Mart 2024 Posts

“Anadolu Tasavvuf Tarihine Notlar -II-

 

(HALVETÎUŞŞÂKÎLER)

Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç‘ın bu başlıkla çıkmış kitabından (SUFİ KİTAP, 1. baskı Eylül 2016, İstanbul) yer yer yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

ÖNSÖZ’den: “Tasavvuf tarihimizin en mühim gelişmelerinden biri de, tarîkatlar dediğimiz eğitim tarzı ve mekânlarının ortaya çıkışı ve bugakların mühim birüne kadar îfâ ettiği vazifelerdir. İslâm âlemi genelinde sayıları yüzlerce olan bu ocakların mühim birisi de ilk teşekkülünü Tebriz-Bakü hattında tamamladıktan sonra Anadolu’da daha da inkişaf eden, oradan da Balkanlar ve Kuzey Afrika’ya kadar intişar eden (yayılan) Halvetîlik tarîkatıdır. 50 küsur dalı ile büyük bir çınar ağacını hatırlatan bu irfan yolunun bir kolu da aslen Orta Asya dervişi olan Buharalı Seyyid Hasan Hüsameddin Uşşâkî tarafından 16. yüzyılın başlarında Batı Anadolu illerimizden Uşşâk’ta tesis edilen Tarîkat-ı Aliyye-yi Uşşâkiyye şûbesidir. Daha çok Batı Anadolu, İstanbul, Trakya ve Balkanlar’da yaygınlık kazanan bu tarîkatın tarihine dair uzun yıllardır yürüttüğümüz çalışmamızın yan ürünü olarak bugüne kadar pek çok dar daha çalışması da yaptık. (…) muhtelif vesilelerle ürettiğimiz bu hususi makaleler de erbabına lâzım olur düşüncesiyle yayımlandıkları yerlerde kalmasın istedik ve burada bir kitap haline getirdik. (…) İrfan tarihimize bir nebze hizmet edebilmiş isek kendimizi bahtiyar sayarız. Mahmud Erol KILIÇ Fatih-2016. T

“…Hüsameddin-i Uşşâkî -ki İstanbul kadısı olan Mustafa Efendi’nin pederidir- ve İbrahim Muabbir ve Edirne’de Muslihiddin-i Uşşâkî Ümmî Sinan halifeleridir. (…) Tasavvufî eserler içerisinde ilk defa Münîrî-i Belgrâdî (v. 1045/1535), Sarı Abdullah Efendi (1112/1701) eserlerinde şahıs olarak Hüsameddin-i Uşşâkî’ye veya topluluk olarak “Uşşâkîler”e kısaca atıflar bulunur. Aziz Mahmud Hüdâî Efendi’nin (v.1038/1628) halifelerinden olan Münîrî-i Belgrâdî’nin Silsiletü’l-Mukarrebîn isimli eserinde iki yerde “Uşşâkîler”e temas edilir fakat bu iki yerdeki yaklaşım arasında bir tutarsızlık bulunmaktadır. Söz konusu bu eserde, Sofyalı Bâlî Efendi’nin halifesi ve Hüdâî’nin ilk şeyhi Şeyh Nûreddinzâde Muslihiddin (v. 981/1573) isimli şeyhten bahsedilirken onun, “Ümmî Sinânîler ve Uşşâkîler ve Simâvîler ve Gülşenîler ve Işıklar hakkında seyf-i sârım olup durmaz şerîat kılıcın salar” bir kimse olduğu belirtilmektedir. Hüsameddin-i Uşşâkî’den yaklaşık yirmi yıl önce ölmüş bu zâtın “Uşşâkîler” hakkında böyle bir kanaate sahip olması bize biraz problemli gibi gelmektedir. (dipnot: Münîrî-i Belgrâdî, Silsiletü’l-Mukarrebîn, Sül.Ktp., Şehid Ali, nr. 2819/3, vr. 113b.) Zira Uşşâkîler diye bir topluluk adı ancak Pîr’in vefatından sonra ortaya çıkmıştır. (…) Bu durumda bu ifadelerin Nureddinzâde’nin değil onun ağzından kendi duygularını dile getiren müellif Münîrî-i Belgrâdî’nin olduğunu zannediyoruz. (…) Hâsılı görüleceği üzere bu ikinci yerde Uşşâkîler için olumsuz bir şey söylenmemektedir ki bu durum Münîrî’nin tezadı olarak durmaktadır.

Bayrâmî-Melâmîlerinden Sarı Abdullah Efendi’nin Semeretü’l-Fuad isimli eserindeki şu cümlelerde Uşşâkîlerden bahsedilir:

“Hüsâmeddin-i Uşşâkî, Ümmî Sinan hulefâsından olup Muslihiddin Efendi ondan hilafet alıp zâhir ve bâtını kavî kimesne olmağla hilâfet verildikte mahmiye-yi Edirne’ye (Edirne’yi korumaya) gönderilip âhir ömürlerine dek Edirne’de sâkin olmuşlardır. Hâlâ onlara Uşşâkî tarîki derler. Ol tarîkte olanlar sâimu’d-dehr (dünyaya oruçlu) olup bedenî ibadetler, halvet ve uzleti makdûr-ı beşer (insan için yapılabilir) olmayacak mertebeye iletip nefs tezkiyesi (nefsi aklama) ve bâtını tasfiye ile kayıdlıdırlar. …Hüsâmeddin-i Uşşâkî de Kasımpaşa’da medfundur… (dipnot: Sarı Abdullah Efendi, Semerâtü’l-fuad, s.142-143, İstanbul 1288.)

Bundan yaklaşık elli sene sonra bir “Sivasî” şeyhi olan Şeyh Muhammed Nazmî’nin Anadolu’daki Halvetî meşâyıhınadair kıymetli bilgiler içeren ve ölümünden dört sene önce tamamladığı Hediyyetü’l-İhvan isimli eserinde, “…el-Hac Karamânî’den bir …kol dahi Hüsameddin’den Rumeli’nde bazı hulefâ mevcuddur, bunlara Uşşâkîler dirler, mücahid mürtaz olmağla, mürid ve muhibleri vardır,” ifadeleri yer alır. (dipnot: Mehmed Nazmi, Hediyyetü’l-ihvân, Haz. Osman Türer, s.65 (Dok. Tezi), Erzurum 1982.) Görüleceği üzere ilk dönem kaynaklarındaki bilgiler çok yetersizdir Acaba Uşşâkîlerin kendi yazılı iç kaynakları var mıdır, varsa bu konuda neler söylemektedirler, diye merak ettiğimizde de maalesef bir şey elde edemedik. Tasavvuf tarihinde bazen bir şeyhin vefatından sonra onun hayatınave menkıbelerine dair bilgilerin toplandığı “menâkıbnâme”lerin vücûda getirildiği görülmektedir. Maalesef Hüsâmeddin-i Uşşâkî için müridlerinin böyle bir çalışma yapmış olmamaları büyük bir eksikliktir. (…) Tasavvufta marifetin yazıya geçirilemeyeceği, geçirilenin ise marifet olmayacağı prensibinden dolayı tıpkı bütün ezoterik okullar gibi eser yazmağa çok rağbet edilmemiştir. Bu çevrelerde yazılı kültürden ziyade şifahî kültürün öne çıktığı görülmektedir. (…)”

Fütûhât-ı Mekkiyye 18. Cild’inden alıntılar

 

MUHYİDDİN İBN ARABÎ’nin en ünlü eserlerinden biri olan ve Türkçe çevirisi Prof. Dr. Ekrem Demirli tarafından 18 cild olarak yapılan ve LİTERA YAYINCILIK’tan 2012’de yayınlanan bu eserin son cildinden yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“(Hz. Âdem hakkında) Düşerken hata etmiş, Rabbinden öğrendiği kelimeleri telakki edip onlarla tövbe etmiş, en güzel netice ve varış yerine nail olmuştur. Bunun nedeni günah işlerken yasağı çiğnemek veya ışıktan karanlığa çıkmak gibi belirli bir maksadı taşımamış olmasıydı. Bu itibarla cezaya maruz kalsa bile arifin hata işlemesi, ona dönük bir ihsan ve hediyeyken hediye alan kişi ‘odalar içerisinde’ emin ve güvenli bir haldedir.”

“Hâlbuki dünya perde yeridir ve dolayısıyla kapının kapalı olması ve perdenin bulunması şarttır. Onlar derin akıl sahibi olan peygamberlerdir. Peygamberler yolları açıklamak ve belirlemek üzere gönderilmişken yeryüzüne halifelerin görevlendirilmiş olması da bir tür ‘karz-ı hasen’dir (borç vermek). Halifeler perdeli nefisleri peygamberlerin belirleyip ortaya koydukları ilâhî maksada uygun hükümlere ve emirlere uymaya zorlarlar.”

“Meslek ahlâkı bütün çalışanları kapsar”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında KENDİNİ İNŞA ETMEK başlığıyla çıkan yazısının (http:// www.istiklalmarsidernegi. org.tr / IsmetOzel?Id=217&/Katld=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki o yazının dördüncü paragrafından bir cümle alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil etmekte) oluşturacak bu yazıyı.

“Hayır, ne tuhaflıklara meyletmekten, ne de kendine macera uydurmaktan söz ediyorum. Bilakis, sözünü etmek istediğim tuhaflığın araziye uymak suretiyle gündemde kalışı ve çapsızlığına rağmen kendine tapma hastalığının insanlığı kemirdiğidir.”

“Eğer modernlik insanlığa getirdiği nisbî kolaylıklar mukâbilinde felâketler doğurduysa cephe almamız gereken doğrudan modernliğin kendisidir.” “O kötülüklerin sebebi modernliktir; oysa biz modern değil post-moderniz” deyip işin içinden sıyrılmak marifet değil. Bütün postlar gibi post- modernlik de bir hakikati gizlemek içindir. (…)”

“Türkiye Cumhuriyeti mazlum milletlerin umut ışığı olmadı. Böyle bir zanna kendini kaptıran birkaç aydın(!)ın tevessül ettiği Kadro dergisinin yaşamasına geçit verilmedi.”

“Suâl de ilimden kopar, cevâb da”

 

Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-lll’den (müellifi: Muhyiddin İbnu’l Arabî; Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk; Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mustafa Tahralı– Dr. Selçuk Eraydın, M.Ü. İFAV Yayınları Altıncı Baskı, 2017) yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki s. 46’dan Mesnevî‘den bir tercüme olup bu yazının başlığını alıntı olarak teşkil ediyor) oluşturacak bu yazıyı.

“Ârif-billâh’ın ma’rifeti ne kadar âlî (yüce) olursa, himmetle tasarrufu da o nisbette nâkıs (noksan) olur.”

“(Kalem, 68/42) âyet-i kerîmesi âhirette dahi teklif ve teşrî’ (şerîata dair emirler) olduğuna delildir. Çünkü teklif yeri dünya idi. Hak Teâlâ dünyaya şerîat gönderdi; amel eden etti, etmeyen de etmedi. Artık bundan sonra adaletin ikâmesi (yerine gelmesi) için muhâkeme ve karşılık gerekir. Şûrâ, 42/7 kerîm âyeti gereğince halkın ikiye bölünmesi gerekir; bu ise adaletin yerine gelmesi olmadıkça mümkün değildir. Dolayısıyla anılan sınıflar için teklif ve teşrî’ lâzımdır. Tâ ki bunlardan hangilerinin hangi topluluğa katılacağı sâbit olsun; ve Adl (Adalet) ismi ile Hakem isminin eseri belirsin. (…)

“Bir tutum olarak medenîlik, bir durum olarak medeniyet”

 

İbrahim Kalın‘ın BARBAR – MODERN- MEDENÎ / Medeniyet Üzerine Notlar kitabından yapacağım bazı alıntılamalar (bunlardan ilki s.31’den alıntı olarak iki tespit başlığı teşkil ediyor) oluşturacak bu yazıyı.

“Bir tutum olarak medenîlikten, bir durum olarak medeniyete geçişte kaybettiğimiz değerler nelerdir? İbn Haldun’un iddia ettiği gibi medeniyetin sağladığı maddî imkânlar, bizi medenîlikten uzaklaştırır mı? Medeniyet, medenîliğin zıddı mıdır? Bu sorulara farklı tarihî tecrübelerden hareketle cevaplar bulmaya çalışacağız. Medenîliğin, medeniyet yapısının büyük cüssesi altında ezilip kaybolması ender rastlanan bir durum değildir. Roma’nın vahşi zevk ve işret düşkünlüğü, gladyatörlerin birbirleriyle ve yırtıcı hayvanlarla ölümüne savaştırıldığı arenada çıkar karşımıza. Hindistan’da kadınların, kocalarının ölümü üzerine cenaze töreninde onunla birlikte öldürülmesi / yakılması anlamına gelen sati (dul yakma) geleneği, Hindular arasında uzun yıllar uygulanmıştır. (dipnot: ‘Sati’ yahut ‘suttee’ kelime manası itibariyle ‘erdemli-sadık eş’ demektir ve kendisini kocasıyla yakan/öldüren kadınlara verilen isimdir. Müslüman âlimler ve idareciler bu geleneği yasaklamaya çalışmış, pek çok Hindu din adamı da buna karşı çıkmıştır. Fakat bu âdet 19. yüzyılın sonlarına kadar Hindistan’ın çeşitli bölgelerinde yaşamaya devam etmiştir. Bkz. John Stratton Hawley (ed.), Sati, The Blessing and theCurse: The Burning of Wives in India (Oxford University Press, New York, 1994). Avrupa sömürgecilik hareketlerinin, Aydınlanma ve bilim devriminin ardından yükselişe geçmesi ve modern barbarlığın en hunharca örneklerini ortaya koyması, medeniyet iddialarının kırılgan yapısı hakkında bizi teyakkuza sevk etmektedir. Kendine demokrat, başkalarına barbar bir tutum sergileyen 19. yüzyıl Avrupa devletleri, maddî medeniyet imkânlarından yoksun ama belki de dünyanın en medenî-insanî topluluklarını köleleştirirken, bunu ahlâken ve vicdânen meşrûlaştırmak için de medenîleştirme kavramına başvuruyordu.