Nisan 2023 Posts

“Osmanlı hilâfetinin son dönemleri ve ilgası bahsi” üzerine güncel bir yazıdan alıntılar

 

İsmail Kara‘nın Derin Tarih dergisi’nde (sayı 132/Mart 2023) çıkan Hilâfetin İlgasının Sarsıntılarına Dair Pek Bilinmeyen bir Metin başlıklı yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Osmanlı hilâfetinin son dönemleri ve ilgası bahsinde dışarda(n) yazılan ve konuşulan çok şey var. Oryantalistlerin kaleminden çıkanların bir kısmı kıymetli de. Ama bu yazarlar, anlaşılabilecek tarzda kendi millî-dinî problemlerini ve ideolojik yahut siyasî arayışlarını merkeze ve öne aldıkları için yazdıkları otomatik olarak bizim için de kıymetli ve doğru hale gelmiyor, gelemez. Onların kıymetli veya problemli taraflarını keşfetmek ve yararlanmak için de buradan bakan bir göze ve dimağa, bir süzgece ihtiyaç var. Hilafetin ilgasına 3 ay kala Emir Ali’nin Ağa Han’la birlikte Gazi’ye ve İsmet İnönü’ye yazdıkları mektup da ciddiyetle yaklaşılması gereken metinlerden biri.” (Başlığın hemen altında yazının abstract’ı /özü özelliğindeki metin)

“3 Mart 1924 günü hissedilen ağır sarsıntıların, bu arada hilafetin ilgasının, üzerinden bir asır geçmesine 12 ay gibi çok kısa bir zaman kaldı. Ankara merkezli yeni Türk devletinin ve kurucu kadronun Lozan sonrası süreçte kendisini hem içerde, hem İslâm dünyasında ve hem de Avrupa merkezli dış dünyada konumlandırması açısından mühim ve çok yönlü bir mesele olan bu ilga kararı, Türkiye’de soğukkanlılıkla ve genişliğine-derinliğine ele alınıp değerlendirilmiş sayılmaz. O gün bugün bu konuda konuşan ve yazanların kahir ekseriyeti büyük inkılap-büyük ihanet şablonunu ve edebiyatını aşabilmiş değil maalesef. (Bu alıntının koyu yazılması bana ait -a.a.-)

Niçin? Yazarın “Herhalde hepsi demek en doğru cevap olacak” dediği, ilmî-fikrî yetersizlik mi, psikolojik güvensizlik( yahut güven vehmi) mi, cesaret ve hesap verme- hesap sorma (ahlâk) yoksunluğu mu, Türkiye’yi/kendini önemsememek mi?… İtiraf etmek lâzım; istisnai olmayan bu durumun açık bir mânası var: Türkiye kendi hakkında ‘yerinden ve kendinden’ konuşmayı hâlâ tam öğrenememiş, öğrenme ve konuşma kapasitesine kavuşamamış, bunun için önemseyerek ciddî gayret gösterememiş. (Yazının başlığının hemen altında harfleri daha iri olarak yazılı metnin yeri burası. Ancak burada son bir cümle daha var: ‘Geçirgenlik fonksiyonunu icra eden ama kevgire dönmemiş bir süzgeç…’

Yazının devamını daha az alıntılamayla yansıtacağım.

” Baş sömürgeci devlet olarak İngiltere’nin 19. yüzyılda ulaşmadığı İslâm coğrafyası yok gibi. (…) Yönetebilme ve sömürge kapasitesini artırmak ve etkin kılmak için o gün bugündür hâlâ ciddî emekler vererek; akademisyenler, gazeteciler ve politik-bürokratik elemanlar başta olmak üzere her kademede profesyonel kişiler istihdam ederek; uğraştığı işlerden biri de İslâm dünyasındaki geleneksel ve modern dînî düşünceler, hareketler ve kurumlarla tarikat ve cemaat yapıları, en geniş mânasıyla dinî kabuller ve Müslümanların yaşama tarzlarıdır. (…)

Büyük Britanya’nın ısrarla izlediği bu politikaların zaruretleri ve ihtiyaçları istikametinde ve ciddiyetle uğraştığı mühim meselelerden biri de Osmanlı hilâfetidir. (Elbette Fransa, Almanya, Rusya, İtalya da benzer sebeplerle hilafetle ilgileniyorlar ama gerek muhteva ve araç çeşitliliği gerekse tarihî derinlik, etkinlik ve izlenen siyaset itibariyle İngiltere ile boy ölçüşmeleri herhâlde mümkün değil.) Hilâfet risâleleri ve yazıları üzerinden şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: 19. asrın son çeyreğinden hilâfetin ilgasına kadar geçen yarım yüzyıllık sürede İngiltere bu konuya müdahil olan bütün taraflarla bir şekilde irtibat halindedir ve hattâ karşıt (gibi gözüken) tarafları bile bizzat kendisi kurmakta veya içlerine girerek yönlendirmektedir. Bunun en güzel örneği herhalde ilk hilâfet risâlesi olan Redhouse’ın metnidir. (…)

Hint Hilâfet hareketinin de iki yüzü var.Biri İngiltere’ye, biri Osmanlılara (hilâfete) bakıyor. Bu hareketin temel fikri, bir dönemin İngiliz politikalarıyla da tamamen uyumlu olarak söyle özetlenebilir: Hindistan Müslümanlarının (ve diğer Müslüman ülkelerin) siyasî menfaatleri ve kendilerini koruyabilmeleri İngiltere ile Osmanlıların ittifak veya itilafına, iyi geçinmesine bağlıdır. (…) Hintli âlim ve aydınlar iki tarafa da çalışabilir, Londra ile İstanbul arasında hem fikren hem de fiilen gidip gelebilirler. (…)

“İslâm dâhilindeki amellerin tümü kul yararınadır.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında GÜNEŞ NEYE EŞLİK EDER? başlığıyla çıkan 14 Ramazan 1444 (5 Nisan 2023) tarihli yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/ IsmetOzel?Id=168&Katld=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki o yazının son paragrafından bir cümle olup alıntı olarak başlığı teşkil ediyor) oluşturacak bu yazıyı.

“Gün battı mı gün biter. İslâm saatinin aslı budur.Biz Müslümanlar bize günü temin eden şeye değil,güne eşlik eden şeye gün-eş deriz. (…) Gizlenmeyeni güvenli buluruz. Hâlbuki güneşli günlerin mesut günler olduğu bir Avrupalı uydurmasıdır. (…)”

“Modernlik insana uygun hayat biçimini uygunsuz sayanların el üstünde tuttukları şeydir. Yani insanın temel güdülerine zıt giden her şey modernlik peşinde olanların hoşuna gitmiştir. (…) Onları ilgilendiren, insanların Yunan ve Roma medeniyetlerinin başarılarına yeniden kavuşabileceklerine duydukları kesin inançtır. (…) XVIII. Yüz yıl Avrupa’sının aydınlanma felsefesi gereğince gelişmeye ve evrime duyulan güven bugünün XXI. Yüz yılında yerkürenin her bucağında kabul görmüş görünüyor.”

“(…) Savaş hayatımı kurtardı” diyor Ludwig Wittgenstein. Bu sözlerden savaş patlak vermeseydi genç filozofun intihar edeceğini anlıyoruz. (…)” “Yürürlükte olma hadisesine yerküredeki bütün hâkim sınıflar dikkat kesilmiştir. Türkler bir millet olarak andığım kuralın tek istisnasıdır.” (…) Balkan savaşlarında hiçbir başarı elde edemeyen Türkler millet olarak hiçbir hayatiyet belirtisi göstermedikleri halde Çanakkale zaferi kazandı. Bu kazanç İstiklâl Harbi’nin başlatılması için kifâyet etti. (…)

Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş

 

Mahmud Erol Kılıç‘ın ‘Kitaba Önsöz’ün ilk cümlesi olarak “Elinizde tuttuğunuz bu eser 1995 yılında neticelenen bir Doktora tezinin on dört yıl sonra kitaplaştırılmış halidir.” dediği o kitaptan yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

” (…) Tabii ki o seneden bugüne gelinceye kadar bazı yeni metinler keşfedildiğini, neşirler, makaleler yayınlandığını, tezler yapıldığını da hatırlatmak isteriz. Dünyanın pek çok yerinde, bir çoğuna müellifin de iştirak ettiği ‘Uluslararası İbn Arabî’ konferansları yapıldı, onlarca tebliğ sunuldu. Mamafih bu eserin yayınlanması konusunda bizi cesaretlendiren şey belki de bütün bu gelişmelerin tezin ana fikrini değiştirecek yeni bir görüş getirmemesiydi. Zaten ‘Geleneksel ilimlerde’ hakikat yeni buluşlar ışığında iptal değil ancak tenvir edilirse isabet edilmiş sayılırdı. Bu tezin bir hususiyeti de Türkiye akademik sisteminde ‘Tasavvuf Bilim Dalı’ nın kuruluşunu müteakip bu dalda yapılan ilk doktora olma şerefini taşımasıdır. (…)” (Müellifin ‘Kitaba Önsöz’ünden)

“(…) Tabiatıyla en çok başvurduğumuz eser olan el-Fütûhât‘ın ise iki farklı nüshasını kullandık. (…)

“(…) Özellikle dikey, enfüsî terminolojiyle yapılan bir ilim olan tasavvufun sırf tefhîm-i kelâm (sözü bildirme -a.a.-) için, meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için yatay, âfâkî ıstılahlar (terimler -a.a.-) kullanmak zorunda kalındığı durumlarda bu daha da aşikâr bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Meselâ ‘Benim bu söylediklerim mantıkî bir sisteme tâbi değildir’ diyen İbn Arabî’nin sisteminden bahsetmek, ‘Enbiyâ ve evliyânın yolu fikir ve nazarla değildir’ diyen İbn Arabî için onun fikirleri demek, ‘feylesoflar aslında kendilerinde olmayan bir takım görüşleri başkalarından toplayarak değişik lâflar altında naklederler’ diyen İbn Arabî için İslâm’ın kendi öz feylesofu tabirini kullanmak, bazen ilm-i hakâyık için metafizik kelimesini, merâtib-i vücûd için ontoloji, keşf ve tecellî ile elde edilen maârif için epistemoloji, seyr-i sülûk için psikoloji tabirlerini kullanmak hep meseleyi modern zihni oluşturan kavramlar aracılığıyla anlatabilmek ihtiyacından doğmaktadır. (…) En başta Vücûd terimi olmak üzere onun kullandığı birçok mefhum (kavram -a.a.-) ilk defa kendisi tarafından icad olunuyor değildi. Ne var ki o, birçoğunun beşeriyet elinde oynana oynana kaymış semantik manâlarını bulup çıkardı ve bunlara yeni manâlar yükledi, yeni ruhlar üfledi. Zira ona göre , sûretler, kalıplar ihtilaf eder ama manâ birdir.

Siyasette iktidara gelmek için vaadlerden biri. Kötü bir çağrışım üzerine

 

Bir ittifakın liderlerinden biri açıkça bir vaadde bulundu: “Seçimi kazanırsak emeklilerin hesabına onbeşer bin lira yatıracağız.”

Bu çok tuhaf ve düşündürücü bir beyan değil mi? Açıkça oy için para vaadi anlamı ifade etmiyor mu? Çağrışımı böyle algılanmaz mı? Ne için, ne gerekçeyle yatırılacak o para emeklilerin hesabına? Bunun bayram ikramiyesi olacağı bile ifade edilmedi, o niyetle açıklansa bile. Kaldı ki bayram ikramiyesinin onbeş katına yükseltilmesi vaadi ancak yürütmenin başında olmayan bir siyasetçinin ileri sürebileceği bir vaaddir.

İktidarda bulunan ve hâlen bir ittifak durumu yansıtan ve önümüzdeki seçime bu ittifakla girecek olan parti liderinin / Cumhurbaşkanı’nın önümüzdeki bayram ikramiyelerini iki bin lira olarak belirleyip hesaplara yatırılacak olmasını açıklaması önce belirttiğim vaadle aynı çağrışımı yapmamakta. Bin lira olan geçmişteki bayram ikramiyesinin iki katına çıkarılmış olarak ödeneceği duyurusu yürütmenin başındaki kişinin normal karşılanacak bir tasarrufu ve bunun beyanıdır. Bunun seçim için o ittifaka yararı ötekisi gibi olmaz. Çünkü abartılı olarak artırılmış bir bayram ikramiyesi değildir.

Zât Hakkındadır

 

Abdülkerîm el-Cîlî‘nin İNSÂN-I KÂMİL isimli eserinin (Mütercim: Abdülaziz Mecdi Tolun, Yayına Hazırlayanlar: Yrd.Doç. Dr. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli, Abdullah Kartal; İz Yayıncılık, 4. baskı: 2015) Bâb-ı Evvel / İlk Bölüm’ünün başlığı, bu yazının da başlığı olup, bu bölümden yer yer yapacağım alıntılamalar oluşturacak yazıyı.

“Ey hakikat tâlibi bil! Mutlak zât, esmâ (isimler) ve sıfâtın (sıfatların) vücûdda (varlıkta) değil, belki (umulur ki) taayyünde (belirmede) aslı ve müsteniden ileyhi (kendisine dayandırılanı) dır. Her isim yahut sıfat ki, bir şeye dayanmıştır, işte o şey Zâttır. İster Ankâ gibi ma’dûm (yok), isterse mevcûd olsun.

Mevcûd iki türlüdür. Biri mevcûd-ı mahzdır (sırf / tam mevcud), o da Zât-ı Bârî’den (Yaratıcı Zât) ibârettir; diğeri ademe (yokluğa) mülhak (katılmış) olan mevcûddur; bu da mahlûkât zâtından ibârettir.

Mukaddes ve müteâlî (yüce / aşkın) olan Hakk’ın Zâtı’na gelince: O, kendinin ulu/yüce varlığı olan nefsinden ibârettir. Çünkü Zâtullah, bi-nefsihî (kendisi olarak) kâimdir (varolandır). Hüviyetiyle isimlere ve sıfatlara müstahak (lâyık) olan o Zât’tır. Kendindeki her bir kudsî manâ ile gereken her sûretle tasavvur eder (sûretlenir).