Mevlânâ Celâleddîn Rûmî‘nin FÎHİ MÂ FÎH isimli eserinden (Tercüme: Ahmed Avni Konuk, Hazırlayan : Dr. Selçuk Eraydın, İZ Yayıncılık, 8. Baskı: İstanbul, 2009) yapacağım bazı alıntılamalar (bunlardan ilki sayfa XlX’dan bir cümle olup alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil etmekte) oluşturacak bu yazıyı.
“Hz. Mevlânâ’ya göre manâya teveccüh tedrîcî olmalıdır. Bu yöneliş ilk zamanlarda pek o kadar latîf görünmez, sonraları tadına varılır. Sûret ise bunun aksidir, önce latîf görünür.”
“Hz. Mevlânâ’ya göre Kur’ân-ı Kerîm eskimeyen, zaman ve mekân sınırını aşan ve hiç tükenmeyen bir kelimetullahtır. Müslümanlar eskidikçe kendilerini hep yeni kalacak olan Kur’ân-ı Kerîm’le yenilemelidir.”
“Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in, Bedir gazvesinden (gazve:sefer, savaş) dönerken söylediği rivayet edilen : anlam olarak “Küçük cihâddan büyük cihâda döndük” hadîs-i şerîfini Mevlânâ şu tarzda yorumlamıştır: “Sûretlerin cenginde idik; sûrî düşmanlar ile cenk ediyorduk. Şimdi iyi havâtırın (kalbe gelen, ilham olunan şeyler) kötü havâtırı mağlûp etmesi için havâtır askerleriyle cenk edelim.” Hz. Mevlânâ’ya göre “cihâd-ı Ekber” denilen bu cenkte iş gören fikirlerdir ve ten vâsıtası olmaksızın hizmet ederler. Mevlânâ, insanın hülâsası ve gıdası olan şeyin ilim, hikmet ve Hak dîdârı (yüz, çehre) olduğunu ifade eder. Yine Mevlânâ’ya göre âdemin hayvâniyyeti Hak’dan ve insâniyyeti dünyadan kaçıcıdır.”
“Tenin murâdı nefsi besler ve insanı hayvânî kuvvetlerinin esiri yapar. Mevlânâ’ya göre nefis düşmanını daima zindan içinde mücâhedede tutmalıdır. O belâ ve sıkıntı içinde bulundukça ihlâs ve samimiyet zâhir (görünür) olup güçlenir.”
“İnsan yaradılış bakımından sûret ve manâdan ibarettir. Bu dünyada manâsı ve sûreti olmayan bir iş meydana gelmez; manâ zâten sûretsiz müşahede edilemez.”
“Bir gönülde iki sevdâ olamaz. Gönül ya Mevlâ’yı ya da dünyâyı sever. İlâhî irâdeye bağlanan gönül, dünyâ esâretinden kurtulur. Bu durumda kul, Allah Teâlâ’ya olan ihtiyâcını devamlı hisseder. Muallim Nâcî bu hususu bir beytiyle şu tarzda özetlemiştir: “Zengin sanırız kendimizi lîk (lâkin) fakîriz / Hürrüz deriz ammâ ki, hakîkatte esîriz!” Bu mertebede kul henüz ikilikten kurtulmuş değildir. Tasavvuf ıstılâhında (terminolojisinde) buna ‘fark‘ hâli denir. Kur’ân-ı Kerîm’de “İyyâke na’budü (Ancak sana ibadet ederiz.) (Fâtihâ, 1/5) bu makama işarettir. ‘Cem‘ ve ‘Cem’u’l-cem‘ hâli “Ve iyyâke nestaîn” (Ancak senden yardım bekleriz) (Fâtihâ, 1/5) dir ki, cânı cânâna verip âzâde olmaktır. Mansûr’un muhabbeti nihâî dereceye ulaşınca kendisine düşman oldu ve kendisini ma’dûm (yok) kılıp ‘Ene’l-Hak‘ yani “ben fânî oldum, Hak kaldı” dedi. (…)”