Erzurum’da üniversitede o Edebiyat Fakültesi’nde hoca, ben de Fen Fakültesi’nde asistan iken tanıştığımız ve görüştüğümüz Orhan Okay’la, her ikimiz de İstanbul’da olduğumuz yıllarda ilk ve son biraraya gelişimiz hocanın eşi Mübeccel hanımın vefatı sebebiyle oldu.
O vefat haberini öğrenip baş sağlığı dilemeğe evine gittiğimde bana bu kitabını (Dergâh’ta genişletilmiş ve gözden geçirilmiş 1. Baskı: Ekim 2013) Aziz dost Ahmet Aksay’a muhabbetle 4 Şubat 2014 diye yazıp imzalayarak vermişti. Kitabı ise “Mübeccel’e Bütün bu silikleşen fotoğraflar arkasında net bir hatıra var: Yarım asrı geçen beraberlik.” diyerek gönlünce eşine sunmuştu. Eşinin vefatından kısa bir süre (3 yıl) sonra da kendisi vefat etti. İkisine de Allah rahmet ve mağfiret eylesin. Çocuklarına da sağlık âfiyet dilerim Allah’tan.
Bu kitabın başlarından yer yer yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“YARIM yüzyıl öncesi öğrencisi olduğum Vefa Lisesi 125 yaşında. Geçmişi muhafaza etmeye fazla meraklı olmayan toplumumuzda bu tarih epey uzun bir ömrü işaret ediyor. Binaların korunması ayrı, kurumların yaşamaları ayrı şeylerdir. (…) Bizde kaç ticarî kurum, kaç matbaa, kitabevi, gazete bir asır öncesine gidebilir? Onun için, böyle bir toplum yapısı içinde 125 yıl gerçekten uzun bir ömür. ” (s.9) (…) “Ben 1947’de liseye kaydolunduğum zaman (ben ise o yıl doğmuştum. -a.a.-) okul, orta yerde bulunan tarihî büyük bina ile onun merdivenli geniş avlusunun iki yanında bulunan ve İkinci Meşrutiyet’ten sonra eklenmiş ikişer katlı iki küçük binadan ibaretti. Şimdi bu yapıların mimarisini tamamen bozan hantal bir beton bina avlunun büyük bir kısmını ortadan kaldırmış bulunuyor. Bahsettiğim merkezî ve tarihî bina Sultan Abdülmecid’den Abdülhamid’e kadar dört padişahın döneminde de sadrazamlık yapmış bulunan Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa’nın taş konağıdır. Daha sonra Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın olmuş, 1881’de de hükümet tarafından 4 bin 400 altın karşılığı sahibinden satın alınarak okul haline getirilmiş. Ben lisenin ilk iki sınıfını bu binada okudum.”(s.9-10) (…) Ama benim için, belki pek çokları için de Nurettin Topçu’nun dersleri, seminerleri bambaşkaydı. (…) Her gün bir tablo gibi Süleymaniye’yi seyretmek her İstanbul’da oturana nasip olacak bir talih değildi. (…) O yıl caminin bir minaresi iskeleye alınmış, tamir ediliyordu. Topçu her dersinde karşısında gördüğü camiye bakar, hemen her seferinde tamiratın bitmeyişi ile ilgili bir nükte yapardı. Nihayet sene sonu geldi, son dersinin son cümlesini yine Süleymaniye’ye bakarak noktaladı: ‘Biz sosyolojiyi bitirdik, caminin tamiri bitmedi.’ (s.13)
“Vefa Lisesi o yılların ünlü okullarındandı. Zaten 1940’lı yıllarda İstanbul’da resmî, özel liselerin toplamı ondan fazla değildi. (…) Fakat her birinin özellikleri var, şöhreti var, hocalarının ayrı şöhretleri, lakapları var. Kabataş, Haydarpaşa, İstanbul, Pertevniyal… Buralardaki hoca kadrosunun seviyesine günümüz üniversitelerinden pek azı erişebilir. Nihad Sami Banarlı, Agâh Sırrı Levend, Faruk Nafiz Çamlıbel, Halit Fahri Ozansoy, Nihal Atsız, Reşat Ekrem Koçu, Hıfzı Tevfik Gönensay bunlardan birkaçıydı. Bu iddiamı biraz daha müşahhas (somut) olarak ifade edeyim: Vefa Lisesi’nde Avrupa’da doktora yapmış iki büyük hoca vardı. Biri felsefe öğretmeni Nurettin Topçu ki doçent ünvanı aldığı halde üniversiteye alınmıyordu; ikincisi kimya öğretmeni Tahsin Rüştü Beyer. Bunların dışında da gerçekten eli kalem tutan, sadece ders kitabı değil, birçok araştırıcının faydalandığı eserler yazmış olan epeyce hocamız vardı. (…) Toplumumuzdaki vefa duygusuyla beraber Vefa Lisesi’nin ve Vefa semtinin özellikleri de kayboldu. Bize de galiba Ahmed Rasim’in hüzünlü şarkısını dinlemek düştü:
“Gözümde işve-nümâdır hayâl-i bîbedeli / Acep vefada mı semti, acep acep nereli?”
Nureddin Topçu’nun aynı kitaptaki VATANDAŞ AHLÂKI yazısından (yıl 1946) birkaç cümle:
“Fertten doğup nâmütenahiye (sonsuza) doğru yol alan hareketin âile, cemiyet ve insaniyet yollarından geçtiğini hareket felsefesi kabul ediyordu. Yani içtimaî nizama ait hareketler ferdiyetimizle Allah arasında bir köprü oluyordu. Aile, millet ve medeniyet nâmütenâhilik ve evrensellik temayülünü (eğilimini) kendinde yaşatan ferdî hareketin eseri idiler. Bu manâya hareket, insanla Allah’ın bir terkibi (bileşimi) oluyor. (…) Bu ahlâk her şeyden önce hareket dinine dayanıyor. İlk mukaddes olan çalışmaktır. (…) Fert, kurtuluşunu ancak kendi hareketinde bulacak. (…) Hiç bir ahlâk nazariyesi (teorisi) sonsuzluk ve evrensellik eğilimleri taşıyan bir hareketi suçlamadı. (…) Asıl büyük adamlar iman yaratıcılarıdır. Bunlar hareket etmedikçe derin ve hakiki varlığımızın tatminsiz kaldığını, kendimize inkâra düştüğümüzü telkin edenlerdir. Varlığını farkında olmadan inkâr eden insan, veya maddî, irsî felâketler yüzünden böyle doğan insan kurtuluşu felaketi bir gaflet ve acz yüzünden gayri inkâr ve arzı tahripte arıyor. Bu insan istismar eden, esir eden, kendi emeğinin mahsulü olmayanı tüketen insandır. (…) Kendi emeğiyle yaşamayı dinî bir temel olarak tanıyan adam hangi zorbalığı yapabilir? (…)” (s.18)
“İnsanlığı hakiki çehresiyle tanımak için küçük görünen, kalabalığın alkışını toplayamayan, lâkin göz yaşından doğan eserlere bakın.” (s.20)
“Nesillerimiz bir buçuk asırdan beri bitmez tükenmez ideoloji kavgaları içinden geçiyor. Tanzimatla beraber bir Doğu-Batı mücadelesi şeklinde başlayan bu kavga günümüze kadar dallanıp budaklanarak milletimizi uzlaşmaz cephelere ayırmıştır.(…)” (s.17)