Ocak 2024 Posts

“Medeniyet, Düzen ve Özgürlük Sorunu”

 

İbrahim Kalın‘ın BARBAR, MODERN, MEDENÎ -Medeniyet Üzerine Notlar- isimli kitabının, başlığı bu yazının da başlığını alıntı olarak teşkil eden bölümünden (s.151-180) yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

” Tabiat ile insanın birbirini tamamlaması, her ikisinin de aynı evrensel ilkelere dayanıyor olmasından kaynaklanır. Dünya görüşü, âlem tasavvuru, ahlâk sistemi ve medeniyet kavramları arasındaki ilişkiyi sağlayan şey de evrenin düzenine hâkim olan ilke ve kurallarla, insanın yaşamına yön vermesi gereken erdemlerin aynı kaynaktan besleniyor olmasıdır. (…) Bu yüzden medeniyetin kurucu unsurları olan şehir hayatı ve sosyal düzen, kozmik düzendeki ilkeleri kendilerine model alırlar. Modernite öncesi medeniyetler, adalet ve düzeni sübjektif değerler değil, objektif ve ontolojik-kozmik ilkeler olarak kabul etmişler ve evrenin yapısıyla kendi yaşam biçimleri arasında bir bağ kurmuşlardır. Romalı filozof ve devlet adamı Cicero’nun (ö.M.Ö.43) Sokratik Devrim olarak formüle ettiği büyük dönüşüm, bu gerçeği teyit etmektedir. Cicero’ya göre Sokrates, felsefeyi göklerden şehirlere getiren ve evlere sokan kişiydi. Âlemin nasıl vücûda geldiğini araştıran ve kurucu unsuru bulmaya çalışan filozofların tersine Sokrates felsefeyi hayata, iyi ve kötü şeylere dair konuları araştıran bir uğraş haline getirmiştir. (dipnot 1:Cicero, On living and Dying Well (Londra:Penguin Classics, 2012), s. 69.) Hukuk ve siyaseti, felsefenin üstünde tutan ve görkemli Roma’nın yıkılışını bizzat müşahede eden Cicero’nun Sokrates’i bir amelî (pratik) hikmet filozofu olarak değerlendirmesi bizi şaşırtmamalıdır. ( dipnot 2: Bununla beraber Sokrates’in bir tabiat adamı olmadığı da bir gerçektir. Phaidros 230, kısmen ironik bir şekilde Sokrates’in tabiatta kendini âdeta bir yabancı gibi hissettiğini söyler ve ekler: Ben öğrenmeye âşık biriyim. Ve benim hocalarım ağaçlar yahut kırlar değil, şehirlerde ikamet eden insanlardır.) Cicero’nun ve neslinin yaşadığı pratik ve âcil sorunların ortaya çıkardığı bu sonuç, Sokrates’in temsil ettiği felsefe mektebinin, kozmik sorunlarla yakından ilgilendiği gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Nitekim Sokrates’in kâtibi, dostu, talebesi ve müridi Eflatun, Diyaloglar‘ın farklı bölümlerinde ve özellikle Timaios‘ta kozmoloji ile insan bilimi ve ahlâk arasındaki derin ilişkiyi etraflı bir şekilde ele alırken bu konuda bize önemli ipuçları verir. (…) Benzer bir şekilde Kadim Mısır medeniyeti, Adalet üzere yaşayan kişi, evrenin düzeniyle uyum içerisindedir ilkesinden hareket etmiş ve kozmik düzenle sosyal düzen arasında doğrusal bir ilişki kurmuştur. Mısırlıların ma’at kavramı, kabaca ifade etmek gerekirse, Yunan’ın logosuna, İslâm’ın hikmet, akıl ve inayet‘ine tekabül eder. Düzen, ahenk, hakikat, adâlet, inâyet ve hukuk manâlarını içeren ma’at, Mısır mitolojisinde aynı zamanda bir tanrıça olarak da tasvir edilmiştir. Bunlar hem kozmik düzene hem de sosyal hayata hâkim olan ilkelerdir. Bu ilkelerin bir varlık düzeninde ihlal edilmesi, diğer varlık düzenlerinde kaosun, fesadın ve yıkımın ortaya çıkması anlamına gelir. (…)

NAKŞU’L-FUSÛS’tan alıntılar

 

İbnü’l-Arabî’nin Kendi Fusûsu’l-Hikem Özeti olan ve William Chittick tarafından hazırlanan bu eserin Türkçesi Turan Koç‘a aittir (İZ Yayıncılık 1. Baskı, İstanbul 2023). Bu eserin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Çevirenin Önsözü‘nden üç alıntı: ” “Bu kitap, Dâvûd el-Kayserî’nin Türkçeye çevirip şu günlerde yayına hazırlamakta olduğumuz Fusûsu’l-Hikem Şerhi‘nin bir bereketi olarak ortaya çıktı.”

“(…), Abdurrahman Câmî’nin bu risâlenin şerhi olan Nakdu’n-Nusûs fî Şerhi Nakşi’l-Fusûs adlı eserinin William C. Chittick tarafından, bazı kısımları atlanarak yapılmış İngilizce çevirisini Türkçeye kazandırmanın yararlı bir çalışma olacağı kanaatine vardım. Chittick’in bu çevirisi ilk kez Sophia Perennis (Tahran), Cilt I sayı (Güz 1975)’te, ikinci kez The Journal of the Muhyiddin İbn Arabî Society, Cilt 1, 1982’de yayımlanmış bir makaledir. Bu makalede Câmî’nin eseri bütün olarak yer almakla birlikte, özellikle Nakşu’l-Fusûs’un ibarelerini yakından izleyen kısımlar çok büyük bir duyarlıkla İngilizceye aktarılmıştır.”

Fütûhât-ı Mekkiyye’den tavsiyeler

 

Muhyiddin İbn Arabî‘nin ünlü eserlerinden biri olan bu eserin dilimize çevirisi 18 cilt olarak Prof. Dr. Ekrem Demirli tarafından yapılmıştır. 18. Cildin Beş Yüz Altmışıncı Bölüm’ünden yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

Dini doğru uygulayın, tefrikaya düşmeyin.” (eş-Şûra 42/13) Âyette dinin doğru uygulanması emredilirken burada kastedilen her devir ve milletlerdeki vaktin şeriatıdır. O şeriatta bir araya gelmek ve onun hakkında tefrikaya düşmemek lâzımdır. (…) Bundaki hikmet Allah’ın güzel isimleri (esmâ-i hüsna) bakımından ilah olarak bilinebileceğidir; güzel isimlerinden mücerred (soyutlanmış) iken ‘ilah’ olarak bilinemez. (…) Allah zâtı ve isimleriyle birlikte ilah’tır ve bu anlamıyla O’nun eli -ki kudret demektir- cemaatle beraberdir.” (s.180)

“Herhangi bir yerde Allah’a karşı bir günah işlediğinde o yeri terk etmeden önce bir ibadet yapman gerekir! Böyle yapınca o mekân aleyhine şâhitlik edeceği kadar lehinde de şahitlik eder. İbadeti yaptıktan sonra oradan ayrılabilirsin. Aynı şey giydiğin elbise için geçerlidir. Allah’a, giymiş olduğun elbise içindeyken asi olunca, söylediğim üzere, elbisenin içindeyken bir ibadet yapmalısın. Kestiğin tırnakların, kılların, tıraş ettiğin / olduğun saçın, sakalın, bıyığın; yıkanırken üzerinden ayrılan kirlerin vs. bunlardan hangileri bedeninden ayrılıyorsa taharetle ve Allah’ı zikretme halinde bulunmalısın. Onlar seni nasıl terk ettiklerini sana soracaklardır. Bu durumlarda yapabileceğin en kolay ibadet emri hakkında Allah’ın tövbeni kabul etmesi için dua etmendir. (s.181)

Bir hakîm (hikmet sâhibi) ölüm vaktinde toplu bir şekilde yanında bulunan evlatlarına tavsiyede bulunurken şöyle demiştir: Bana iki sopa getirin! Sopaları getirdiklerinde ‘bunları kırın’ demiş. Sopalar topluyken onları kıramamışlar. Ardından iki sopayı ayırmış ve bu kez ‘tek tek kırın’ dediğinde çocuklar sopaları kırabilmiş! Baba onlara şöyle demiş: İşte! Benden sonra durumunuz bu sopalara benzer! Bir iken aslâ yenilmezsiniz; parçalanırsanız düşmanlarınız size gâlip gelir, sizi yok ederler. Dini hakkıyla uygulayanların durumu da öyledir. Dini uygularken cemaat hâlinde ve görüş birliğinde kalıp parçalanmazlarsa, düşman onları yenemez. İnsan da kendi kendine öyledir. Nefsine Allah’ın dinini tatbik ederken bütün güçlerini birleştirirse, insan veya cin şeytanlar verecekleri vesveselerle onu yenemez; bu esnada vesveselere karşı iman kendisine yardım ederken melek de ilhamıyla yardım eder.

“Geceleyin maruz kaldığım bir hal nedeniyle boy abdesti almak üzere hamama gitmiştim. Hamamda arkadaşım Necmeddin Ebu’l-Meali İbn el-Lehib ile karşılaştım. Bir berber çağırtmış saçını tıraş ettiriyordu. ‘Ey Eba’l-Meali!’ diye bağırır bağırmaz, hemen bana dönerek ‘Ne diyeceğini anladım, zaten abdestliyim’ diye karşılık verdi. Onun içinde bulunduğu ‘huzur’ halini ve süratle intikalini görüp bulunduğu durumu murakabe etmesini hâl karinesi idrakini, neyi söyleyeceğimi anlamasını taaccüple karşıladım. Ardından şöyle dedim: ‘Barekallah! Vallahi! Sana sadece (tıraş olurken) temiz ve abdestli olmanı söyleyecektim. Saçın senden ayrılırken zikir halinde ve abdestli olmalısın.’ O da bana duayla mukabele etti, sonra başını tıraş ettirdi.

“Nefsü’l-Emr Nazariyesi ve Bilimsel Bilginin Nesnelliği Sorunu”

 

Prof.Dr. Ömer Türker‘in 2 aylık düşünce dergisi (Temmuz 2023/Sayı 10) Teklif‘te çıkan yazısının başlığı bu yazının da alıntı olarak başlığını teşkil ediyor. Bu yazıyı o yazının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak.

“Nefsü’l-emr‘in yahut ‘kendinde şeyin’ bağımsız bir sorun olarak kavranmasına vesile olan varlık-mahiyet ayrımının tam olarak bu soruna nasıl yol açtığının belirginleştirilmesi bağlamında, İbn Sînâ’nın “bir şeyin varlık ve mahiyetini ayırıp mahiyetin kendinde neyse o olduğunu; varlık ve yokluğun mahiyete dâhil olmadığını söylemesine göre mahiyet, bir şeyin ne olduğu sorusuna verilen cevap oluyor ve bu cevapta söylenenler, o şeyin dışta gerçekleşiyor olması bakımından hakikatini; kendisi dışındakilerin tamamını dışta bırakıp sadece kendisi ne ise onu ifade ediyor olması bakımından zâtını; gerçekleştirdiği tüm fiillerin kaynağında bulunuyor olması bakımından sûretini ifade eder. Mesela atın ne olduğunu sorup da kişneyen canlı cevabını verdiğimizde onun mahiyetini ifade ederiz. Kişneyen canlı kavramına atın var veya yok olduğu dâhil olmadığı gibi varlık ve yokluğun uzantısı olan durumların hiçbiri de dâhil değildir. Dolayısıyla at kendinde neyse odur yani sadece kişneyen canlıdır; var değildir, yok değildir, bir değildir çok değildir vs… Bir şey kendisi olmadan belirli bir şey olamayacağından; mahiyet, zihinde veya dış dünyada var olduğunda ise önce kendisi olur sonra belirli bir zihinde aklî bir suret olur, dış dünyada belirli bir fert olur. Mesela bir insan ferdi dış dünyada var olduğunda önce insan sonra Ömer, Ayşe vs. olur. Onu Ömer ve Ayşe yapan tüm özellikler, insan mahiyetini ifade eden düşünen canlı kavramına ilave durumlardır. Evet düşünen canlı, Ömer ve Ayşe olarak belirginleşmiştir fakat ne onu belirli bir fert olarak belirginleştiren durumlara indirgenebilir ne de belirginleştirici durumlar, düşünen canlı kavramının kendisine katılabilir. Ancak mahiyet, dışta veya zihinde sadece kendisi olarak bulunmaz; belirli bir fert olarak yahut belirli bir makûl suret olarak olarak bulunur. Evet, bir şey kendisi olmadığında başka herhangi bir şey olamayacağından belirli bir ferdi veya zihindeki anlamı tahakkuk ettiğinde mahiyetin kendisi de tahakkuk eder ama mahiyet sadece kendisi olarak tahakkuk etmez. Mesela düşünen canlı herhangi bir varlık seviyesinde sadece düşünen canlı olarak bulunamaz. Mahiyetin bu seviyesine İbn Sînâ, herhangi bir belirginleşmeden yani varlık ve yokluğun gereklerinden tamamen arınmış anlamında mutlak mahiyet adını verir. İşte bu mutlak mahiyet, İbn Sînâ felsefesinde aklın bir itibarı olarak kavranıyor görünür ve bu haliyle mahiyet nerededir? sorusuna yer bildiren herhangi bir cevap verilemez. Çünkü verilecek bir cevap, mahiyetin kendiliğini ifade edeceğinden veya onun tanımına gireceğinden mahiyetten aslâ olumsuzlanamaz. Bu sebeple de mahiyete kendisi olması bakımından bir yer nispet ettiğimizde, o yer/mahal dışında mahiyetin bulunması imkânsızlaşır.

“Taşlar kendi yerinde değil”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında KEFARET VE MASUMİYET başlığıyla çıkan 21 Cemaziyelahir 1445 (3 Ocak 2024) tarihli yazısının (www.istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?ld=209&/Katld=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki o yazının IV. paragrafının ilk cümlesi alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil ediyor) oluşturacak bu yazıyı.

” ‘Gülme’ hâdisesinin insanın tekelinde olduğunu biliyoruz. Bilmediğimiz şey gülmenin bilinçle ilişkisidir. Yapımızda bilincin doğmasını mümkün kılan bir alan var. İnsanın gülebilir olması bilince kavuşabileceğinin bir işaretidir. (…) İnsanı yanlışlığına kanaat getirdiği şey güldürür.” (…) İnsan hayatının şekil almasında ona zarar veren şey insanın varoluş endişesi hissetmesi bakımından kaçınılmaz derecede gereklidir. Şeytanın iğvasına kapılıp yasak meyveyi ısırmasaydık cennetten kovulmayacak, insan olma fırsatını elden kaçıracaktık.”