“İlâhî seviyede adalet her şeye hakkını vermek değildir. Zira hiçbir yaratılmışta yaratılışın başlangıcı itibariyle hak edilmiş bir varlık payı yoktur, yaratılış baştanbaşa lütuf ve ihsandır.”
Ömer Türker’in 2 aylık düşünce dergisi olan Teklif’te (Sayı 5/Eylül 2022) çıkan “Adalet Üzerine” başlıklı yazısından yer yer yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki o yazının üçüncü sayfasının sonuna yakın iki cümlelik bir alıntı olup bu yazının başlığını teşkil etmekte) oluşturacak bu yazıyı.
“(…) Zira zulmün kendinde varlığı yoktur, adaletin mutlak kuşatıcılığının bir parçası olarak ortaya çıkar. Bu bakımdan birey, aile ve toplum düzeyindeki yönetimde adalet, ilâhî adaleti herhangi bir sapma olmadan sosyal ve siyasî hayatın bütününe tatbik edebilecek bir ilkeye ihtiyaç duyar. İşte bu ilke nebidir. Nebi, zulme düşmeden her hak sahibine hakkını verebilecek bir düzen kurma kabiliyet ve yetkinliğini haizdir. Aksi halde ilâhî adalet insan türünün bütünü dikkate alındığında tasdik edilebilse de fertlerin fiillerinin ayrıntısı ve fertlerin kendisi dikkate alındığında zulüm olan fiillerle çelişir. (…)
Metafizikçi filozoflar adaleti, her bir mevcudun kendi kabiliyetine göre varlıktan pay alması anlamında kullanır. Buna göre Tanrı’dan gelen varlık anlamı, tüm mevcutlara onların kabiliyetlerine uygun şekilde yani hak ettikleri miktarda dağılır, böylece her şey kendi hak ettiği yere konulmuş olur. (…) Mu’tezîliler, adalet kavramını, belirli bir ahlâkî fâilden bağımsız ele alarak hem Tanrı ve âlemin bütünü dikkate alındığında hem de insan fiilleri dikkate alındığında iradî varlık açıklamasının temel kavramına dönüştürmüştür. Diğer deyişlle Mu’tezile’ye göre Allah ile kul arasındaki ilişkiyi düzenleyen ilke adâlettir.
Bir bütün olarak dinî düşünce gelenekleri, bu dünyayı ve hayatı Allah’ın kulu imtihanı için bir vasat olarak değerlendirdiğinden herkesin hak ettiğini alması anlamında bir adâlet kavramının dünya içre geçerli olmadığını, adâletin ancak karar günü olan ahirette tam manasıyla tahakkuk edeceğini düşünür. Fakat âhirette tahakkuk edecek adâlet de rahmet ve lütfun bir parçasıdır ve insanlar hak ettiğinden ziyade ilâhî rahmetten muhtelif seviyelerde pay alacaktır. Tam da bu sebeple insanî varlık alanına uzanan boyutu olsa da metafizik mesele olarak adaleti ele almak ile insanın kendisi ve diğer insanlarla ilişkisinin tartışıldığı bir mesele olarak adâleti ele almak oldukça farklı yönlere ve sonuçlara sahiptir. (…)İslâm geleneğinde adalet, ilkelerini vahiyden alır. Vahiy, İslâm düşünce geleneklerinin tamamının ortak paydasını oluşturur.
Maksat, maslahat ve kurallar, ancak yaptırım gücüne sahip siyasî bir otoriteyle desteklendiğinde toplumsal seviyede tahakkuk ederler. (…) Neredeyse insanlığın tüm büyük hamleleri sultanlıklar tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu bağlamda vazgeçilmez olan şey, inşa ve idameyi sağlayacak ve değişen şartlara göre yenilenmeye imkân verecek kurumsallaşmadır. Abbâsî, Selçuklu, Memlükler, Babürlüler, Timurlular, Osmanlılar gibi Müslüman toplumların kurduğu büyük devletlerde birbirinden önemli ölçüde farklılık barındıran kurumsallaşma, dolayısıyla da adâlet tecrübeleri görülmektedir. (…)
Güçlü bir hukuk düzeni olmayan toplumlarda arzu edilen seviyede adalet görülmez. İnsânî adâlet, ilâhî adâletten farklı olarak gecikmeyi kabil değildir. Bu bakımdan bir toplumda hukûkî süreçler makul bir gerekçe olmadan uzuyorsa o toplumda zulüm vardır.