Ekim 2023 Posts

“Bir Ahlâk Davası Nurettin Topçu”

 

Prof. Dr. İsmail Kara‘nın, Cumhuriyetin 100. Yılına Armağan olarak, T.C. Kültür Ve Turizm Bakanlığı ile Tek-İmaş’ın destekleriyle, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı’nca hazırlanıp yayınlanmış bu eserinin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Nurettin Topçu 1924’te evlerine yürüme mesafesinde olan bir okulda, İstanbul (Erkek) Lisesi’nde başladığı İdadi (lise) tahsilini 1928 yılında burada tamamlar. Lise yılları Ankara’da yeni bir devletin kurulduğu, Cumhuriyet idaresinin temellerinin atıldığı, inkılapların peşpeşe geldiği, büyük altüst oluşların yaşandığı bir zaman aralığına rastlar. Bütün zor şartlara rağmen bu okulun edebiyat kısmını 1927-1928 ders yılında pekiyi derece ile bitirir. (…) Lise yıllarında Felsefe ilgisi dahil olmak üzere okumalarının arttığını, kitap ve süreli yayınları, Hüseyin Cahit (Tanin), Ahmet Cevdet (İkdam), Velid Ebüzziya (Tevhid-i Efkâr) gibi bazı muhalif İstanbul gazetecilerini takibinin geliştiğini gösteren anekdotlara sahibiz. (…) 1924-1925 yıllarında 12 sayı çıkan ve Hüseyin Avni Ulaş üzerinden orta tahsili sırasında tanışmış olabileceğini düşündüğümüz bir diğer yayın organı Anadolu Mecmuasıdır. (…) Hareket dergisinin 6. sayısında (İlkteşrin 1939, s. 161) yayınlanan “Neslimizin Tarihi” başlıklı makalesine, oniki sene önceki bir yazıya atıfta bulunarak başladığı görülüyor. Yazarını, sayısını ve tam tarihini zikretmeden bahsettiği ve muhtemelen lise üçte iken okuyup şimdi hatırladığı yazı Mehmet Emin Erişirgil’in Hayat mecmuasında (sayı: 27, 2 Haziran 1927) yayınlanan “İdealsizlik Tehlikesi ve Darülfünun” makalesidir. “Neslimizin Tarihi” yazısının Yarınki Türkiye kitabında yer alan, neşrinde yer almayan birbuçuk paragrafı şöyle :

“Velhâsıl Batı ayakta.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında “HANİ BİRGÜN BATI ÇÖKECEKTİ?” başlığıyla çıkan 10 Rebiülahir 1445 (25 Ekim 2023) tarihli yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/ IsmetOzel?İd=198&/Katld=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki o yazının ilk paragrafının son kısmından kısa bir cümlenin alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil etmesidir) oluşturacak bu yazıyı.

Hamid Algar’ın Nakşibendîlik isimli kitabından alıntılar

 

Genişletilmiş 3. Baskısı (dijital) insan yayınlarından 2012’de çıkmış olan ve yazarıyla İstanbul’da ilk defa üniversite öğrenciliğim yıllarında (1966-67) tanıştığım, görüştüğüm, daha sonra Erzurum’da üniversite’de asistanlığım sırasında (1970’li yılların başlarında) yine rastlaşıp görüştüğüm Hamid Algar‘ın bu kitabının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Peygamber’den sonra Nakşibendî silsilesinin ilk halkası, Nakşibendîlere göre sadece Peygamber’in ilk ve seçkin bir halifesi olmayıp ayrıca eşsiz bir manevî makam sahibi bir şahsiyet olan -peygamberlerden sonra insanların en iyisi- Ebû Bekir es-Sıddîk’tır. Nakşibendîler bu görüşü destekler mahiyette birçok hadisi örnek gösterirler; en çok da “Rabbimin göğsüme akıttığı hiçbir şey yoktur ki ben de Ebû Bekir’in göğsüne akıtmış olmayayım.” Bu göğüsten göğüse geçiş, tasavvuf yolunun özü ve metotlarının bahşedilmesine bir atıf olarak alınmıştır. Nakşibendîler ayrıca Peygamber’in bedenen semaya yükselişine ani ve sorgusuz imanı sebebiyle, bizzat peygamber tarafından kendisine mükâfat olarak verilen sıddîk lakabında özel bir önem keşfederler. Müceddid Şeyh Ahmed Sirhindî (v. 1034/1624) -ileride ele alacağımız hayli önem sahibi bir zât- meşhur Mektûbât’ında şöyle yazmıştır: “Sıddîk makamı kudsiyetin en yüksek mertebesidir; çünkü hemen üzerinde nübüvvet makamı bulunur. Peygamber’e vahiyle gelen ilim sıddîk’a ilhâm yoluyla âşikâr olur ve iki ilim arasındaki yegâne fark onların ilmi alış tarzlarında yatar. Sıddîkın altındaki herhangi bir makam kaçınılmaz olarak kimi esriklik (sarhoşluk) emâreleri taşır; sıddîk makamında tamamıyla bir ayıklığa sahip olunmaktadır. Sıddîk’ın statüsünün bu şeklindeki izahından sonra, sahâbeler arasında sıddîk lakabıyla isimlenen yegâne kişi olan Ebû Bekir tarafından tayin edilen inisiyatik (şahsî teşebüsle ilgili) geleneğin ulvî mükemmelliği söz konusu olur. Bu husus ayrıca Nakşibendiyye’nin kendine has ayıklığı, şeriata sıkı sıkıya bağlılığı ve gösterişten uzak duruşunun, Nakşibendî geleneğin ana kaynağı olan sıddîktan tevârüs ettiği bir husûsiyettir.

Din hakkında bilgi

 

Muhyîddîn İbnu’l-Arabî‘nin eseri olan Fusûsu’l- Hikem‘in Tercüme ve Şerhi Ahmed Avni Konuk tarafından yapılmıştır. O tercüme ve şerh de Prof.Dr. Mustafa Tahralı ve merhûm Dr. Selçuk Eraydın tarafından yayına hazırlanmıştır (İFAV, 7.Basım Nisan 2017-İSTANBUL). Yayınlanmış bu eserin I. Cild’inin birkaç yerinden Din hakkında yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Bilinsin ki, ‘vücûd’ insânî hakikat olan vâhidiyet mertebesinden rûh mertebesine indiği vakit üç marifet hâsıl oldu ki, birisi nefs marifeti, yani kendi zâtını ve hakikatini bilmek; diğeri yaratan marifeti, yani kendisinin mûcidini bilmek; üçüncüsü mûcidine karşı fakr (fakirlik) ve ihtiyâcını bilmektir. (…) Ve bu rûh Muhammedî rûh(s.a.v.)’dir. (…) Diğer rûhlar, onun şerefli rûhunun cüz’iyyâtıdır (tikelleridir). Onun için (S.a.v.) Efendimiz’e “Ebu’l-ervâh” (ruhların babası) da derler. Bu rûh tüm akıl sûretidir ki “hakikî âdem / insan dır. ‘Varlık’ tüm aklın sağ tarafı ve ‘imkân’ sol tarafıdır. Havvâ ise tüm nefs’in sûretidir ki, ilk aklın dıl’ı eyserinden (kaburgasından)oluştu. Ve bu muhtelif belirmelerin ortaya çıkışı ile çeşit çeşit sûretlerin doğumları tüm akıl ile tüm nefs’in izdivacından hâsıl oldu. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri bu hakikati Nisâ, 4/1’de buyurur: “Ey insanlar! Sizleri bir tek kişiden (Âdem’den) yaratan, ondan da eşini (Havvâ’yı) var ederek, ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun. Ve yine kendisinin hürmetine birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah’tan korkun. Akrabalık bağlarını kesmekten sakının. Şüphesiz ki Allah, üzerinizde gözcü bulunmaktadır.”

“Ahlâk, yaptırım gücü bulunmayan yaşama tarzıdır.”

 

Merhûm Ş. Teoman Duralı‘nın ÇAĞDAŞ KÜRESEL MEDENİYET Anlamı / Gelişimi / Konumu Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî Medeniyeti isimli kitabından (dergâh yayınları :209, Çağdaş Türk Düşüncesi : 30) yapacağım bazı alıntılamalar (bunlardan ilki, s.31’den bir cümlenin alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil etmesidir) oluşturacak bu yazıyı.

a) Tarihte ilk defa yeryüzünün dörtbir yanında hayatı etkileyip belirleyen bir medeniyet olayıyla karşı karşıyayız; hattâ iç içeyiz, demek daha yerinde olur. Bu medeniyeti öz tabiatına uygun tarzda adlandırmamışlığımız, genelde dünya çapında, öncelikle de Türkiye’de ona ilişkin açık bir fikrimizin oluşmamasına yol açmaktadır. Kâh Batı, kâh Avrupa… zaman zaman da çağdaş diyoruz. Bunlardan ‘Batı’ yön belirtir; ‘Avrupa’ coğrafyaya, ‘çağdaş’ ise tarihe ilişkin sözlerdir. Hâlbuki bizim burada gereksediğimiz, medeniyete alem (işaret) olacak deyimdir. b) Tarihin önde gelen medeniyetlerinin yer almış olduğu vâsiî (geniş) mekân Avrasya anakarasıdır. Afrika ile Amerika’nın tersine, Asya ile Avrupa, coğrafî bakımdan birbirlerinden bağımsız kıtalarmış görünümünü sunmazlar. Birbirlerinden, sadece, sînelerinde teşekkül etmiş ve tarihe damgasını basmış medeniyetlerden türemiş beşerî ilişkiler yumağı ile zihniyetlerin derin farklılıklarından ötürü ayrılmışlardır.

Asya’nın en doğusu ile güneydoğusunda Beşinci bine doğru. yer almağa başlayan pirinç tarımı dolayındaki yerleşim, Doğu Medeniyetleri Câmiasının beşiği olmuştur. Asya’nın güneybatısında yine Beşinci bin dolaylarında buğday ile arpa ekiminin vuku bulduğu havalilerdeyse, bu defa, Batı Medeniyetleri Câmiasının öncüsü Sümer kültürünün biçimlendiğini görüyoruz. Şu son andığımız mahalden peyderpey Mesopotamya, Mısır, Doğu Akdeniz -Fenike, Filistin ile İsrail -, Hıristiyan ile İslâm ve nihayet Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetleri çıkıp serpilmişlerdir. 1400lerin sonlarından itibaren Hıristiyan medeniyetinden türeyen, 1600lerin ikinci yarısından sonra ona yeğinlikle karşı çıkarak biçimlenmeğe koyulan Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, kendi devamı sayılabilecek birini de bilkuvve (potansiyel olarak) bağrında taşımaktaydı.

Avrasya’nın doğu yakasındaki Doğu Medeniyetleri pek uzun soluklu olmuşlardır. Batıdakilere gelince, bunlar, Doğululara oranla daha kısa ömürlüdürler. (…) Tektanrılı vahiy Dini ile Felsefe-bilim sisteminin neşvünemâ (yetişip büyüme) bulduğu zemin olması itibârıyla Batı medeniyetleri câmiası, tarihte eşsiz benzersiz bir mevkii işgâl etmektedir. Bunlardan birincisini Sâmî kavimlere, ikincisiniyse Arîlere borçluyuz. Tek tanrılı Vahiy dinlerinin ilki Yahudîliktir; ana örneğiniyse İslâm temsil eder. İslâm’ın temsil ettiği ve vücut verdiği ölçüde Tektanrılı Vahiy dinî ile Eski-çağ Ege medeniyetinde biçimlenmiş Felsefe-bilim sistem geleneği, müteâkip (ardısıra gelen) medeniyetler üzerinde çeşitli etkiler yapmışlardır.

Yapısal özellikleri yüzünden Katolikliğe yaslanmış Hıristiyan Ortaçağ Avrupa medeniyeti kendi toplumsal ve siyasal bünyesinde benzersiz çalkantılar ile çatışmalara, tam manâsıyla, bir cedel sürecine sahne olmuştur. Birinci ve en şiddetli raddede (derecede) mücâdele Ruhbân (kutsanmış /OsmT: mukaddes) dinadamları (OrtL clerus) ile Ruhbân- olmayan (OrtL laicus) zümreler arasında vukû bulmuştur. Bunun yanı sıra, dindışı (OrL secularis)-dünyevî (OrL profa)nus zümrenin kendisi de, Ortaçağın erken devirlerinden -Onuncu yüzyıldan- itibâren kendi içerisinde yeğin çıkar çatışmalarına tanık olmuştur: Hükümdar-asilzâdeler-derebeği-toprak zâdegânı. Bu durum ise, Ortaçağın sonları ile Yeniçagın başlarında -demek ki, 1400lerle birlikte- kendisini belirgince gösterecek olan sınıf farklılaşmasının kaynağını oluşturmuştur.

Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, Hırıstıyan Ortaçağ tabiî uzvî (organik) medeniyetinin uzantısı, devamı yahut turevi olarak değil, öncelik ve özellikle Ruhbân ile Ruhbân olmayan zümreler arasındaki yeğin çekişmenin sonucunda ona tepki şeklinde varlık bulmuştur. (…) Ne var ki, Ortaçağdan Yeniçağa etki, daha çok, olumsuz anlamda olmuştur. Fransa hâriç, Germen dillerini konuşan Yeniçağ’ın Batı ile Orta Avrupası, Latin dillerini kullanan Ortaçağın Roman Güney Avrupasının din esaslı değerler manzumesini alaşağı ederek (devirerek) ilkece, Tanrı çıkışlı dîni gündemdışı kılıp onun yerine, insan dimağının ürünü felsefî temeller üstünde kendisini inşâ etmiştir.