Ocak 2024 Posts

Adalet Üzerine

 

2 aylık düşünce dergisi Teklif”te (Eylül 2022, Sayı 5) çıkan Adalet üzerine yazılardan yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Ömer Türker: “Bismillah ve bihi nesta’în. Adalet kelimesi, neredeyse dinî ve felsefî tüm bilimlerde terminolojik kullanıma sahip. Kelimenin esas itibariyle iki boyutu var: Birincisi, gündelik dildeki anlamıdır. Yani ortalama bir zihinde adaletle ilgili sınırları dakik bir şekilde çizilmemiş bir anlam bulunur. Oldukça eski olan bu anlamıyla adalet, belirli bir bilim dalında ya da felsefede kazandığı anlamı önceler. İkincisi, adalet kelimesinin müstakil disiplinlerde kazandığı anlamlar öbeğidir. Ama tüm anlamlarının yani müstakil disiplinlerdeki anlamı ile gündelik dildeki anlamının ortak paydası, zaman zaman tefsirlerde de karşımıza çıkan, yerli yerindelik yahut tenasüp/uyum anlamıdır. Aslında adalet kavramının nirengi noktası da budur. Belki müzakereye buradan başlayabiliriz. İhsan Fazlıoğlu: Adalet kelimesinin anlamlarını araştırırken çok ilginç bir şeyle karşılaştım. Devenin üstüne konulan yükün iki tarafında denklik olması anlamına da geliyor. Türker: Evet, denklik anlamı. Idl kelimesi o demek. Fazlıoğlu: Bir heybeye fazla, diğerine az koymak adaletsizlik oluyor. Bu çerçeveden gidersek senin ifade ettiğin gibi, bu tenasüp/nisbet meselesini biraz deşmek gerekiyor. Matematiksel nispetle de alakalı bir tarafıyla ama burada kastedilen eşitlik değil. Öncelikle bunu vaz etmemiz gerekiyor. Yani 100 liramız var; 5 kişiyiz; 20,20 bölelim; adalet bu değil; buna eşitlik diyoruz. Tanasüp ise her birinin ihtiyacı ve imkânı miktarında hak etmesi. Belki bir kişi 50 alacak; diğer kalan 5 kişi de 10’ar lira alacak. Dolayısıyla tenasüp, birliği (ki, adalet de nihayetinde bir birlik) oluşturan parçaların eşit değil ama mütenasip bir oranda bir-arada olması anlamına geliyor. Türker: Burada şunu ekleyebiliriz; bir şeyin orantılı ya da mütenasip olmasında ölçüt, tenasübün kendisi değildir. Fazlıoğlu: Evet, değil. Türker: Orada ölçüt işlevi gören bir şey vardır ve bu ölçüte göre orantılı ya da uyumlu olmayı dikkate alırız. Fazlıoğlu: İmkân, kabiliyet, ihtiyaç -belki iftikâr (fakirlik) daha doğru bir kavram- vb. diyebiliriz hocam. Türker: Evet. İbn Miskeveyh Risâle fî mâhiyyeti’l-‘adl’inde metafizik olandan fiziksel olana, nihayet insânî varlık seviyesine kadar bunları terimleştirmiş. Burada nirengi noktası birlik veya vahdet. Yani adalet, bulunduğu mertebelere göre vahdetin veya birliğin dağılımıdır. Şimdi bu birlik, ahlâk söz konusu olduğunda; siyaset, iktisat, fizik dünya söz konusu olduğunda tahakkuku değişen bir birliktir. Bundan dolayı o adaleti neye göre sağlayacağımız, hangi bağlamda konuşuyorsak o bağlamdaki ölçüye göre belirleniyor.

“Millî Marş Şâirinin Dostu: (Hasan Basri Çantay)

 

Merhûm Prof. Dr. ORHAN OKAY‘ın SİLİK FOTOĞRAFLAR PORTRELER kitabından (Dergâh Yayınları:545, Dergâh’ta genişletilmiş ve gözden geçirilmiş 1. Baskı: Ekim 2013), bu yazının da alıntı olarak başlığını teşkil eden bölümüyle, Bir İdealistin Ölümü (Nurettin Topçu), Kalabalıklarda Bir Yalnız Adam (Mehmet Âkif) bölümlerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

MEHMED Âkif öldüğünde beş yaşındaydım. Ne ölümü, ne cenazesinin kaldırılışı, hatta ne de konuşulanlar hafızamda iz bırakabilirdi. Fakat daha sonraki yıllarda onun yakınında veya herhangi bir vesile ile çevresinde bulunmuş olan insanları tanımak bahtiyarlığına eriştim. Celâl Hoca, Mahir İz, kardeşi Profesör Fahir İz gibi. Hasan Basri Hoca da bunlardandı. 1964’te vefat eden H.Basri beyi evinde ve derneklerdeki bazı konuşmalarından tanıdım. 1950’li yılların başlarında Malta taraflarında bir Apartman dairesinde oturan Basri Hoca’yı Nurettin Topçu ile ziyaret ettiğimizde beraberimizde Basri beyin vefâkâr dostu rahmetli İsmail Dayı ile Mustafa Sabri Sözeri de vardı. Birinci Büyük Millet Meclisi’ne ait çok dikkate şayan hatıralar anlatmıştı. Bunların çoğunu yazmadı, yazamadı. Özellikle Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi üzerine Meclis’teki heyecanlı oturumu anlatışını bir başka vesileyle yazmak isterim.

Kendisinden ve başka hatıralardan topladığımız bilgilere göre Balıkesirli Hasan Basri Bey, genç yaşta gazeteciliğe atılmış, şahsî gayretiyle Arapça, Farsça öğrenmiş, medrese bilgilerinde vukuf kazanmış âlim ve edebiyatçı bir zat idi. Son yıllarında yazdığı Kur’ân-ı Hakim ve Meal-i Kerim adlı üç cilaş küçük olantlik tercüme ve muhtasar (kısaltılmıeş) tefsiri ile daha geniş bir çevrede itibar kazanmıştı. Âkif’ten 14 yaş küçük olan (doğumu 1887’dir) Hasan Basri Bey’in onunla yakınlıkları Meşrûtiyet yıllarına tesadüf eder. Âkif, 1920 Şubat’ında Millî Mücadele hareketine katılmak üzere Balıkesir’e geçtiği zaman, Hasan Basri Bey de Balıkesir İdadisi’nde edebiyat öğretmeni imiş ve Âkif orada kaldığı on gün içinde Basri Bey’in evine misafir olmuş. (…) Hasan Basri Bey Balıkesir’den, Âkif Burdur’dan mebus olarak Büyük Millet Meclisi’ne katılmışlar. (…) Basri Bey, Ankara’da Tâceddin Dergâh’ında Âkif’in etrafında toplanan sohbet meclisinin baş müdâvimlerinden biri olmuş. (…). O 1950’li yılların demokrasiye yeni yeni ısınan atmosferi de, demek hocaya kâfi görünmemişti ki Âkifnâme’nin yayını Basri Hoca’nın ölümünden ancak iki sene sonra gerçekleşebildi. (…) Belki de bize bazı şeylerin yazılması bugün çok kolay geliyor, onların yaşadığı sıkıntıları idrâk edemiyoruz. Öyle ya, Mehmed Âkif’in damadı Ömer Rıza Doğrul’un senelerce müteaddit basımlarını yaptığı Safahat’tan bile tâ yakın zamanlara kadar birtakım mısralar, kıtalar çıkarılmış olarak basılmış. Benim (Orhan Okay) lise sınıflarında iken okuduğum Safahat baskısı 1944 tarihli ve yeni harflerle basılan ikinci basımı idi. Çok sonraları fark ettiğim, meselâ Süleymaniye Kürsüsünde kitabının orta yerinden şu mısralar onda yoktur: (Vaiz Rusya’da Müslümanlara yapılan baskı ve zulmü anlatıyor.)

Nurettin Topçu (1909-1975)

 

66 Yıllık ömrünü bir muallim, fikir adamı, ahlâk filozofu, Hareket dergisinin kurucusu ve yazarı, bir mürebbi ve sohbet adamı olarak geçirdi. Adını ve soyadını ilk defa, merhûm babamın Orman İşletme Müdürü olarak görev yaptığı Sivas’ın Koyulhisar kazasında ailece bulunduğumuz 1950’li yılların ortasının biraz üstünde, ilkokul üçüncü sınıftayken Taşralı isimli kitabını babamın postayla getirtmesiyle öğrendiğim merhûm Nurettin Topçu, değerli ve seçkin bir felsefeci ve yazar olarak benim çok önemsediğim bir fikir adamı, Sorbon Üniversitesi’nde Felsefe alanında ülkemizden ilk devlet doktorası yapan kişidir. Babamı da kitap, dergi okumaya başladığım yıllarda öyle değerli ve seçkin bir fikir, felsefe ve edebiyat üstâdının farkında olmasından dolayı (o kitabını bir ilçe merkezinde, Koyulhisar’da bulunurken postayla getirtmesi bunu gösteriyor) daha bir önemsemiştim bu tarafıyla. Ben de böylece merhûm Nurettin Topçu’nun ilk defa adını- soyadını ve bir kitabını öğrenmiş oluyordum 8-9 yaşlarımda.

Merhûm Nurettin Topçu hakkında İSMAİL KARA’nın “BİR AHLÂK DAVASI NURETTİN TOPÇU Cumhuriyetin 100. Yılına Armağan (T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın destekleriyle Türk Kültürüne Hizmet Vakfı tarafından hazırlanmıştır. 1. Baskı, Mayıs 2023)

Bu kitabın başlarından birkaç yerden yapacağım alıntılamalar bu yazının devamını teşkil edecek.

“Evi Çemberlitaş’ın alt tarafında, Dizdariye Mah. Şatır Sok.da 9 numaralı üç katlı ahşap bir bina idi. Alt katında ailesiyle beraber ağabeyi, orta katta biraz basık olan üst katta annesiyle beraber kendisi kalıyordu. Yalnız bir defa beraber gittiğimiz Celal Hoca’yı yormamak için bizi sokak kapısının yanında bulunan küçük odaya almıştı. Bunun dışında hemen her zaman orta katta, evin arka tarafında Marmara denizini gören bir odada otururduk. Bu odada bir çini soba, Hoca’nın kütüphanesi, duvarda büyük boy Hüseyin Avni Ulaş’ın fotoğrafı, fotoğrafın çerçevesine sıkıştırılmış Topçu’nun ve ağabeyi Hayrettin Bey’in gençlik resimleri ve başka aile resimleri, bir de kitaplığın üzerinde Hitler’in bir portresi vardı. (…) Ben bu eve ilk defa liseyi bitirdiğim senenin tatilinde girmiştim. (…) Sık sık yaptığımız sohbet toplantıları dışında özellikle bayramların ikinci günü öğleden önce Hocayı ziyaret etmek bir gelenek haline gelmişti. Bir edep timsali olan Nurettin Topçu’yu hiçbir zaman ayak ayak üstüne atmış veya oturduğu koltuğun arkasına yaslanmış olarak görmedim.

Bezmiâlem Mektebi’nin ana kısmını bitirdikten veya ilkokulun bazı sınıflarını burada okuduktan sonra Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi’ne verilir (Bu okul o sırada büyük bir ihtimalle Molla Fenari mahallesindeki Mahmut Paşa Medresesi’nde eğitim vermektedir). Bu okulda, kendisini yıllar sonra Abdülaziz Efendi ile tanıştıracak olan Sırrı Tüzeer’le aynı sıraları paylaşır. Sırrı bey, Numune-i İrfan Mektebi Erkek Lisesi’nin civarında idi. İsmi sonradan Hayriye Lisesi oldu, daha sonraları bu lise tamamen yanmıştır demektedir. (dipnot 2: Mehmet Sırrı Tüzeer, “Nurettin Topçu”, Nurettin Topçu’ya armağan, İstanbul, Dergâh Yay., 1992, s.177) (…)

“(Hoca’nın) kalbinden rahatsızlığı vardı. Halk arasında vitrin hastalığı denir. Uzvî olmaktan ziyade psikolojik olmalı. Buna benzer bir taşikardi rahatsızlığı benim de oldu. Fakültede ilk yılımdı. Hocaya anlattığım zaman şunları söyledi: Benim de böyle bir sıkıntım olmuştu. Yokuş ve merdiven çıkarken kalbim sıkışırdı. Fransa’da iki okul doktoruna anlattım. Muayene ettikten sonra (biri) dedi ki: Bundan sonra merdivenleri daha çabuk çıkarsan bir şeyin kalmaz. Senin ki de buna benziyor.” (dipnot 4 : Bu kayıt için bk. İsmail Kara, Dağ Ne Kadar Yüce Olsa, İstanbul, Dergâh Yay., 2020, s.226)

“Küçük bir sandıkta okuduğu kitap ve gazeteleri biriktirmek (bir kütüphane kurmak) merakı vardır. İmlâ öğretmeni Dayı lakaplı Mehmet Nafiz Bey, Nurettin Topçu’nun hayatı boyunca sürecek Mehmet Âkif sevgisini ve hayranlığını ve belki edebiyat-sanat merakını uyandıran kişidir. (…) 1917-1918 ders yılında Bezmiâlem Valide Sultan Mektebi kız kısmından mezun olan Nezahat Nurettin Ege’nin diplomasında yer alan aşağıdaki dersleri Nurettin Topçu’nun da erkek kısmında okuduğunu var sayabiliriz. Sırasıyla: Ulûm-ı Diniye (Din dersi) Lisan-ı Osmanî (Türkçe/Osmanlıca), Tarih, Coğrafya, Hayvanat (Zooloji), Nebatat (Botanik), İlmü’l-Arz (jeoloji), Hikmet-i Tabiiye ( Fizik), Kimya, Hıfzı’s-Sıhha (Sağlık Bilgisi), Malumat-ı Ahlâkiye ve Medeniye (Ahlâk ve yurttaşlık bilgisi, Hesap, Cebir, Hendese (Geometri), Kozmografya, Lisan-ı Ecnebi (Yabancı dil), Gına ve Musiki, Resim, Terbiye-i Bedeniye (Beden eğitimi). Okulun hocalarından bir kısmının mühürleri de bu diplomada okunabiliyor; Mehmet Arif (müdür), Merzifonlu İbrahim Cûdi (Edebiyat), Hüseyin Avni (Riyaziyat/Matematik), Sadi Abdülkadir (Coğrafya) hocasıdır. (dipnot 5: Güneş N. Ege-Akter, Ihlamur Ağacının Gölgesinde, İstanbul, İsis Yay., 2016, s.274. Nezahat kız kısmında olduğu için ayrıca

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, ona yaklaşmaya vesile arayın ve onun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.”(Kur’an-ı Kerîm, 5/35)

 

NİYÂZÎ-İ MISRΑnin (d. 12 Rebîülevvel/9 Mart 1027/1618, Malatya – v. 1105/1694, Limni) Mevâidü’l-irfân ( İrfan Sofraları) isimli eserinden ( fikriyat, Çeviren: Soner Eraslan, Birinci Baskı: Aralık, 2023)

“Hamd, insanı türlü ihsanlarla nimetlendiren,bütün insanları ve cinleri Kur’an’ın sofrasına davet eden Allah’adır. Rahman tarafından (bu) sofraya davet edilenlerin Efendisine; gönüllerine inen irfan sofralarına muntazam bir şekilde yönelen O’nun âline ve ashabına salât ve selâm olsun.”

“Diriliş günü, Hakk’ın inkâr edildiği ve kabul edildiği bir gündür.”

 

MUHYİDDİN İBN ARABÎ’nin FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE isimli ünlü eseri Prof.Dr. Ekrem Demirli tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş ve Litera Yayıncılık’tan 18 cilt olarak yayınlanmıştır (2012).

Fütûhât-ı Mekkiyye’nin 18. cildinin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Hiç kuşkusuz ki ikram, misafirin değil, hane sahibinin değerini gösterir. Sıradan insanlar ise ikramın hane sahibinin değil, misafirin değerine göre yapıldığını kabul eder.”

“Dünya hayatında imanla gerçekleşmiş olan, âhirette müşahedeyle ve görmekle meydana gelir.”