Nisan 2024 Posts

“Allah sizi ve sizin fiillerinizi yaratmıştır.”

 

“Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerine ma’rifetin yolu, isimleri ve sıfatlarındandır. Çünkü esmâ ve sıfâtının hepsi bu Allah isminin altında içkindir. Bundan dolayı esmâ ve sıfâtın aracılığı olmadıkça Hakk’a vusûl mümkün olmadığı âşikârdır. Bu îzâhdan Allah Teâlâ’ya bu isim, yani Allah ismi yolundan başka yol ile vusûl imkânsızdır. Hakikatle tahakkuku itibariyle varlığa varlık kazandıran, bu Allah ismidir. Bu bâbdaki yol, bununla açıklığa kavuşmuştur. Bu isim, insanda kâmil olan ma’nânın mührüdür. Ve bu isim ile merhûm, Rahmân’a muttasıl (ulaşan) olmuştur. Yalnız hâtemin nakşına nazar eden, yalnız isim ile, Allah’la berâberdir. Hâtemin menkûşâtından (nakışlarından) yükselmişse, sıfatlarla, Allah ile berâberdir; (…)

“Hak Sübhânehû ve Teâlâ’ya ma’rifetin yolu esmâ ve sıfâtındandır.”

 

Abdülkerîm el-Cîlî‘nin müellifi olduğu, Abdülaziz Mecdi Tolun tarafından tercüme edilen ve Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli ve Abdullah Kartal ekibince Yayına Hazırlanan İNSÂN-I KÂMİL isimli eserin İZ Yayıncılık’tan 4. Baskısı 2015’de İstanbul’da çıkmıştır.

Bu eserden yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Allah Teâlâ’nın zâtında müsemmâsı (adlanması) vücûd-ı mahzdır (sırf varlıktır).”

“Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri bu Allah ismini insan için mir’ât (ayna) yaptı. İnsan vechi (yüzü) ile o aynaya bakarsa “Allah var, O’nunla beraber hiçbir şey yok” sözünün hakikatini bilir ve sem’inin (işitmesinin) sem’ullâh olduğu; basarının basarullah olduğu; kelâmının kelâmullah olduğu; hayâtının hayâtullah olduğu; ilminin ilmullah olduğu; irâdesinin irâdetullah olduğu; kudretinin kudretullah olduğu kendisi için münkeşif (açılmış) olur; ve bu inkişâf asâlet yolu iledir. (…) Yine Kur’ân’da “Hak’dan başkasına taparsanız, onlar sanemlerdir (putlar) ve ifk (iftirâ) yaratmış olursunuz” buyurmuştur. Burada söz konusu olan, Allah’ın yarattığı şeydir. Onlara nisbet olunan halk (yaratma), âriyet (ödünç, eğreti) ve mecâz yoluyla; Cenâb-ı Hak için, mâlikiyet yoluyladır.

“En güzel isimler Allah’a aittir.”(el-A’raf 7/180)

 

Birle ilahını, tüm fiiller Allah’ın / Unutma sakın, görmezden gelme

Şirkten sakın, şirk eksiklik / Otoritesini giydirir sana, senden başka var olan bir şey değil o / ‘Başka’ varlığı olmayan bir şey / Sâbit dur, senin evin ilga (kaldırma) edilmez ve yıkılmaz Büyük bir lezzeti var onun yine de Cinsellik hazzı gibi bütün uzuvlarımızı kaplar Allah biliyor ki zikrettiğim mısralarda / Doğru sözler söylemekteyim, Allah, Allah!

“Bir kimse görüyor; velâkin sen bir kimse değilsin ki, o bir kimseyi göresin.”

 

Nebî (a.s.v.) Efendimiz, anlam olarak: “Gece uzundur, onu uykun ile kısaltma; ve gündüz aydınlıktır, onu günahların ile karartma” buyurdular. Halkın teşvîşi (bulandırması / karıştırması) ve dostların ve düşmanların zahmeti olmaksızın sır söylemek ve hâcât (ihtiyaçlar) talep eylemek için gece uzundur. Bir halvet (yalnızlık) ve sükût hâsıl olmuştur. Ve Hak Teâlâ ameller riyâdan masûn / mahrûs (korunmuş) bulunmak ve hâlisan-lillâhi Teâlâ olmak için bir perde çekmiştir. Ve geceleyin riyâkar olan adam, muhlisten ayrılır. Gece vakti herşey mestûr (örtülü) olup, gündüz rüsvâ (aşağılık, bayağı) olurlar. Riyâkâr olan adam ise geceleyin rüsvâ olur. O der ki: “Mâdem bir kimse görmüyor, kimin için yapayım!?” Ona derler ki: “Bir kimse görüyor; velâkin sen bir kimse değilsin ki, o bir kimseyi göresin.” Senin hâlini öyle bir kimse görüyor ki, bütün kimseler onun kabza-i kudretindedir. (kabza-i kudret: kudret eli) Ve acz vaktinde onu çağırırlar; ve diş ağrısı, göz ağrısı, kulak ağrısı ve töhmet ve havf (töhmet: kesin olmayan suç isnâdı; havf: korku) zamanlarında hep onu yâd ederler (anarlar); ve onun işittiğine ve hâcetlerini yerine getireceğine kuvvetle güvenirler. Ve bir hastanın sıhhati ve belânın def’i için, gizli gizli sadaka verirler. Ve yine o bağışı ve sadakayı kabûl ettiğine mutmain olurlar. Onlara sıhhat ve ferâgat ihsân eyledikte, o yakîn (şüphesiz bilgi) onlardan geri gider ve hayâl-endîşlik (hayâl kuruculuk) döner. Ve “Hudâvendâ! O zindan köşesinde usanmaksızın bin Kul hüvallah okuyarak sıdk ile seni çağırmamız ve senin bizim hâcâtımızı revâ eylemen ne hâl idi?” derler. Şimdi biz zindan içinde nasıl muhtaç idiysek, zindan hâricinde de öylece muhtâcız; tâ ki bizi bu zulmânî âlem zindanından, nûrânî olan enbiyâ (nebîler) âlemine ihrâc eyliyesin.

Âdem ve Havvâ Hakikati

 

FUSÛSU’L – HİKEM Tercüme ve Şerhi-I’in (Müellif: Muhyiddin İbn Arabî, tercüme ve şerh: Ahmed Avni Konuk, Yayına Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mustafa Tahralı, Dr. Selçuk Eraydın; İFAV, 7. Basım: 2017) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Ma’lûm olsun ki, “vücûd” (varlık) insânî hakikat olan vâhidiyyet mertebesi’nden rûh mertebesine indiği vakit üç marifet hâsıl oldu ki, birisi nefs marifeti, yani kendi zâtını ve hakikatini bilmek; diğeri Mübdî marifeti, yani kendisinin mûcidini bilmek; üçüncüsü mûcidine karşı fakr ve ihtiyacını bilmektir. Bu marifet, gayriyyeti içerendir. Ve bu rûh, Muhammedî (s.a.v.) rûhdur. Diğer ruhlar, onun şerîf rûhunun cüz’iyyâtıdır. Onun için (S.a.v.) Efendimize “Ebu’l-ervâh” (Ruhların Babası) da derler. Bu rûh sûret-i akl-ı küldür ki “hakîkî âdem”dir. “Vücûd” (Varlık) tümel aklın sağ tarafı ve “imkân” sol tarafıdır. Ve Havvâ tümel nefsin sûretidir ki, ilk aklın dıl’-ı eyserinden (sol kaburga kemiğinden) oluştu. Ve bu muhtelif taayyünâtın zuhûru ve çeşit çeşit sûretlerin doğuşları tümel akıl ile tümel nefsin izdivâcından hâsıl oldu. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri buyurur: “Ey İnsanlar! Sizleri bir tek kişiden (Âdem’den) yaratan, ondan da eşini (Havvâ’yı) vücûda getirerek, ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun. Ve yine kendisinin hürmetine birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah’dan korkun. Akrabalık bağlarını kesmekten sakının. Şüphesiz ki Allah, üzerinizde gözcü bulunmaktadır.” (Nisâ, 4/1) Ve bu taayyünât içinde pek çok fâile ve münfaile sûretleri zuhûra geldi. Fâile sûretleri olanlar erkekler, münfâile sûretleri olanlar da kadınlardır. İnsânî ferdlerin her iki topluluğu da en kâmil vech ve ahsen-i takvîm ile zâhir (görünür) oldular. Şu halde insânî ferdlerin ebeveyni hakikî Âdem olan “akl-ı küll” ile, hakîkî Havvâ olan “nefs-i küll”dür. Bunlar zât cenneti’nde yani ulûhiyet mertebesinde mestûr (örtülü) idiler. Kur’ân ki, isimler ve sıfatların tümünü câmi’ (toplayıcı) olan zâttır; ve bu taayyünât ki, ulûhiyet zâtının varlığında hayâlât (hayâller) ve rü’yadan ibârettir; ve bu çokluklar ve hayâlî taayyünât ki, çekirdeğin içindeki ağaç gibi dal budak salıverip, esfel-i sâfilîne doğru uzanmıştır ve zât mertebesinden uzaktır; işte bu şecere (ağaç), Kur’ânda anılmış olan mel’une ve matrûde şeceredir. Ve onun meyvesi ve habbesi (buğday vs. tanesi) tabiî zulmettir (karanlık).