Haziran 2023 Posts

İsmet Özel’in bazı yazılarından sözler

 

İsmet Özel’in “Türküm Doğruyum İntikamım Ülkemdir” kitabından (TİYO, Aralık 2019 I.Baskı) yer yer yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Varlık gösterebilmişsek çocukluğumuza rağmen, ihtiyarlığımıza rağmen gösterebilmişizdir.”

“40 yaşıma kadar yazdığım şiirlerin ilki “Kış”. Dokuz yaşımda kıştan ancak bu kadarını anlardım.”

“Yeni bir kış 75 yaşımda iken yine başımda.” (s.8’den)

“Sözüm varsa dünya hayatı uğruna kendini yıpratmak şöyle dursun dünya hayatını babasının malı zannedenleredir.”

“Karl Marx senin biyologide yaptığını ben sosyal bilimlerde yapacağım iddiasıyla Charles Darwin’e bir mektup döşendi. Şöhret gülünçlükle tamamlanmadığı zaman meşhur adam ortaya çıkmaz.”

“Her nedense zorluğun zor adama yakıştığına inanırız.” (s.9’dan)

“Adnan Menderes’e aleyhinde bir askerî darbeye maruz bırakılacağı haberi ulaştığında söylenenlere kulak asmadı. Onun gönlüne İstiklâl Marşımızın ithaf edildiği kahraman ordumuzun müstemleke ordusu olmadığı kanaati su serpiyordu.”

“Hay huya hayretle bakmağı çocukluğumun en esaslı tecrübesi saymalıyım. Çocukken dünyanın hay huyuna hayranlıkla bakardım. Çocukluğu terk eder etmez beni başka herhangi bir alanda değil sanat alanında bir geleceğin beklediğine inandım.” (s.10’dan)

“Şiir dünya hayatını küçümsemeyi öğretmediği zaman sanat olmaktan çıkar.” (s.12)

“Türk milletinin kendi millî varlığı dışında kimseden kurtarıcılık umarak bugüne gelmediğinin bilinci sağ ve salim tuttu beni. Bundan sonrası farklı olmayacak.” (s.13)

“Tuhaflık şurada ki, bana Türkçe yazma imkânı bahşeden Latin harfleri düzeneğinden başkası olmadı. Bu yaştan, bunca tecrübeden sonra ne yapacağım ben şimdi? (…) Çok istediğim, yaşım ve statüm buna elverdiği halde Muhammet ümmeti ile bir tanışıklık kurabildim mi? Yıllar geçti ve benim anlam veremediğim bir tarzda geçti. Şimdi tanışıklığına her şeyimi fedaya hazır olduğum zevatın tuzağından salim kalmağı kâr beller durumdayım.

“ÖNCE YOLDAŞ, SONRA YOL”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında HEGEMONYA MI , İKTİDAR MI? ÖNCE HANGİSİNİ YOLUMUZDAN SÜPÜRECEĞİZ? başlığıyla çıkan 10 Zilhicce 1444 (28 Haziran 2023) tarihli yazısının ( http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/ IsmetOzel?İd birkaç=180&Katld=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki yazının başında belirtilen ‘yoldaş’ ın önceliği, vazgeçilmezliği vurgusundan ötürü ‘önce yoldaş sonra yol’ ifadesi alıntı sayılarak bu yazının başlığını teşkil etmekte) oluşturacak bu yazıyı.

“Demek ki dünyada elde edilecek sonuçlar uğruna insanlar arasındaki itimat gözden çıkarılamaz.”

“Ezel ile ebed arasına kaç sualin sığdığına akıl erdiremeyiz.”

“İnce eler sık dokursanız hayret edilecek çoklukta tasnife rastlarsınız.”

“Müslümanlar olarak biz tasnifin en yalın halini benimsiyoruz.”

“Hadiselerin gerçek yüzüne eğildiğimizde elimiz boş kalacaktır. Boş konuşmayalım; ama boşluk da bize korku vermesin. Boş olan bizi yılgınlığa sürüklemesin.”

“Modern düşünce Makyavel’in gücü elden kaçırmamak için her türlü çareye cevaz vermesine dikkat çekmesiyle başlamıştır.”

“Siyasi gücün etkin kullanımı gözümüzü hegemonyanın etkisini fark etmekten kaydırdı.”

“Günlük hayat bütün yerküreyi XV. Hıristiyan yüzyılından sonra sarıp sarmalamış mali sermayenin gücünün idamesi ve kuvvetlenmesi uğruna işliyor.”

Merhûm Orhan Okay’ın “SİLİK FOTOĞRAFLAR PORTRELER” kitabından…

 

Erzurum’da üniversitede o Edebiyat Fakültesi’nde hoca, ben de Fen Fakültesi’nde asistan iken tanıştığımız ve görüştüğümüz Orhan Okay’la, her ikimiz de İstanbul’da olduğumuz yıllarda ilk ve son biraraya gelişimiz hocanın eşi Mübeccel hanımın vefatı sebebiyle oldu.

O vefat haberini öğrenip baş sağlığı dilemeğe evine gittiğimde bana bu kitabını (Dergâh’ta genişletilmiş ve gözden geçirilmiş 1. Baskı: Ekim 2013) Aziz dost Ahmet Aksay’a muhabbetle 4 Şubat 2014 diye yazıp imzalayarak vermişti. Kitabı ise “Mübeccel’e Bütün bu silikleşen fotoğraflar arkasında net bir hatıra var: Yarım asrı geçen beraberlik.” diyerek gönlünce eşine sunmuştu. Eşinin vefatından kısa bir süre (3 yıl) sonra da kendisi vefat etti. İkisine de Allah rahmet ve mağfiret eylesin. Çocuklarına da sağlık âfiyet dilerim Allah’tan.

Bu kitabın başlarından yer yer yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

YARIM yüzyıl öncesi öğrencisi olduğum Vefa Lisesi 125 yaşında. Geçmişi muhafaza etmeye fazla meraklı olmayan toplumumuzda bu tarih epey uzun bir ömrü işaret ediyor. Binaların korunması ayrı, kurumların yaşamaları ayrı şeylerdir. (…) Bizde kaç ticarî kurum, kaç matbaa, kitabevi, gazete bir asır öncesine gidebilir? Onun için, böyle bir toplum yapısı içinde 125 yıl gerçekten uzun bir ömür. ” (s.9) (…) “Ben 1947’de liseye kaydolunduğum zaman (ben ise o yıl doğmuştum. -a.a.-) okul, orta yerde bulunan tarihî büyük bina ile onun merdivenli geniş avlusunun iki yanında bulunan ve İkinci Meşrutiyet’ten sonra eklenmiş ikişer katlı iki küçük binadan ibaretti. Şimdi bu yapıların mimarisini tamamen bozan hantal bir beton bina avlunun büyük bir kısmını ortadan kaldırmış bulunuyor. Bahsettiğim merkezî ve tarihî bina Sultan Abdülmecid’den Abdülhamid’e kadar dört padişahın döneminde de sadrazamlık yapmış bulunan Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa’nın taş konağıdır. Daha sonra Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın olmuş, 1881’de de hükümet tarafından 4 bin 400 altın karşılığı sahibinden satın alınarak okul haline getirilmiş. Ben lisenin ilk iki sınıfını bu binada okudum.”(s.9-10) (…) Ama benim için, belki pek çokları için de Nurettin Topçu’nun dersleri, seminerleri bambaşkaydı. (…) Her gün bir tablo gibi Süleymaniye’yi seyretmek her İstanbul’da oturana nasip olacak bir talih değildi. (…) O yıl caminin bir minaresi iskeleye alınmış, tamir ediliyordu. Topçu her dersinde karşısında gördüğü camiye bakar, hemen her seferinde tamiratın bitmeyişi ile ilgili bir nükte yapardı. Nihayet sene sonu geldi, son dersinin son cümlesini yine Süleymaniye’ye bakarak noktaladı: ‘Biz sosyolojiyi bitirdik, caminin tamiri bitmedi.’ (s.13)

“Vefa Lisesi o yılların ünlü okullarındandı. Zaten 1940’lı yıllarda İstanbul’da resmî, özel liselerin toplamı ondan fazla değildi. (…) Fakat her birinin özellikleri var, şöhreti var, hocalarının ayrı şöhretleri, lakapları var. Kabataş, Haydarpaşa, İstanbul, Pertevniyal… Buralardaki hoca kadrosunun seviyesine günümüz üniversitelerinden pek azı erişebilir. Nihad Sami Banarlı, Agâh Sırrı Levend, Faruk Nafiz Çamlıbel, Halit Fahri Ozansoy, Nihal Atsız, Reşat Ekrem Koçu, Hıfzı Tevfik Gönensay bunlardan birkaçıydı. Bu iddiamı biraz daha müşahhas (somut) olarak ifade edeyim: Vefa Lisesi’nde Avrupa’da doktora yapmış iki büyük hoca vardı. Biri felsefe öğretmeni Nurettin Topçu ki doçent ünvanı aldığı halde üniversiteye alınmıyordu; ikincisi kimya öğretmeni Tahsin Rüştü Beyer. Bunların dışında da gerçekten eli kalem tutan, sadece ders kitabı değil, birçok araştırıcının faydalandığı eserler yazmış olan epeyce hocamız vardı. (…) Toplumumuzdaki vefa duygusuyla beraber Vefa Lisesi’nin ve Vefa semtinin özellikleri de kayboldu. Bize de galiba Ahmed Rasim’in hüzünlü şarkısını dinlemek düştü:

“Gözümde işve-nümâdır hayâl-i bîbedeli / Acep vefada mı semti, acep acep nereli?”

Nureddin Topçu’nun aynı kitaptaki VATANDAŞ AHLÂKI yazısından (yıl 1946) birkaç cümle:

“Fertten doğup nâmütenahiye (sonsuza) doğru yol alan hareketin âile, cemiyet ve insaniyet yollarından geçtiğini hareket felsefesi kabul ediyordu. Yani içtimaî nizama ait hareketler ferdiyetimizle Allah arasında bir köprü oluyordu. Aile, millet ve medeniyet nâmütenâhilik ve evrensellik temayülünü (eğilimini) kendinde yaşatan ferdî hareketin eseri idiler. Bu manâya hareket, insanla Allah’ın bir terkibi (bileşimi) oluyor. (…) Bu ahlâk her şeyden önce hareket dinine dayanıyor. İlk mukaddes olan çalışmaktır. (…) Fert, kurtuluşunu ancak kendi hareketinde bulacak. (…) Hiç bir ahlâk nazariyesi (teorisi) sonsuzluk ve evrensellik eğilimleri taşıyan bir hareketi suçlamadı. (…) Asıl büyük adamlar iman yaratıcılarıdır. Bunlar hareket etmedikçe derin ve hakiki varlığımızın tatminsiz kaldığını, kendimize inkâra düştüğümüzü telkin edenlerdir. Varlığını farkında olmadan inkâr eden insan, veya maddî, irsî felâketler yüzünden böyle doğan insan kurtuluşu felaketi bir gaflet ve acz yüzünden gayri inkâr ve arzı tahripte arıyor. Bu insan istismar eden, esir eden, kendi emeğinin mahsulü olmayanı tüketen insandır. (…) Kendi emeğiyle yaşamayı dinî bir temel olarak tanıyan adam hangi zorbalığı yapabilir? (…)” (s.18)

“İnsanlığı hakiki çehresiyle tanımak için küçük görünen, kalabalığın alkışını toplayamayan, lâkin göz yaşından doğan eserlere bakın.” (s.20)

“Nesillerimiz bir buçuk asırdan beri bitmez tükenmez ideoloji kavgaları içinden geçiyor. Tanzimatla beraber bir Doğu-Batı mücadelesi şeklinde başlayan bu kavga günümüze kadar dallanıp budaklanarak milletimizi uzlaşmaz cephelere ayırmıştır.(…)” (s.17)

“İlâhi Zâtın varlıkta ne münâsibi, ne mutâbıkı, ne de münâfîsi(zıddı) vardır.”

 

Abdülkerîm el-Cîlî‘nin eseri olan İNSÂN-I KÂMİL’den (Mütercim: Abdülaziz Mecdi Tolun, Yayına hazırlayanlar: Dr. Selçuk Eraydın-Ekrem Demirli-Abdullah Kartal, İZ Yayıncılık, 4. baskı ; İstanbul 2015) yer yer yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki s. 53′ ten bir cümle olup bu yazının başlığını alıntı olarak teşkil etmekte) oluşturacak bu yazıyı.

“İnsanın Allah’ın halifesi olması veya esmâ ve sıfâtının tezahürü için tam mazhar olması her insan için bir hak olmakla beraber, fiilen bu imkân sadece İnsân-ı Kâmil için mümkündür. Kâmil İnsan da mutlak anlamda Hz. Peygamber, Hz.Peygamber’e niyâbeten (vekâleten) de diğer nebi ve velilerden ibârettir. Hakkın varlığının ilk tenezzül (inme) ve taayyün (belirme) mertebesi, zâtından zâtına olan ve ilk taayyün mertebesi olarak isimlendirilen ‘birinci belirme’ mertebesidir. Bu mertebe, aynı zamanda Muhammedî hakikat mertebesidir ve Zât-ı İlâhîde mündemic olan( içkin) kabiliyet ve sıfatlar yekdiğerinden ayırt etmeksizin, toplam olarak bu mertebededir. Bu mertebe kendisinden sonra gelen bütün mertebelerin hakikatlerini toplayıcıdır ve yine bu mertebe Hz.Peygamber’in hakikatine işarettir. İşte hem vücûd (varlık) olarak ve hem de bilgi olarak kendisinden sonra gelen ilahî ve kevnî (oluşla ilgili) bütün mertebelerin esası ve Kâmil İnsan’ın mertebesinden ibaret olan bu mertebe, yani Muhammedî hakikat mertebesi kitabımızın isminin işaret ettiği mertebedir.” (s.13)

“Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm” isimli eserden meâlen on kerîm âyet

 

Merhum Hasan Basri Çantay‘ın (1887-1964) bu üç ciltlik eserinden meâlen (anlam olarak) sunulacak on âyet-i kerîme bu yazıyı oluşturacak.

” Hamd olsun Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, Dîn günü’nün (tek) sâhibi ve mutasarrıfı Allah’a.” (El-Fâtiha, 1/1-2-3)

“Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine, sapıklarınkine değil.” (El-Fâtiha, 1/5-6-7)

“Kalblerinde bir maraz vardır onların. Allah da marazlarını artırdı. Yalan söylemekte oldukları için de onlara acıklı bır azab vardır.” (El-Bakara, 2/10)

“Onlar âhirete bedel dünya hayatını satın almış kimselerdir. Bundan dolayı kendilerinden azap kaldırılıp hafifletilmeyecek, onlara yardım da edilmeyecektir.” (El-Bakara, 2/86)

“(Asıl) Allah onlarla istihzâ eder ve taşkınlıkları, azgınlıkları içinde serserî dolaşmalarına mühlet verir.” (El-Bakara, 2/15)

“(Onlar) sağırlar, dilsizler, körlerdir. Artık (Hakk’a) dönmezler.” (El-Bakara, 2/18)