Aralık 2023 Posts

“Kader kazânın tafsilidir.”

 

Tercüme ve Şerhi merhûm AHMED AVNİ KONUK tarafından yapılmış, Prof.Dr. MUSTAFA TAHRALI ve merhûm Dr. SELÇUK ERAYDIN tarafından yayına hazırlanmış olan FUSÛSU’L-HİKEM Tercüme ve Şerhi-I’in (7. Basım Nisan 2017 M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları / İFAV) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (ilki, s.23’ten kısa bir cümle alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil ediyor) oluşturacak bu yazıyı.

“Başlığı teşkil eden o cümleyi izleyen cümle şöyle: Kazâ bir vakit ile kayıdlı olmadığı halde, kader vakitlerden bir vakit her bir sâbit hakikatin özel sebepleri altında mertebelerin tümünde görünür olacak durumlarını takdîrden ibarettir. Kazânın ayrıntısı olan durumlara kader denir.”

“Kader sırrının sırrı da budur ki, sâbit hakikatler ulûhiyyet zâtından gayri olarak hâriçte görünür olan işlerden değildirler. Belki Hak Teâlâ hazretlerinin zâtî nisbetleri ve işlerinin sûretleridirler. Ve Hak Teâlâ’nın zâtî nisbetleri ve işleri ise ezelen ve ebeden değişme ve baskalaşmadan münezzehdir. Dolayısıyla sâbit hakikatlerin de değişmesinin mümkün olmadığı açıktır. (…) Sözün kısası kader kazânın ayrıntısı olup giderek görünür; ve görünür oldukça bilinen ve bilindikçe mukadder (takdir olunmuş) olur”

“Hz.Peygambere özgü büyük bir değer vardır”

 

Prof. Dr. Ekrem Demirli tarafından 18 Cilt olarak Türkçe’ye Çevirisi gerçekleşmiş olan (LİTERA YAYINCILIK İstanbul-2009) MUHYİDDİN İBN ARABÎ’nin FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE isimli eserinin 11. Cildinin birkaç yerinden yapacağım alıntılamaların (ilki s.105’ten bir cümle alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil ediyor) oluşturacağı bir yazı olacak bu.

“Farz namazı kılmadan nafileler yasaktır.” (s.107)

“Biz o lütuf ve ihsanı, Allah’ın peygamberlerine ve indirilen şeriatlarına tam hürmeti bize ihsan etmiş olmasından bildik.” (s.109)

“Vücûd yani Varlık O’nundur, O’ndandır ve belki de O’dur.”

 

Prof.Dr. Mahmud Erol Kılıç‘ın İbn Arabî Düşüncesine Giriş ŞEYH-İ EKBER (SUFİ KİTAP / TİMAŞ Kuruluşu; 1.Baskı: Kasım 2009) kitabının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki s.17’den bir cümle olup bu yazının başlığını teşkil etmektedir) oluşturacak bu yazıyı. (Mahmud Erol Kılıç, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri” isimli teziyle doktorasını tamamlamış bir ilim ve fikir adamı olarak bu kitabı hazırlamış ve yayınlamış bulunmaktadır. Türk İslam Eserleri Müzesi Başkanlığı yapmış; Cambridge Üniversitesi İslamic Manuscript Association’ın Yönetim Kurulu Başkanı, merkezi Oxford’da bulunan Muhyiddin İbn Arabî Society’nin Şeref üyesi ve İslam Konferansı’na Üye Ülkeler Parlamentolar Birliği Genel Sekreteri gibi görevler üstlenmiş olan; Sufi ve Şiir ile Evvele Yolculuk ve bu yazıyı birkaç yerinden yaptığım alıntılamaları muhtevî kitabı bulunmaktadır.)

“(…) Bizim ve etrafımızdaki şeylerin var oluşlarının hakikati nedir? Bunlar gerçekten var mıdırlar? Yoksa biz mi onları böyle sanmaktayız? Bizi Yaratan ile bu yaratılış işinden başka bir irtibatımız yok mudur? Âlemin de (kozmoz) Yaratan ile ne irtibatı vardır? gibi sorular işte böylesi, insanoğlunun sorduğu en temel ortak sorulardır. Bunlara verilecek cevapları oluştururken aynı insanoğlu dayanak olarak ya sırf kendi bilgisine veya bütün bunları Var Kılanın kendisini elçileri vasıtasıyla veya hicâbın (perdenin) arkasından konuşması sûretiyle bilgilendirmesine sırtını yaslayacaktır. (Başlığı alıntı olarak teşkil eden cümlenin yeri burası) Âlem ve biz, O var olduğu için varız, bizim varlığımız O’nun varlığıdır. Biz yoktuk O vardı, sonra o varlığından bir nebze bize de verdi ve biz de O’nunla var olduk. Bize verdiği o emanet varlığı geri alacak olsa biz var olmayız, aslımız neyse ona döneriz. (…) İşte insanoğlunun bu en temel sorularına bir cevap da Müslüman muhakkiklerden (tahkik edicilerden) Şeyhu’l-ekber ünvanıyla meşhur Muhyiddîn İbn Arabî‘den böyle gelecektir. Onun kendine has diyebileceğimiz ve bir başka müellifte göremediğimiz bu kabil açıklamalarından dolayı da kendisinin bu konuda orijinal (özgün) bir müellif (telif eden/kitap yazan) olduğunu söyleyebiliyoruz.

Muhyiddin İbn Arabî 17 Ramazan 560 tarihinde (27 Temmuz 1165 Pazartesi gecesi) Endülüs’ün (bugünkü İspanya) güney doğusundaki Tudmir kurâsının basşehri olan Mürsiye’de (bugünkü Murcia) varlıklı ve asil bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Aynı anda dünya; Endülüs’te Murâbıtlar döneminin bitip Muvahhidler devrinin başlamasına, Fransa’da VII. Louis’nin krallığına, Bağdat’ta Abbasî idaresine, Selahaddin Eyyûbî’nin Kahire’yi Haçlılar’dan geri alışına ve Fâtımîler’in iktidarına son verişine, Kuzey Irak’ta Zengîler idaresinin son yıllarına, Mısır ve Suriye’de Eyyûbîler’in iktidarının kuruluşuna; Abdulkadir Geylânî, Ahmed Yesevî ve Abdulkahir es-Sühreverdî’nin vefatlarına; Anadolu’da Dânişmendî beyliğinin son yıllarına, Artukoğullarına, Selçuklulardan II. Kılıç Arslan’ın iktidarı zamanına, Bizans’ta Manuel Komnenos’un imparatorluğuna, Mâverâünnehr’de Gazneliler’in son yıllarına, Harezmşahlar idaresine, Sibirya’nın doğusunda Cengiz Han’ın dünyaya gelişine şâhit olmaktaydı. İbn Arabî’nin ailesi ve sülâlesi kültürlü ve seçkin kişilerdi. O sıralarda şehir Muvahhidler’in (1147-1238) idaresi altında komutan İbn Merdenîş tarafından yönetilmekteydi. İbn Arabî’nin ailesi, o sekiz yaşına kadar bu doğduğu şehirde ikamet etti. Bir müddet sonra İbn Merdenîş’i yenen Mü’minî Sultanı Ebû Yakûb Yûsuf (1163-1184) yönetimi ele geçirince İbn Arabî’nin ailesi Endülüs’ün o sırada başkenti olan İşbiliyye’ye (Seville) göç etti. Bölgenin yeni emiri Ebû Yakûb kültüre önem veren bir siyaset adamıydı. Felsefe, tıp, astroloji, edebiyat alanlarına özel bir ilgisi vardı. (…) O’nun döneminde İşbiliyye şehri baştan başa imar edildi. Büluğ çağına kadarki dönemde İbn Arabî işte böylesi bir kültürel-siyasî ortamda bulunuyordu. (…) İbn Arabî bu delikanlılık yıllarını daha sonraları cahiliyye (gaflet) yılları olarak da anacaktır (el-Fütûhât, I/201). Bu kısa süren büluğ çağı bocalamalarından sonra bir manevî işaretle inzivaya çekilip artık kendi iç dünyasını dinlemeye karar verecektir ki (III/45) o esnada on altı yaşlarındadır. (el-Fütûhât,II/425). Kendisi 580 yılını vermektedir. Fakat başka yerlerde bu olayın bir iki sene daha önce gerçekleştiğine dair imâlar da bulunmaktadır. İşte manevî hayatını bu şekilde disipline soktuktan sonra artık marifet kapılarının da bu halvetlerdeki riyâzetlerinin neticesinde kendisine yavaş yavaş açılmaya (feth) başlandığını söyler (I/616). Bazen on dört ay kadar bu halvet durumunda kaldığı rivayet edilir. (İbn Arabî, Vesâilu’s-sâil, 21. “..O (İbn Arabî) ilk kez Muharrem ayının başında İşbiliyye’de halvete virmiş ve dokuz ay sonra Ramazan Bayramı günü halvetten çıkmış.. Bu süre zarfında daima oruçluymuş…” Bkz. Müeyyedüddîn el-Cendî, Şerhu fusûsi’l-hikem,109.

Anlamlarıyla Kerîm KUR’ÂN’ın Tevbe Sûresi’nden yedi âyet

 

HASAN TAHSİN FEYİZLİ’nin SERVER İLETİŞİM’den çıkmış (2. Baskı: 2007) bu eserinin TEVBE Sûresinden yedi âyeti anlamlarıyla aktaracağım.

“Eğer (bu) müşriklerden biri senden Eman isterse, onu himaye et. Tâ ki bu sayede Allah’ın kelâmını işitip dinlesin (ve düşünsün). Sonra (eğer Müslüman olmazsa) onu emniyette olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar, (hakikati) bilmeyen bir topluluktur.” (9/6)

“Ey iman edenler! Eğer imana karşı küfrü /İslâm’a karşı olmayı sevip tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinir ve onların velayetleri (idareleri) altına girerse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (9/23)

“(Ey mü’minler!) Yeminlerini bozan, Peygamber’i (yurdundan) çıkarmayı tasarlayan ve bununla beraber sizinle (silahlı) savaşa ilk önce kendileri başlayan bir toplumla (hâlâ) savaşmayacak mısınız? Onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) iman edenlerdenseniz, bilin ki, Allah kendisinden korkulmaya daha lâyıktır.” (9/13) (bk.17/76) “

” (Allah’ı bırakıp da başka şeyleri yüceltip ona bağlanan) müşriklerin, kendilerinin küfrüne (yine kendileri) şahitlik edip dururken, Allah’ın mescidlerini imar etmeleri olacak şey değildir. İşte onların (hayır namına) yaptıkları boşa gitmiştir. Ve onlar ateşte ebedî kalacaklardır.” (9/17)

“Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, (İslâm’a uygun yaşamak için) Allah’dan başkasından korkmayan kimseler mâmur eder. (Onları yapar, cemaat ve âlimlerle şenlendirirler.) İşte onların doğru yola erenlerden olmaları umulur.” (9/18)

” (Ey müşrikler! Siz) hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram’ın imârını, Allah’a ve âhiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad eden kimse(nin işi) gibi mi tuttunuz? Allah katında (bunlar aslâ) eşit olmazlar. Allah (kendisini bırakıp başkalarına bağlanarak müşrik olan) zâlimler topluluğunu doğru yola eriştirmez.” (9/19)

“İman edenler, (Allah ve Resûlü’nün gösterdiği yön ve yönteme) hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden / gayret gösterenler, Allah katında derece bakımından daha büyüktürler. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (9/20)

“Muhammedî Hakikat”

 

Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç‘ın tasavvuf düşüncesi Makaleler-Konferanslar I (SUFİ KİTAP 2.Baskı: Aralık 2014) kitabının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“İlk dönem sûfîlerinde çok kullanılmayan ancak sonraları Hakîm el-Tirmizî ve İbnü’l-Arabî’yle başlayan tasavvufî literatürde sıkça karşılaştığımız ve zirvesini Abdülkerim el-Cîlî’de bulan hakîkat-i Muhammediyye (Muhammedî hakikat) manâ itibariyle nedir?

Bu sorunun cevabı, kuşkusuz sûfîlerin âlem tasavvurunda gizlidir. Sûfîlere göre âlem zâhir ve bâtının dengesi üzere yaratılmış olabilen en mükemmelbir oluşumdur. Bâtının en mükemmel sûrette zâhire çıktığı bir yapıdır. Dolayısıyla burada zuhûra gelen her şey bâtının üflemesiyle, bâtından yüklenmek sûretiyle zâhire giydirilen manâlardır. Bu gözle bakıldığında, âlem Hakk’ın nurunun bir tür yansıması olmaktadır. Fakat Hakk’ın nurunun âleme yansıması ve ruhunun âleme intikâli bir irtibat noktası üzerinden olmuştur. Yani Hakk’ın tecellîsi bir noktaya olmuş, daha sonra da bu tecelliyât o noktadan inbisat etmiştir (açılmış, yayılmıştır).