Kasım 2023 Posts

“İdea çevresinde dönüyoruz. İtikadın çevresinde dönülecek bir şey olduğu fikrinde karar kılmadık.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında BİLİM ÇÖLÜNÜN SERAPLARI başlığıyla çıkan 9 Cemaziyelevvel 1445 (22 Kasım 2023) tarihli yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/ İsmetOzel?Id=201&/Katld=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki o yazının IV. paragrafının sonundan ard arda iki cümle alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil etmekte) oluşturacak bu yazıyı.

“Alfred North Whitehead’in “Bütün Batı Felsefesi Platon‘a düşülmüş notlardan ibarettir” ibaresi sözü edilen Batı dünyasında bir zamanlar çok yankı uyandırdı. Söylenen sözde bir doğruluk payı olması bu yankıya yol açtı diyebilir miyiz? Bir bakıma, evet. Batı’da Batı’yı temsilen ortaya çıkmış her devlet şu düsturu takip etmiştir: Önce hâkimiyet, sonra mazeret. Yani önce bazı savaşçılar toplumun işleyişini sağlayan gücü ele geçirir ve sonra gücü niçin elde tuttuğuna dair bir mazeret uydurur. Güç gücün varlığından rahatsızlık duyanları tatmin etmediği için başkaları tarafından ele geçirilmeğe çalışılır. (…)”

“Birliktelik, bir asabiye veya dayanışma ruhuna muhtaçtır.” (İbn Haldun)

 

Yazıya başlamadan önce, İbn Haldun’un bu sözündeki asabiye kelimesinin anlamının vatan, din ve milliyetini aşırı derecede kayırma gayreti ile ilgili demek olduğunu belirtirim.

2 aylık düşünce dergisi olan Teklif‘te (Ketebe Yayınları, Sayı 12, Kasım 2023) çıkan “Temeddün ve Hâkimiyet” başlıklı Prof. Dr. Ömer Türker‘in yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı. (temeddün: medenileşme/uygarlaşma)

“Klasik dünyanın siyaset düşünürleri toplumsal bir varlık olarak insan hakkındaki tahlillere, insanın tabiatı gereği medenî olduğunu ilke kabul ederek başlar. Yazılı kaynakları Antik Yunan’a kadar uzanan bu ilkedeki medenî kelimesi, insan fertlerinin varlıklarını idame ettirmek için mutlaka bir işbirliğine ihtiyaç duyduğunu ifade eder. Buna göre insanlar ancak hemcinsleriyle yeterli hale gelebildiğinden, zorunlu ihtiyaçların karşılanması için farklı maharet ve meslek gruplarının dayanışması gerekir. İbn Sînâ’nın ifadesiyle: “Böylece birisi, diğeri için buğday üretir; öteki, beriki için ekmek yapar; birisi diğeri için diker; öteki beriki için iğne üretir. Böylece biraraya geldiklerinde işleri yeterli hale gelir.”(1) (İbn Sînâ, Kitâbu’ş-Şifâ Metafizik,çev.Ekrem Demirli-Ömer Türker, İstanbul: LiteraYayıncılık, 2017, s.411) Bu durum ister göçebe veya bedevî ister meskûn hayat formunda olsun sade veya ayrıntılı bir toplumsal hayatın inşâ edilmesini sağlar. Küçük veya büyük ölçekli toplumsal hayatın inşâsı, bekleneceği üzere en geniş anlamıyla karşılıklı ilişkilerin düzenlendiği kuralları gerektirir. (…)

“Vahdet-i Vücûdun Özcülüğü: Âyân-ı Sâbite

 

Prof. Dr. Ömer Türker‘in Evrim Risalesi isimli, İslam Düşünce Geleneğinden Hareketle Bir Değerlendirme içerikli kitabının, bu yazının başlığı olarak alıntıladığım bölümünden (s.111-115) yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“İslam düşünce tarihinde özcülük bağlamında ele alınması gereken teorilerden biri, hiç kuşkusuz, İbnü’l-Arabî’nin ayân-ı sabite görüşüdür. ‘A’yân’ kelimesi, Arapçada ayn kelimesinin çoğuludur. Kelamcılar ve filozoflar ayn kelimesini genellikle dışta var olan nesne için kullanır ve onların terminolojisinde ‘aynî varlık’ ifadesi, dış varlık anlamına gelir. Fakat İbnü’l-Arabî bu kelimeyi şeyin hakikati anlamında kullanır. ”A’yân” kelimesinin sıfatı olan “sâbite” kelimesi ise hem bulunuş hem de süreklilik anlamına gelir. İbnü’l-Arabî de nesnelerin hakikatlerinin sürekli bulunuşu anlamında kullanır. Buna göre a’yân-ı sâbite, nesnelerin Allah’ın ilminde ezelden ebede bulunan hakikatleridir. Bu hakikatlerin birkaç özelliği vardır.

Birincisi: Hakikat, İbnü’l-Arabî’nin kendi tabiriyle, “varlık kokusunu koklamamıştır.” Yani ilahi ilimdeki bulunuşları, dışta var olmalarını önceler. Bu demektir ki, herhangi bir nesnenin varlığını önceleyen sabit bir hakikati vardır. İbnü’l-Arabî, şeylerin var olmayı önceleyen bir seviyede hakikatlerinin bulunduğunu ve bu bulunuşun bir tür ilmî nispet (bilgisel suret) olduğunu kasteder.

İkincisi: İlahi ilimdeki hakikatler ezelîdirler, dolayısıyla da ilâhi iradenin dahi tesirine açık değildirler. İlerleyen yuzyıllarda İmâm-ı Rabbanî, İbnü’l-Arabî’ye yöneltilen eleştirilerinde sâbit hakikatlerin ilahî iradeye dayatılmasını bir türlü kabullenemediğini söyleyecektir. Fakat İbnü’l-Arabî, ilahî iradeyi yönlendiren bir ilke olarak ilahi ilimde sûretler bulunduğunu iddia eder.

Üçüncüsü: İlahi ilimdeki suretler etkindirler. İbnü’l-Arabî metafiziği Varlık’ın Tanrı olduğu üzerine kurulur. (…) Diğer bir deyişle, varlık (vücûd) vardır ve bütün mevcutlar ona nispetle varlık yüklemine konu olurlar. (…) Varlık’ın zuhurunu yöneten ilke ise a’yân-ı sâbitedir (sâbit hakikatler). (…)

Dördüncüsü: Sabit hakikatlerin, Varlık’ın zuhur mertebelerine bağlı olarak genelden özele veya tümelden tikele doğru ilerleyen bir yapısı vardır. (…)

Beşincisi: Yukarıda anlatılanların zorunlu bir sonucu olarak âlemde meydana gelen her şey, sâbit hakikatlerin dış dünyada tahakkuk etmiş halinden ibarettir. Âlemin ilahi isimlerin zuhuru olması, sâbit hakikatlerin mevcut hale gelmesi demektir. (…) Ben daha ziyade “Varlık olmak bakımından Varlık Hak’tır.” cümlesinin merkezî ilke olduğunu hatta bu ilkenin sâbit hakikatleri Eflatun’un idelerinden, Mutezile’nin mâdum (mevcut olmayan) şeylerinden ve İbn Sînâ’nın mahiyetlerinden ayrıştırdığını düşünmenin daha isabetli olduğu kanaatini belirtmiştir. Çünkü vahdet-i vücûdu İslam’ metafizik düşüncenin merkezine yerleştiren ve dinî düşünceyi etkileyecek bir sisteme dönüştüren şey “Varlık olmak bakımından Varlık Hak’tır,” önermesinin sâbit hakikatler’in ilahî isimler olduğunu söylemeğe imkân vermesidir. Şu halde, İbnu’l-Arabî’ye göre âlemde meydana gelen bütün oluşları yöneten ilke, oluşu önceleyecek şekilde kendinde belirli olan a’yân-ı sâbitedir. Bu ezelî hakikatler, Varlık’ın belirsiz akışını belirli hale getirir ve süregiden dinamizmine biçim kazandırır. Bu açıdan bakıldığında vahdet-i vücûd evrim kuramının “Nesneleri önceleyen bir bilgi kabul edilemez.” ilkesiyle çok katı şekilde çelişen bir özcülüğü içerir. Fakat bu çelişki, oluşu veya oluşumu önceleyen bilginin olmadığı görüşünü evrim teorisinin zorunlu bir parçası olarak kabul ettiğimiz sürece böyledir. Gerçekte oluşu önceleyen bilgi olmadığı görüşü biyolojik bir teorinin aslî parçası olarak görünmez ya da en azından farklı yorumlara açıktır.”

“Evrim”in Tasavvuf Geleneğince Açıklanması

 

Prof.Dr. Ömer Türker‘in İslam Düşünce Geleneğinden Hareketle Bir Değerlendirme olan Evrim Risalesi kitabından (Ketebe Yayınları 1009, 1.Baskı, Eylül 2023) Evrim konusunda “Tasavvuf Geleneğinin Açıklaması” bölümünden yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Mutasavvıflar genel olarak, fiziksel nesnelerin değişim sorununu filozof ve kelamcılardan farklı bir tarzda ele alırlar. Onların yaklaşımı, fiziksel olan bütün açıklamaların araçsallaştırılması üzerine kuruludur. Gerçi mutasavvıflar, baştan beri Aristotelesçi madde-suret teorisine meyletmişler, İbnü’l-Arabî’yle birlikte İbn Sînâ felsefesini tevarüs edince Meşşâî teorik fiziği takip edegelmişlerdir. Fakat mutasavvıfların asıl iddiası, varlık düşüncesi ve âlem tasavvurundadır (ontoloji ve kozmoloji / varlıkbilim ve evren bilimi). Daha önce İslâm düşünce geleneklerini anlattığımız yazılarda özetlediğimiz bu tasavvura göre bir buğday tohumunun filizlenme olayını şöyle tahlil edebiliriz:

“Dayandığı bilginin açıklama gücü bulunmadığına inanılan hiçbir medenî olgu varlığını idame ettiremez.”

 

Prof. Dr. Ömer Türker‘in “Evrim Risalesi / İslâm Düşünce Geleneğinden Hareketle Bir Değerlendirme” isimli kitabının ( KETEBE Yayınları, 1.Baskı Eylül 2023 İstanbul) başlarından birkaç yerden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki GİRİŞ bölümünün ilk sayfasında, EVREN TARİHİ DÜŞÜNCESİ VE EVRİM TEORİSİ başlıklı bölümün ilk sayfasından (s.9) bir cümle alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil ediyor) oluşturacak bu yazıyı.

“(…) Bu kitapta evrim teorisinin kapsamlı bir anlatısı hedeflenmediğinden tartışmayı mümkün kılacak şekilde toplanılan görüşler esas alınmıştır. Bu sebeple başlangıçta oldukça muhtasar (kısaltılmış) şekilde evrim teorisinin bir anlatısı verilmiş, ardından İslam düşünce geleneklerinden hareketle teorinin temel iddialarının ayrıntılı bir tahliline geçilmiştir. Kitabın Türkiye’de hem genel olarak İslam düşüncesinden hareketle çağdaş sorunları ele alma yolundaki araştırmacılara hem de özel olarak evrim teorisinin daha isabetli bir zeminde tartışılmasına katkı sağlamasını diliyorum. (…)” Ömer Türker