Şubat 2024 Posts

İsmail Kara’nın “Resimli Cumhuriyet Din Kitabı”nı Sunuş yazısından alıntılar

 

Prof.Dr. İsmail Kara‘nın RESİMLİ CUMHURİYET DİN KİTABI (DERGÂH Yayınları, 1. Cild, 1. Baskı Aralık 2023) SUNUŞ başlıklı bölümden alıntılama yoluyla bazı değinmelere ve vurgulamalara yer verilecek.

“Müslüman Türklerin Anadolu’yu vatan edinmelerinin tarihi açısından bakıldığında bir asırlık bir Cumhuriyet çok uzun bir döneme işaret etmez. Fakat meseleye böyle bakmak herhalde eksik ve yanıltıcı olur. Osmanlı Devleti’nin Birinci Cihan Harbi’nin sonunda adeta her bakımdan tükenişinin akabinde Millî Mücadele’nin varlık alanına çıkması /çıkabilmesi ve bu oluş sırasında Ankara’da yeni bir devletin teşekkülü, bunun zorlukları ve başarıları zaviyesinden bakıldığında bir asır mühim ve önemli bir devire ve tecrübeye işaret edecektir. Bu sebeple de bir asır kendi yakın tecrübemizin bir parçası olarak bütün kuvvet ve zaaflarıyla ele alınmayı ve soğukkanlılıkla değerlendirilmeyi hak eden bir zaman kesitidir.”

(…)

Bu çalışmanın yapmak istediği de bugünü ve geleceği hesaba katarak Cumhuriyet devrini, geniş manâda din, İslâmiyet ve Müslümanlık merkezli olarak, bu alanlara ilişen laiklik anlayışları ve politikalarını, Cumhuriyet inkılaplarının hem mevzuat hem de uygulama itibariyle zorlu hikâyelerini, sekülerleşme istikametinde değişen tarih, kültür, dil, hukuk ve düşünce meselelerini, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ve din anlayışını, verdiği din hizmetlerini, eğitim sistemini ve bunun içinde din eğitimini, cemaat ve tarikat yapılarını, yeni dinî grupları, din eğitimi kurumlarını, Din Derslerini, irtica edebiyatını, İslâm dünyası ile inişli-çıkışlı ilişkileri, siyaset kurumunun ve siyasî aktörlerin, asker-sivil bürokrasinin, üniversitenin, aydınların, basının dinî konulara yaklaşımlarını, mütedeyyin aile kızlarının eğitimin ve hayatın her kademesine katılma isteklerinin ortaya çıkardığı tesettür-başörtüsü hadisesini, Halk Müslümanlığının tezahür biçimlrini ve onun çeşitli yollarla bastırılmasını, Alevîliği, tarihi / tarihî mirası ve eserleri hesaba katmayan yeni şehirleşme ve yeni cami mimarisi örneklerini, dinî yayınları…, nihayet bunların hepsiyle alakalı olarak dindar-mütedeyyin insanların karşı karşıya kaldıkları meseleleri anlama biçimlerini ve siyasî merkeze karşı destek, muhalefet ve mücadele tarzlarını…, bütün bu süreçlerin içinden geçen biri olarak bir daha ele almak, tasvir, tahlil ve tenkit etmektir.

“İkâme Metafizik Olarak ‘Tarih’ “

 

2 aylık düşünce dergisi olan Teklif ‘ te (Sayı 13/ Ocak 2024) çıkan İhsan Fazlıoğlu‘nun bir yazısının başlığını alıntı olarak bu yazıma da başlık yaptım. O yazının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“İşte çok uzun yıllar mekân-zaman sahnesini salt bir gecici sınama yeri, bir uğrak olarak görüp her daim yola çıkacak şekilde hazır bekleyen bir zihniyet, süreç içinde, çok farklı degişkenlerle, sahnenin köken (mebde) ve öte (meâd) uçlarını kapatmış; sahneyi değersiz bir uğrak değil, içinde anlamını bulabileceği kendinde kıymetli bir konak olarak kabul etmiştir. Kökenin, dolayısıyla Tanrı’nın bulunmadığı, ötenin de tam bu nedenle artık var-olmadığı sahne, artık biriciktir. Hem fert hem de tür olarak insan, artık kapalı sahneyi aşan bir hakikati hâiz değildir. İki ucu kapalı, dolayısıyla, kendi içine çökmüş bir sahnede var-olan ve yok-olan insan, bir hakikati hâiz olmadığı gibi, bu hakikatin delâlet ettiği bir anlamı da yüklenemez; bir yerden gelmez, bir yere de gitmez; herhangi bir nihâî gayenin çocugu da değildir. Bu hâliyle her bir insanın dünyası bu-ara-da-dır (-meâş); bu-ara-da yasar; var-olur ve yok-olur. Nihâî amacı da kapalı sahnenin şartlarının el verdiği ölçüde kendini bu-ara-da gerçekleştirmektir. Bu gerçekleştirme, ister (…) olsun, ister (…) olsun, her dâim, kapalı sahnenin ihtiyaçları ve dahi imkânlarıyla sınırlıdır. Bu sınırları aşacak şekilde insanın ne doğumu ne de ölümü takdis edilir (kutsanır); tersine doğum maddî dünyanın doğal bir ifadesi olarak görülürken; ölüm, içeriğinin imlediği tüm eskatolojik ( dünyanın sonuyla ilgili) yüklerden arınmak için itibarsızlaştırılır. O kadar ki, ölümün itibarsızlaştırılarak içselleştirilmesi, bizâtihi özgürlük hissiyatının köklendiği zemin kabul edilir.”

“Her şeyin kendi hak ettiği yere konulmuş olması”

 

Teklif”te (2 aylık düşünce dergisi / Sayı 5, Eylül 2022) çıkan Adalet Üzerine başlıklı Ömer Türker‘in yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki yazının ilk paragrafının sonuna yakın bir ifadeden alınmış olarak başlığı teşkil etmekte) oluşturacak bu yazıyı.

“Metafizikçi filozoflar adaleti, her bir mevcudun kendi kabiliyetine göre varlıktan pay alması anlamında kullanır. Buna göre Tanrı’dan gelen varlık anlamı, tüm mevcutlara onların kabiliyetlerine uygun şekilde yani hak ettikleri miktarda dağılır, böylece her şey kendi hak ettiği yere konulmuş olur. Dolayısıyla da âlemdeki düzen, olmuş ve olabilecek en âdil düzendir. Bu hak edilmiş pay, farklı seviyelerde farklı kelimelerin eşlik ettiği bir kavramsal öbek oluşturur.”

“Yaratma, şeyi mutlak yokluktan varlığa çıkarma değildir, sabit olan yokluktan varlığa çıkarmadır.”

 

Prof. Dr. Ömer Türker‘in “Halk Teorisi (Yoktan Yaratma) yazısından (Metafizik 1. Cilt, Ketebe Yayınları, s. 375-382 arasından) yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Halk teorisinin temel sorunlarından biri, ilahî iradenin bir şeyi yaratırken neye yöneldiğini izah etmektir. Çünkü irade mutlak yokluğa yönelmesi düşünülemeyecek bir sıfattır. Genel olarak kelamcılar, iradenin yönünün belirginleşmesi için ilahî bilgideki belirginliğin yeterli olduğunu düşünmüşlerdir. Fakat Basra Mu’tezilesi imamlarından Şahhâm, daha köklü bir çözüm önermiştir: Yaratılan her bir nesnenin yoklukta bir şeyliğinin olması. Yokun şeyliği olarak bilinen bu teori, İslâm düşünce geleneğinin bütün dönemlerinde ileri sürülmüş en dikkat çekici görüşlerden biridir. Zira nesneler yaratılmadan önce onların zatlarının ve bir kısım sıfatlarının yoklukta sabit olduğunu ve yaratma (halk) dediğimiz şeyin bu zatları mevcut hale getirmekten ibaret olduğunu ileri sürer. Dolayısıyla bu teoriye göre yaratma, şeyi mutlak yokluktan varlığa çıkarma değildir; sabit olan yokluktan varlığa çıkarmadır. Bir şey sabit olduğunda onun hem zatı hem de zatı gereği sahip olduğu sıfatlar sabit olacağına göre hudus gibi fâilin tesiriyle meydana gelen durumlar ile şey var olduktan sonra meydana gelen sıfatlar haricindeki bütün sıfatlar yoklukta bir sübûta sahip olacaktır. Tanrı’nın iradesi işte bu zâta yönelir ama onu o şey yapmaz; sadece varlık sıfatıyla niteler. Bu yönüyle, İbn Sînâcı mahiyet teorisinin İbnü’l-Arabîci a’yân-ı sâbite teorisiyle akrabalığı kurulabilir ve tarihsel olarak onlara kaynaklık ettiği düşünülebilir. Fakat her iki görüşten de daha köktenci bir iddia olarak değerlendirilebilir. Şahhâm’dan sonra başta talebesi Ebû Ali el-Cübbâî (ö.303/916) olmak üzere Basra Mu’tezilesi bu görüşü sürdürmüştür. Daha sonraMu’tezîlî öğreti Şîa tarafından tevarüs edildiğinde bir kısım Mu’tezîlî Şiîler’in de bu görüşü benimsediği görülür. Fakat Ehl-i sünnet kelamcıları bu görüşe meyletmemiştir. Bununla birlikte bu teoriye benzer birtakım imkânları barındıran İbn Sînâcı mahiyet teorisi, müteahhirîn dönemi kelamcıları tarafından benimsenince Seyyid Şerîf el-Cürcânî gibi bazı kelamcılar yaratmanın bir şeyi o şey yapmadığını, onu var kıldığını iddia ederek yok’un şeyliği teorisinin sağduyuya aykırı kabul edilen hatta iki çelişiğin bir araya getirilmesi gibi aklen imkânsız olduğu iddia edilen yönlerinden uzak görülmüştür. Diğer yandan Fahreddin er-Râzî’nin başlattığı mahiyetin mec’ul olup olmadığı tartışması, Mu’tezile’nin yokun şeyliği teorisiyle başlattığı tartışmanın İbn Sînâ felsefesi bağlamında bir devamı sayılabilir. Çünkü her iki tartışma da şeyin kendinde yaratılmış olup olmadığını ve nesneye varlık verilmesinin ne anlama geldiğini tartışmaktadır. Dolayısıyla bu tartışmalar, III. (IX.) yüzyılın ilk yarısında yoktan yaratma teorisi ekseninde yapılan tartışmaların birer uzantısı olarak görünmektedir.

Fîhi Mâ Fîh’den alıntılar

 

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî‘nin bu eseri merhûm Ahmed Avni Konuk tarafından tercüme edilmiş ve yine merhûm Dr. Selçuk Eraydın tarafından yayına hazırlanmıştır. İZ Yayıncılık’tan 8. Baskısı 2009’da çıkmıştır. Bu kitabın birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Ham ervâh (ruhlar) olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın (zâtlar) hâlinden anlamazlar.”

“Ma’lûm olduğu üzere ehlullah cevâmiu’l-kelîmdir.” (cevâmiu’l-kelîm: birçok manâyı toplayıcı olan)

“Bu latîf kitaptan havâs ve avâmın nasibi vardır.” (havâs: seçkinler; avam: halkın alt tabakası)

“O’nun vechinden başka herşey helâk olucudur.” (Kasas, 28/88)

“Biz emâneti semâvât ve arza ve dağlara arz ettik. Onlar o emâneti yerine getiremeyecekleri havfıyla (korkusuyla) onu yüklenmekten ibâ edip (çekinip), ref’ini (kaldırılmasını) ricâ ettiler. Onu insan yüklenmekle zalûm (çok zâlim) ve cehûl (çok câhil) oldu.”