“Biz her şeyi apaçık bir kitapta sayıp yazmışızdır.” (Yâsin 36/12)
Prof.Dr. Ömer Türker‘in 2 aylık düşünce dergisi olan Teklif ‘te (Temmuz 2023 / Sayı 10) çıkan, başlığı alıntı olarak bu yazının da başlığını teşkil eden o yazının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
“Nefsü’l-emr terimi, İslam düşünce tarihinde İbn Sînâ sonrası dönemde, bilhassa Fahreddin er-Râzî’yle birlikte, gündeme gelen bir sorun olarak görünür. Sorunun kaynagında İbn Sînâ’nın varlık-mahiyet ayrımı olduğu söylenebilir. Fakat İslam’ın müteahhirûn döneminde müstakil bir sorun olarak bütün derinliğiyle kavranmışsa da meselenin kadîm döneme uzanan bir geçmişi vardır. Yine günümüzde de sorun aynıyla devam etmektedir. Dolayısıyla nefsü’l-emr sorununu üç ayrı dönemin hassasiyetleriyle ele alabiliriz: İbn Sînâ öncesi dönem, İbn Sînâ’dan modern felsefenin istiklâlini ilan ettiği on sekizinci yüzyılın ikinci yarısına kadarki dönem ve nihayet modern felsefenin hâkimiyetini tesis ettiği son iki yuzyıl. Önce nefsü‘l–emrin yahut kendinde şeyin, müstakil bir sorun olarak kavranmasına vesile olan varlık-mâhiyet ayrımının tam olarak bu soruna nasıl yol açtığını belirginleştirelim. Bilindiği üzere İbn Sînâ, bir şeyin varlık ve mahiyetini ayırıp mahiyetin kendinde neyse o olduğunu; varlık ve yokluğun mahiyete dâhil olmadığını söylemiştir. Buna göre mahiyet, bir şeyin ne olduğu sorusuna verilen cevaptır ve bu cevapta söylenenler, o şeyin dışta gerçekleşiyor olması bakımından hakikatini; kendisi dışındakilerin tamamını dışta bırakıp sadece kendisi ne ise onu ifade ediyor olması bakımından zâtını; gerçekleştirdiği tüm fiillerin kaynağında bulunuyor olması bakımından suretini ifade eder. (…) Bir şey kendisi olmadan belirli bir şey olamayacağından; mahiyet, zihinde veya dış dünyada var olduğunda ise önce kendisi olur sonra belirli bir zihinde aklî bir sûret olur, dış dünyada belirli bir fert olur. (…) Evet, bir şey kendisi olmadığında başka herhangi bir şey olamayacağından belirli bir ferdi veya zihindeki anlamı tahakkuk ettiğinde mahiyetin kendisi de tahakkuk eder ama mahiyet sadece kendisi olarak tahakkuk etmez. (…) Mahiyetin bu seviyesine İbn Sînâ, herhangi bir belirginleşmeden yani varlık ve yokluğun gereklerinden tamamen arınmış anlamında mutlak mahiyet adını verir. İşte bu mutlak mahiyet, İbn Sînâ felsefesinde aklın bir ltibarı olarak kavranıyor görünür ve bu haliyle ‘mahiyet nerededir?’ sorusuna yer bildiren herhangi bir cevap verilemez. Çünkü verilecek bir cevap, mahiyetin kendiliğini ifade edeceğinden veya tanımına gireceğinden mahiyetten asla olumsuzlanamaz. Bu sebeple de mahiyete kendisi olması bakımından bir yer nispet ettiğimizde, o yer dışında mahiyetin bulunması imkânsızlaşır. İbn Sînâcı mahiyet teorisinin en ilginç yönü de bu noktada belirir. Bir taraftan mahiyet tanımına giren ve zâtını oluşturan unsurlarıyla yalın halde düşünüldüğünde ona kendisi dışında bir şey ilave etmek mümkün olmaz iken, diğer taraftan mahiyetin tüm taayyünleri onun kendiliğini zorunlu olarak içermek durumundadır. Yani kendinde mahiyet, her ne kadar bir aklî itibar gibi görünse de aynı zamanda bir ferdin ve makul anlamın zımnında tahakkuk ettiği için dış dünyada da zihinde de vardır. (…) Böylece mutlak mahiyet, zihnin itibarında fark edilen bir anlama dönüşmekle kalmamakta; neyse o olarak kendinde istiklal sahibi anlam haline gelmektedir. Diğer deyişle kendinde mahiyet, herhangi bir zihni aşkın olan ama insan aklı, semâvî nefsler, ayrık akıllar ve Tanrı olarak özelleşen mutlak zihnin idrâkinin tümelliğinde müstakil bir sübût kazanan anlama dönüşmektedir. Tahmin edileceği üzere bu haliyle mahiyet, ilâhî sıfatları andırır şekilde, zaman ve mekânı aşkın, herhangi bir fâilin kudret ve iradesinin erişiminden korunmuş manâ hüviyetini kazanmaktadır. Daha öncesinde bu görüşe benzer üç teori geliştirilmiştir.