert sayılabilecek tenkitler yönelttiği Bâlî Efendi karşısında kendisini aşağıya, zelil derekesine indirir. (…)” (s.55)