Mart 2024 Posts

“Batı’nın Doğu’ya bakan yüzü sömürgeciliktir”

 

İbrahim Kalın‘ın “BARBAR MODERN MEDENÎ / Medeniyet Üzerine Notlar” kitabının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı. İlk alıntı da s. 58’in ortalarından bir cümle olup başlığı teşkil etmekte.

Namık Kemal, bu hususu Avrupalılara meydan okuyarak dile getirir:

O bağlamda aynı sayfadan bir alıntı da şu: “Müslüman toplumları geri bırakan onların dini değil, din ve dünya tasavvurlarında yaşanan gerileme ve fakirleşmedir. İslâm dünyasında bir medeniyet ihyası olacaksa bu, dine rağmen değil, dinle beraber ve onun sağladığı imkânlarla olacaktır. ”

“Ey mösyöler! Din varken terakki mümkün olmayacağını siz nerden bildiniz? Acaba tâbi olduğunuz mezhebin ahkâmından hiç haberiniz var mıdır? Bizde indallâh ve indennâs her fiilden sorumlu olan erbâb-ı hükümeti papalar gibi masum mu kıyas ediyorsunuz? Ulemayı papazlar hükmünde mi tutuyorsunuz? Neden korkuyorsunuz? Hıristiyanlara zulüm etmekliğimizden mi? Bilin ki dinimizin hükümlerine göre hukukça herkes müsavidir. Düşünün ki İspanyollar Gırnata’yı aldıkları zaman halkı tebdil-i din icbârı ile ateşlere yaktılar. Biz İstanbul’u aldığımız vakit her mezhep sahibine âyin icrası için kâmil mezuniyet verdik. (…) Bilmiyorsunuz ki halkın çürümesi, o kavâide (kâidelere -a.a.-) ittiba olunmadığındandır. Bir kere düşününüz, Romalıların inkırazından (bütünden büyük ölçüde tükenme) sonra âlemde medenî canlanmayı sürekli kılan İslâm değil midir? İslamlığın siyasi hükümlerinde terakkiye mani olacak bir şey yoktur. (Hürriyet gazetesi no.11, nakleden: Kâmuran Birand, 1955)

“İlim ma’lûma tâbidir” hakkında bilgi

 

Fusûsu’l-Hikem (Müellifi: Muhyiddin İbnu’l Arabî, Tercüme ve Şerhi: Ahmed Avni Konuk, Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mustafa Tahralı-Dr. Selçuk Eraydın, İFAV Yedinci Baskı), s.20-21’den özetleyerek:

“Ma’lûm olsun ki, ilâhî ilimde iki i’tibâr vardır: Birisi; vahdet mertebesinde ve ilk taayyünde (belirmede) ulûhiyyet zâtının sıfatlar ve isimlerinin tümüne mücmelen (öz olarak) ilmidir. Bu ilim kendi zâtına olan ilimden ibâret olduğundan, bu mertebede ilim, âlim, ma’lûm arasında aslâ temeyyüz (farklılaşma) yoktur; cümlesi şey’-i vâhiddir (bir olan şeydir). Ve bu ilim, ma’lûma tâbi’ olan nevi’den (türden) değildir. Zîrâ kadîm (öncesi olmayan) zât ile beraber kadîmdir. İkincisi; vâhidiyyet mertebesine ve taayyün-i sânîye (ikinci belirmeye) inmesinden sonra, kendisinde mündemic (yerleşmiş) olan bi’l-cümle sıfatların ve isimlerinin sûretleri, yekdiğerinden mütemeyyiz (farklı) olarak ilâhî ilimde peydâ olduklarında, herbirinin zâtî gereği olan kabiliyet ve istidâdları ne ise inkişâf eder (âşikâr olur). Ve bu kabiliyet ve istidâtlar inkişâftan sonra, Hakk’ın tafsîlen ma’lûmu olurlar. İşte Hakk’ın bunlara taalluk eden (ilişen) ilmi onların ma’lûmiyyetlerinden (bilinmelerinden) sonra olduğundan ilim ma’lûma tâbidir denildikde sıfâtî ve esmâî ilim anlaşılmalıdır. İlmin ma’lûma tâbi olması hakkındaki Kur’ânî delil: (anlam olarak) Biz sizi imtihan ederiz, tâ ki sizden mücâhid olanları bilelim (Muhammed, 47/31) kerîm âyetidir. Hakk’ın: Tâ ki biz bilelim kavli aslâ te’vîl edilemez. Bunu ancak mütekellimîn (kelâmcılar) gibi vehmî tenzih sahipleri te’vîl ederler. Ve onlar şeylerin varlığını vâhid(bir/tek) varlığın gayrı gördüklerinden, Hakk’ın ilmî ma’lûma tâbi olsa, Hak ilmini gayrdan almak lâzım gelir; bu da cehl ve acz olduğundan Hakk’a lâyık olmaz zann ederler. Oysa varlık birdir: Bu çokluklar O’nun esmâî sûretlerinin zılâlidir (gölgeleridir); ve âyîneye akseden zılâl, karşısında duran şahsın sûretinden gayrı değildir. Dolayısıyla karşısında duran şahıs, aynaya baktığında, gördüğü sûretten kendisinde bir ilim peydâ oldukda, o, bu ilmi gayrdan almış olmaz. Bundan ötürü kelâmcıların tevehhüm ettikleri (var zannettikleri) gayriyyet yoktur ki, Hakk’a cehl ve acz isnâdı gereksin!”

Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-II, Hûd Fassı’ndan alıntılar

 

“Suâl: Madem ki her isim kendi sırât-ı müstakîmi üzerinedir; ve o ismin terbiyesi altında bulunan kimse de onun sırât-ı müstakîmi üzerinde yürür; şu halde böyle davetten ne fayda hâsıl olur?

Cevap: Davet Mudıll isminden Hâdî ismine; Câbir isminden Adl ismine; ve farklı farklı yollardan İhdinas-sırâtal müstakîm (Fâtiha,1/5) kerîm âyetinde beyân buyurulan ve yolların hepsini toplayıcı bulunan sırât-ı müstakîme, yani bu zâtî tevhîd ve Muhammedî mazhar (zuhur yeri) yolunadır. Daha açıkçası noksan yoldan kemâl yoluna davet olunur.

Şu hâlde her yürüyen Rabbin doğru yolu üzerinde yürür. Dolayısıyla bu yüzden onlar mağzûbün-aleyhim ve dâll değildir.

Hakk’ın mutlak varlığının mertebeleri

 

Muhyiddin İbnu’l-Arabî‘nin FUSÛSU’L-HİKEM isimli eserinin (Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk; Hazırayanlar: Prof. Dr. Mustafa Tahralı – Dr. Selçuk Eraydın; M.Ü. İFAV Altıncı Baskı) III. Cildi’nden yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Bilinsin ki, Hakk’ın mutlak varlığının külliyyet (tümellik) itibâriyle beş mertebesi vardır: Birincisi: Zât-ı ahadiyyet (ahadiyyet zâtı) ve lâ-taayyün (belirme yokluğu) mertebesidir. Bu mertebede Hakk’ın hiçbir sıfat ve isim ile nitelenmesi ve adlanması mümkün değildir. Zîrâ tüm nisbetler ve izâfetlerden ganîdir (doygun). Ve bu nisbetler ve izâfetlerin cümlesi ahâdî zâtta mahv ve müstehlektir (yokluk ve tükenmişlik). Ve ‘mutlak vücûd’ tabiri hâlis (katkısız) bu mertebeye işâret için mevzû’ (konulmuş) bir ıstılahtır (terimdir).

İkinci mertebe: Sıfatlar ve isimler mertebesidir ki, Hakk’ın mutlak varlığı zâtî şuûnâtı (hâdiseleri) olan sıfatları ve isimleri hasebiyle, ilmen belirmiş ve tecellî etmiş olur. Ve ilmî mertebede peydâ olan esmâî (isimlerle ilgili) sûretlere a’yân-ı sâbite (sâbit hakikatler) derler ki, bunlar mümkünlerin ilâhî ilimde sâbit olan hakikatleridir. Ve sâbit hakikatler hariçte mevcûd olmadıklarından mec’ûl (kılınmış) yani muhdes (sonradan olan) değildirler. Zîrâ mec’ûliyyet hâriçte mevcûd olmakla ilgilidir. Ve ahadiyyet denizinde tüketme sûretiyle birleşmiş olan isimler, bu mertebede yekdiğerinden seçkin olurlar.

Üçüncüsü: Ruhlar mertebesidir ki, Hakk’ın mutlak varlığı, sâbit hakikatler hasebiyle bu mertebede ukûl (akıllar) ve soyut nefisler olarak görünür olur.

İkinci taayyün (belirme) mertebesi, vâhidiyet mertebesi

 

Muhyiddin İbnu’l Arabî’nin FUSÛSU’L-HİKEM isimli eserinin Türkçe Tercüme ve Şerhi’nin (AHMED AVNİ KONUK) Yayına hazırlanmış (Prof. Dr. Mustafa Tahralı -Dr. Selçuk Eraydın) I. Cildinden (İFAV, Yedinci Baskı 2017) yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Vücûd (Varlık), ilk belirme mertebesinde isimlerini ve sıfatlarını mücmelen (öz olarak) bilmekle beraber bu isimler ve sıfatlarının gerektirdiği küllî ve cüz’î sûretlerin tüm manâları, bu ikinci belirme mertebesinde ayrılırlar. Kevnî (varlıkla ilgili) şeyler hakikatlerinden ibâret olan bu sûretlerden her birinin gerek kendi zâtına ve gerek kendi zâtının emsâline aslâ şuûru (bilinci) yoktur. Zîrâ onların varlıkları ve farklılaşmaları ilmîdir.