Nisan 2024 Posts

‘Bir Ahlâk Davası Nurettin Topçu’

 

Prof.Dr. İsmail Kara‘nın bu yazıya da başlık yaptığım kitabının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Önce Topçu fikriyatı başta olmak üzere birçok bakımdan kıymetli olan askerlik dönemine dair mühim bir kaynak olan Topçu’nun, hukukçu akademisyen arkadaşı, ailece de görüştükleri Kemal Fikret Arık’a (1913-1965) yazdığı mektuptur. Remzi Oğuz Arık’ın yeğeni olan Fikret Bey de Çorlu’da yedek subay olarak askerdedir. Daha sonra belki hukukları icabı kendiliğinden, belki Nurettin Bey’in davetiyle Hareket dergisi yazı ailesine de katılacaktır. Mektuptan anlaşıldığına göre İzmir ve sürgün şartlarına nazaran Topçu için askerde kısmi bir rahatlık sözkonusudur. (…) “Önce Topçu fikriyatı başta olmak üzere birçok bakımdan kıymetli olan o mektuba (bu yazıda birkaç yerinden alıntılamayla) birlikte bakabiliriz: “İstanbul, 13 Haziran 1937 Kardeşim, Mektubunu bir ay evvel çok sevinçle okumuştum. Bir aylık ihmalim bu sevincin eseri mi diyeceksin. Ben sevdiklerime çok zor yazabiliyorum. İfadedeki aczi göstermiş olmaktan çekiniyorum belki. (…) Galiba iki hafta evvelisi babanı kardeşinle Haydarpaşa istasyonunda gördüm. Kızlarını karşılamaya gelmişlerdi. (…) Şimdi benim buradaki vaziyetim çok rahattır. Sabahları ekseriya saat 11’de Tophane’den kalkan ekmek kamyonuyla Kâğıthane’deki mesaimize (karargâha) gidiyoruz. Öğle vakti oradayım. (…) Kafam rahat, işim rahat, içim belki değil (çünkü o hiçbir zaman rahat değildir). İşte böyle günlerimi geçiriyorum. (…) Koştum, gelmeden mektubunu yollayayım da bari yüzüm kara olmasın dedim. Şimdi bu saatte annemle Cahid’in (Okurer?) annesi sizdeler. (…) Ateşli şeyler yazmak isterdim ama içimdeki ateş acaba sönmedi mi? Lütfi’den (Bornovalı?) geçen hafta kısa bir mektup aldım. Kimseye yazamadığını, yazmak istemediğini söylüyor. Yahu hayatın sevilecek tarafını görüp anlatan yok mu? (…) Her saat, her gün bir nâmütenâhi varlık âlemi şuurumuzun karşısından geçiyor da yine herkes yarının kaygısıyla gözlerini kapamış yaşıyor. İşte yine iyi hatırlıyorum, galiba Azeri şairlerinden Alişir Nevaî şöyle söylemiş:

Senin âşıkların kılmaz nazar Firdevs-i a’lâya Komuşlar bunca sevdâyı ulaşmışlar bu sevdâya

“Yüzbinlerce sevda mevzuunu bırakıp da ulaşılan bu sevda hangisidir diye, işte onbir sene oluyor, hâlâ düşünürdüm. Nihayet anladım ki bu tâ içimizdeki nâmütenâhilikte kendini bize bize tanıtan Allah’ın sevgisidir. (…) Kardaşım, tabiatta ve sanatta, felsefede ve ahlâkda gaye kendimizi bulmaktır, kendimizi yakından tanımaktır. Hâlbuki en az kendimizi tanıyoruz ve her an kendimizden uzaklaşıyoruz. Ben insanlarda kendi nefsine karşı samimiyet arıyorum ve pek ender buluyorum. Çünkü en büyük ve yegâne afv edilmeyecek olan günah, kendi nefsine karşı samimiyetsizliktir.”

FÎHİ MÂ FÎH’den sözler

 

Müellifi Mevlâna Celâleddîn Rûmî, Mütercimi Ahmed Avni Konuk, Yayına Hazırlayanı Dr. Selçuk Eraydın olan ve İZ Yayıncılık’tan 2009’da 8. Baskısı yapılmış bu eserin birkaç yerinden düşündürücü sözler olarak yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Hz. Mevlânâ Kur’ân-ı Kerîm’deki, anlam olarak: De ki, Rabb’imin kelimeleri için deryâ mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahi, Rabb’imin kelimeleri bitmeden önce deniz tükenir. kerîm âyetini delil göstererek, Allâh’ın kelimelerinin tükenmeyeceğini; oysa elli dirhem mürekkep ile Kur’ân-ı Kerîm yazmanın mümkün olacağını ifade ederek; sûret bir ve sınırlı olmakla berâber, manânın sonsuz olduğunu söylüyor.”

“Bir post-modernizm hikâyesi uydurmak modernizme nihayet vermiyor.”

 

İsmet Õzel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’nde çıkan 8 Şevval 1445 (17 Nisan 2024) tarihli TARİFSİZ KEDERLER başlıklı yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki o yazının sonuna yakın bir cümle alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil ediyor) oluşturacak bu yazıyı.

“Türkler tarifsiz kederleri itibariyle dünyada yalnızdır. Önce homogen birlikten mahrum olmanın kederi vardır. Ne tarihte, ne de şimdiki halde işaret edilebilecek tipik bir Türksöz konusudur. Çok kişinin ağzından Türkiye, idaresi Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir cümlesini işittim. Eğer kendi ülkemiz olarak bildiğimiz toprak parçasının idaresi bize, biz Türklere bırakılmıyorsa bu işi kim yapıyor? Elde edilmek istenen sonuç nedir?”

Ağlama ve Feryâdın Muhammedî Mertebeden Bilinmesi

 

Fütûhât-ı Mekkiyye (Müellif: Muhyiddin İbn Arabî / Çeviri: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul-2009) 11. Cild, Üç Yüz On Üçüncü Bölüm’ün birkaç yerinden alıntılar bu yazıyı oluşturacak.

“Ruhlarımızın aslı, Hz. Peygamber’in ruhu; Âdem ise beden yönünden babadır. Nuh gönderilen ilk peygamberdir (resul). Ondan öncekiler ise nebiydi: Her biri Rabbinden bir şeriat almıştı, dileyen şeriatına girer dileyen gitmezdi. Bir insan şeriatına girip de irtidad ederse (bırakıp başka bir yola girerse) kâfir olurdu, girmezse olmazdı. Kim kendini ilave bir yükümlülüğe sokar ve peygamberi yalanlarsa, kâfir olur. Kim bunu yapmaz ve beraatı (fazileti/ olgunluğu) üzere kalırsa, olmaz. Allah Her ümmete korkutucu gelmiştir (Fâtır, 35/22) buyurdu. Kastedilen, resullük değildir. Âyet, her ümmet denmezdite Allah’ı ve âhiret işlerini bilen birisinin bulunması anlamına gelir ki, o da peygamber değil, nebidir. Peygamber olsaydı, âyette ‘ona denir’, ‘onda denmezdi.’ Onların içerisinde Allah’ı bilen nebiler vardı. Dileyen onlara uyar ve onlarla birlikte şeriatların hükmüne girerdi; dileyen, böyle bir yükümlülük altına girmezdi. Bu bağlamda İdris (as) da onlardan birisiydi. Hâlbuki Kuran’da onun peygamberliği hakkında açık bir nas yoktur. Onun hakkında sıddık nebi denildi. Kendisine Resullük kapısının açıldığı ilk kişi, Hz. Nuh’tur. İlk var olan insan ruhu ise, Hz. Muhammed’in ruhu, ilk insan bedeni Âdem’in bedenidir. Varislerin resullükten payı vardır. Bu nedenle Muaz ve başkalarına Allah’ın peygamberi’nin elçisi denilmiştir ve bu mertebeyi elde etmemişlerdir. Kıâyamet günü peygamberlerle sadece her topluluk içerisinde peygambere ulaşan isnat zincirleriyle hadisleri rivayet eden hadisçiler haşredilir. Onların da resullükte bir payları vardır. Onlar vahyin aktarıcıları ve tebliğde nebilerin vârisleridir. Fakihler ise, hadis aktarımında bir payları yok ise, bu dereceye sahip değillerdir. Onlar peygamberlerle değil, insanların geneliyle birlikte diriltilir. Âlim adı hadisçilere verilir. (…) Salih insanlar arasında keşfinde Hz. Peygamber ile sohbet eden veya keşif yoluyla müşahede âleminde onun sohbetinde bulunan ve ondan bilgi alan kişiler de, kıyamette onunla birlikte diriltilir. Böyle bir insan en şerefli mertebede ve en yüce bir halde peygambere sahabe olanlar içinde bulunur. (…)”

“İnsan kendi elinden çıkmadır.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’nde 18 Safer 1444 (14 Eylül 2022) tarihli ve ÖZÜN GEÇMİŞİ VAR MIDIR ?(I) başlıklı bir yazısı çıkmıştı. O yazıdan yapacağım kısa bir alıntılama bu yazıyı oluşturacak.