Mart 2023 Posts

“İlâhî seviyede adalet her şeye hakkını vermek değildir. Zira hiçbir yaratılmışta yaratılışın başlangıcı itibariyle hak edilmiş bir varlık payı yoktur, yaratılış baştanbaşa lütuf ve ihsandır.”

 

Ömer Türker’in 2 aylık düşünce dergisi olan Teklif’te (Sayı 5/Eylül 2022) çıkan “Adalet Üzerine” başlıklı yazısından yer yer yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki o yazının üçüncü sayfasının sonuna yakın iki cümlelik bir alıntı olup bu yazının başlığını teşkil etmekte) oluşturacak bu yazıyı.

“(…) Zira zulmün kendinde varlığı yoktur, adaletin mutlak kuşatıcılığının bir parçası olarak ortaya çıkar. Bu bakımdan birey, aile ve toplum düzeyindeki yönetimde adalet, ilâhî adaleti herhangi bir sapma olmadan sosyal ve siyasî hayatın bütününe tatbik edebilecek bir ilkeye ihtiyaç duyar. İşte bu ilke nebidir. Nebi, zulme düşmeden her hak sahibine hakkını verebilecek bir düzen kurma kabiliyet ve yetkinliğini haizdir. Aksi halde ilâhî adalet insan türünün bütünü dikkate alındığında tasdik edilebilse de fertlerin fiillerinin ayrıntısı ve fertlerin kendisi dikkate alındığında zulüm olan fiillerle çelişir. (…)

Metafizikçi filozoflar adaleti, her bir mevcudun kendi kabiliyetine göre varlıktan pay alması anlamında kullanır. Buna göre Tanrı’dan gelen varlık anlamı, tüm mevcutlara onların kabiliyetlerine uygun şekilde yani hak ettikleri miktarda dağılır, böylece her şey kendi hak ettiği yere konulmuş olur. (…) Mu’tezîliler, adalet kavramını, belirli bir ahlâkî fâilden bağımsız ele alarak hem Tanrı ve âlemin bütünü dikkate alındığında hem de insan fiilleri dikkate alındığında iradî varlık açıklamasının temel kavramına dönüştürmüştür. Diğer deyişlle Mu’tezile’ye göre Allah ile kul arasındaki ilişkiyi düzenleyen ilke adâlettir.

Bir bütün olarak dinî düşünce gelenekleri, bu dünyayı ve hayatı Allah’ın kulu imtihanı için bir vasat olarak değerlendirdiğinden herkesin hak ettiğini alması anlamında bir adâlet kavramının dünya içre geçerli olmadığını, adâletin ancak karar günü olan ahirette tam manasıyla tahakkuk edeceğini düşünür. Fakat âhirette tahakkuk edecek adâlet de rahmet ve lütfun bir parçasıdır ve insanlar hak ettiğinden ziyade ilâhî rahmetten muhtelif seviyelerde pay alacaktır. Tam da bu sebeple insanî varlık alanına uzanan boyutu olsa da metafizik mesele olarak adaleti ele almak ile insanın kendisi ve diğer insanlarla ilişkisinin tartışıldığı bir mesele olarak adâleti ele almak oldukça farklı yönlere ve sonuçlara sahiptir. (…)

İslâm geleneğinde adalet, ilkelerini vahiyden alır. Vahiy, İslâm düşünce geleneklerinin tamamının ortak paydasını oluşturur.

Maksat, maslahat ve kurallar, ancak yaptırım gücüne sahip siyasî bir otoriteyle desteklendiğinde toplumsal seviyede tahakkuk ederler. (…) Neredeyse insanlığın tüm büyük hamleleri sultanlıklar tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu bağlamda vazgeçilmez olan şey, inşa ve idameyi sağlayacak ve değişen şartlara göre yenilenmeye imkân verecek kurumsallaşmadır. Abbâsî, Selçuklu, Memlükler, Babürlüler, Timurlular, Osmanlılar gibi Müslüman toplumların kurduğu büyük devletlerde birbirinden önemli ölçüde farklılık barındıran kurumsallaşma, dolayısıyla da adâlet tecrübeleri görülmektedir. (…)

Güçlü bir hukuk düzeni olmayan toplumlarda arzu edilen seviyede adalet görülmez. İnsânî adâlet, ilâhî adâletten farklı olarak gecikmeyi kabil değildir. Bu bakımdan bir toplumda hukûkî süreçler makul bir gerekçe olmadan uzuyorsa o toplumda zulüm vardır.

“Allah’ın evvelâ (ilk olarak) yarattığı akıldır; Allah’ın evvelâ yarattığı kalemdir; Allah’ın evvelâ yarattığı, yâ Câbir, Peygamberi’nin nûrudur.”

 

Abdülkerîm el- Cîlî’nin(d.H.767- v.826 veya 832) İNSÂN-I KÂMİL isimli eserini Abdülaziz Mecdi Tolun (m. 1865-1941) Harf Devrimi öncesi Türkçe’ye tercüme etmiş; Yrd. Doç. Dr. (merhûm) Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli ve Abdullah Kartal eseri günümüz Türkçesi ile yayına hazırlamışlardır (İZ Yayıncılık, 4. baskı; 2015). Bu eserin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak. İlk alıntı da bu yazının başlığını teşkil eden hadîslerin manâları.

“Bir zaman şark ciheti garîblerinden biri ile Cenâb-ı Hak bana mülâkat nasîb etti. (Garîb, hakikat lisanında kevnî (kozmik) şeylerden, manevî hâller ve makamlardan soyutlanarak, sırf hakikate dâhil olan zât-ı âlîye denir. Bu mertebeye varan zâtlar hem her şeyden soyutlanmış, hem her şeyle kayıdlanmışdır. Böyle olan zevât (zâtlar), sırlarını başkasına anlatmağa kâdir olamadığından insanlar arasında garîb düşmüştür.) O zât samedâniyyet (Allah’a ve O’nun ezelî kuvvet ve kudretine mensup olma) yaşmağıyla ağzını kapamış, ahadiyyet (özellikle Allah’ın birliği) gömleğine bürünmüş, celâl kapanını giyinmiş , cemâl güzelliği tâcıyla taclanmış bir zât idi. Kemâl diliyle selâm verdi; selâmına hayır dua ile mukabele ettim.

“Sen sevdiğini hidâyet edemezsin; fakat Cenâb-ı Hak istediğini hidâyet eder.” manâsına olan (Kasas, 27/56) âyeti ile; “Sen elbette sırât-ı müstakîme (dosdoğru yola) hidâyet edersin “ manâsında olan (Şûrâ, 42/52) âyeti. Kezâ manâları “Allah’ın evvelâ halk ettiği akıldır; Allah’ın evvelâ halk ettiği kalemdir; Allah’ın evvelâ halk ettiği yâ Câbir Peygamber’inin nûrudur.” Bunlar birbirine mukabil gelmiştir. Bu gibi mukabil meselelerde yönlerin en güzeli, kusursuza en yakını ne ise oraya yüklenmeyle manâ veririz.

“Arayış içinde olan çok insan vardır, fakat aradıkları şey aslında kendi nefislerini hoşnut etmektir sadece” (Abdurrahman / Molla Câmî v. 898/1492)

 

” İngiltere’nin güneybatısında bir yerde doğan, lise tahsilini Londra’da tamamlayan, 1961’de Cambridge Ünivesitesi’nin Arap-Fars Filolojisi bölümünden mezun olan Hamid Algar bir yıl kadar Tahran Üniversitesi’nde doktora derslerini takip ettikten sonra Türkçe’yi hakkıyla öğrenmek maksadıyla İstanbul’a geçer. Nihayet 1963’te Cambridge’e dönerek doktora çalışmalarına başlar. ‘Ondokuzuncu asır İran’ında ulemanın siyasî rolleri’ konusundaki tezini 1965’de tamamlayıp California Üniversitesi’nde Ortadoğu Araştırmaları Bölümü’ne katılır. Burada İrfan, Tefsir, Şiîlik, İran’da İslâm tarihi; Arap, Fars ve Türk tasavvuf edebiyatı, İslâm felsefesi gibi konularda ders verir. İran, Türkiye, Bosna, Malezya ve Özbekistan gibi bazı ülkelerde hem ilmî kongrelere katılır, hem araştırmalarını sürdürür. Bu ülkelerin dillerinde yayınları gerçekleşir. 2010’da emekli olup başta Nakşîlik tarihi ve bugünkü durumu olmak üzere çeşitli konularda yoğun şekilde çalışmaları devam eden biri. (Ben de kendisiyle İstanbul’da 1968 yılında tanışma ve görüşme imkânı bulmuştum. 1970’li yılların ortasına yakın da Erzurum’da görüşmüştük. Bu yazının bundan sonraki kısmını O’nun Türkçeye çevrilmiş, insan yayınları’ndan çıkan “Nakşibendîlik” isimli kitabının (birinci baskı:2007, genişletilmiş üçüncü baskı (dijital): 2012; Çevirenler: Cüneyd Köksal, Ethem Cebecioğlu, İsmail Taşpınar, Kemal Kahraman, Nebi Mehdiyev, Nurullah Koltaş, Zeynep Özbek) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak.

“Tasavvufun Altın Çağı Konevî Ve Takipçileri”

 

Ekrem Demirli’nin bu kitabından (Sufi Kitap 1. Baskı: Mayıs 2015) yer yer yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Yaklaşık bir asrı geçen akademik araştırmalar henüz İslâm’ın içtimaî, siyasî ve en önemlisi entelektüel tarihi hakkında kabul edilebilir bir tasnif ortaya koyabilmiş değil! Ne Müslüman bilim adamları, ne bilimsel araştırmalarda onların öncüleri olan oryantalistler (Arap-Fars Dili ve Edebiyatı ile ilgili akademisyenler ve düşünürler -a.a.-) İslâm’ın entelektüel mirası hakkında geçerli bir perspektif ortaya koyamadı. Pek çok sebep akla gelse bile, bizce en önemlisi, geniş bir özel-tikel ilimler alanına yayılmış İslâm bilimleri üzerindeki araştırmaların nihai hüküm vermeyi meşru kılacak bir düzeye ulaşmamış olmasıdır. (…) Ancak mazereti büyük bir soruna dönüştüren ise bu ‘malul’ ve ‘mazur’ hükmün yapılabilecek çalışmaların gidişatını belirleyecek şekilde dogmatik bir üslupla tarihleri tasnif etmesidir. Bu tasnif, İslâm bilimlerinin gelişim süreçlerini erken bir tarihten itibaren durağanlaştırıp bilhassa Gazzâlî’den sonra gerileme ve çöküş devirleri olarak yorumlama eğiliminde kendini gösterir. (…)

Bu dogmatik yaklaşım için XIII. asır-veya bir öncesi ve sonrası- bir durağanlık ve hatta gerileme çağıdır. (…) Bu çağda İslam düşüncesinin gidişatını önemli ölçüde belirleyen pek çok kitap yazılmış, önemli gelenekler oluşmuş, bilim geniş kesimlere yayılmış, bir yandan medreseler öte yandan tarikatlarla birlikte dinî düşünce hem yaygınlaşmış hem yeni kavramlar ve üsluplar kazanmıştır. (…)

Fütûhât-ı Mekkiyye 16. Ciltten bazı alıntılar

 

Muhyiddin İbn Arabî’nin bu eseri Ekrem Demirli tarafından 18 cild olarak Türkçeye çevrilmiş ve Litera Yayıncılık’tan yayınlanmıştır. 2011 baskılı 16. Ciltten yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Allah’ı -O’nunla değil- nefislerine göre birleyenler tevhide şirk katanlardır.” (s.18)

“Yaşadığı günü kınayıp dünü överken insan hep aynı insandır: Dünü yaşarken de onu kınayıp bir önceki günü övmekteydi. Bu hep böyle devam eder.” (s.21)

“ İlahi şe’n (iş) farkında olmadıkları yönden kendilerini harekete geçiren sebeptir.” (s.21)

“Kim Allah karşısında takva sahibi olursa, ‘Allah’ isminin genişliğine çıkar ve o ismin genişliğiyle birlikte genişler; bu genişliğin ardında darlık bulunmaz.” (s.22)