Mayıs 2024 Posts

William Chittick’in Nakşu’l-Fusûs’undan…

 

Turan Koç çevirisiyle birkaç alıntı bu kitaptan: “Bir iz bulduğumda Senin Sıfatlarından kendimde, / Allah korusun, benden daha büyük biri bulunmaz! / Ama kendime dönünce bakışlarım bir de, / İki dünyada da benden daha kötüsü kalmaz. ” “İnsan iki yüzlü bir aynadır. Bir yüzünde Rablik özellikleri, öteki yüzünde kulluğun kusurları yansır. Rablik özelliklerine bakacak olursan, o bütün varlıklardan büyüktür; ama kulluğun eksikliklerini göz önüne getirecek olursan o tüm yaratıklardan daha önemsiz, daha hakirdir.”

“İmdi, eğer buraya kadarki izahları anladıysan, sana insanla ne kastedildiğini açıklamış oldum. O’nun En Güzel İsimlerle ya da onlarla nitelenmiş bulunmakla elde ettiği görkem ve izzete ve bu isimlerin kendileri için mükemmel bir tecelli mahalli ve her şeyi kuşatıcı bir mazhar (zuhur yeri) olması için onu istemelerine bak. En Güzel İsimler’in onu talep etmesinden ve onun varlığına ihtiyaç duymalarından onun izzetini, yani görkem, ululuk ve şerefini anlarsın; zira aranan şeyin şeref ve izzeti, arayanın şeref ve izzetine göre olur; ve aynı şekilde onun özünde bir hiç olan varlığının tezahürünün onlarla, yani o İsimler sayesinde olmasından da onun ne kadar aşağılık (zillet) biri olduğunu anlarsın; zira yokluk yasalarına bağlı ya da bağımlı olmaktan ve varolmak için başkasına muhtaç bulunmaktan daha aşağılık bir şey yoktur. Anla artık!”

“Bundan, yani insanın batınî yönü bakımından bir rab olurken, zahirî yönü bakımından bir kul olduğunun anlaşıldığı makamdan, onun, yani insanın iki yüzü (suret) olan bir nüsha olduğu anlaşılır. Bu iki yüzün karşılığı ya da onlara denk gelen şeyler de şunlardır: insanın batınî cem’i, yani Hakk‘ın her şeyi kuşatıp kavrayıcılığı ile kucaklanmış olan sureti ve onun dış dağılma ve ayrışma durumu ile kuşatılıp kavranan âlem‘in sûreti. Ve bu iki sûret de Allah’ın insanı yarattığı iki elidir.”

Nedir insan? Her şeyi kuşatan berzah, Hak ile halkın sûreti vardır onda.

O, Hakk’ın Zatı ve dile gelmez Sıfatları İçinde olan özün özü bir nüsha.

Kudret âleminin incelikleriyle irtibatlıdır o, Melekût âleminin gerçekliklerini kendisinde barındırandır.

Batını vahdet denizine dalmış; Zâhiri kuru dudaklarıyla ayrılık sâhilinde.

Hakk’ın hiçbir Sıfatı yoktur ki Tezâhür etmemiş olsun onun zâtında.

Bilendir o, işiten ve görendir; Konuşandır, dileyen, diri ve güçlüdür.

‘Varlık’ meselesi üzerine Abdülkerîm Cîlî’nin ‘İnsân-ı Kâmil’ Kitabından alıntılar

 

Abdülkerîm el-Cîlî‘nin müellifi olduğu, tercümesi Abdülaziz Mecdi Tolun‘a ait, İZ Yayıncılık’tan 266. kitap olarak çıkan, 4. baskısı, İstanbul, 2015 olan İNSÂN-I KÂMİL isimli eserin (Yayına Hazırlayanlar: merhûm Yrd.Doç. Dr. Selçuk Eraydın, günümüzde Prof.Dr. Ekrem Demirli, Abdullah Kartal ) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı. Önce Tercümenin Yayınlanması Hakkında Bir Kaç Söz başlıklı Ekrem Demirli‘nin yazdığı bölümün birkaç yerinden alıntılar:

İnsân-ı Kâmil yazarı, aynı zamanda bir şairdir ve Arapça divanları bulunmaktadır. Eserinde de sıklıkla düşüncelerini ifade ederken şiir sanatından yararlanmıştır. Kendisi de divanı bulunan bir şair olan Mütercim, Arapça şiir tercümeleri için model olabilecek bir maharetle bu şiirleri Türkçeyle aktarmıştır. Yayında, Kasidenin Tercümesi‘, Beytin Tercümesi, Manzumenin Tercümesi gibi başlıklar altında yer alan şiirlerin tercümelerini italik karakter ile ayırt ettik. (…) Son olarak böyle bir eserin hazırlanmasına girişen fakat ömrü vefa etmeyen rahmetli hocamız Selçuk Eraydın Beyi rahmetle anıyoruz. Teşvik ve yönlendirmeleriyle bu çalışmanın gerçekleşmesinde büyük katkıları olan muhterem hocamız Prof. Dr. Mustafa Tahralı Bey’e teşekkürü bir borç biliriz. Ayrıca kitabın yayınlanmasında büyük hassâsiyet gösteren, başta muhterem hocamız Doç. Dr. İlhan Kutluer beye (günümüzde Prof. Dr.) ve İz Yayıncılık’ın yönetici ve mensuplarına da teşekkür ederiz. Osmanlı Devleti’nin 700. yılını idrâk edeceğimiz senenin başlangıcında, Osmanlı’nın son devir âlimlerinden birisi tarafından, İslâm kültürünün en önemli kitaplarından birisi üzerine yapılmış bir tercümeyi yayına hazırlamanın mutluluğunu taşırken mütercim merhûmu da rahmet ve minnetle anarız.” (Tercümenin Yayınlanması Hakkında Birkaç Söz başlıklı yazının son bölümü) Ekrem Demirli 10/11/1998

“Eşyâyı (şeyleri) ihâtası, eşyânın ‘ayn’ı (hakikati) olmasıyladır. Sıfatlarını künhü (aslı/hakikati) ile kuşatmadan Zât’ı âcizdir. Bunun doğrusu, müellifin ruhuna sorularak öğrenilmiş olup, şöyledir: ” Zât künhünü (aslını) kuşatmadan, Zât’ı, sıfatlarını hacz ve men’ etmiştir.” demektir.

Evveliyettinin (önceliğinin) evveli, âhiriyyetinin (sonralığının) âhiri yoktur. Ezelî Kayyûmdur, ebedî Bâkîdir. O’nun kuvvet, kudret ve irâdesi ilişmedikçe varlıkta bir zerrenin hareketine imkân yoktur. Varlığın evvelsiz başlangıcı ve sonsuz sonuna nazaran, olmuş ve olacak ne varsa, kâffesi kendisinin ma’lûmudur. Ve şehâdet (şâhitlik) ederim ki, bu ibârelerden müteâlî (aşkın) ve Zât’ı tasrih (belirtme) ve işaretle bilinmekten mukaddes olan Allah’dan başka ilâh yoktur. O’na delâlet eden her işâret O’nun hakikatinden uzak düşmüş ve ona hidâyet eden her ibare ona vüsûlden yolunu şaşırmıştır. O, zâtî iktizâ hasebiyle nefsini bilir ve zât’iyle kemâli kuşatıcı ve yeteri kadardır.

İNSÂN-I KÂMİL’den alıntılar

 

Müellifi Abdülkerîm el- Cîlî, mütercimi Abdülaziz Mecdi Tolun olan, merhûm Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli (günümüzde Prof. Dr.) , Abdullah Kartal ekibince yayına hazırlanmış ve İZ Yayıncılık’tan çıkmış bu 266. kitabın 4. Baskısı 2015’de gerçekleşmiştir. Bu kitabın birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“İnsân-ı Kâmil hakikatiyle bütün varlığın bilgisini câmidir (toplayıcıdır) ve hakîkatlere ait bütün bilgiler bu mertebeden kaynaklanmaktadır. Şu halde, ilklerin ve sonrakilerin bilinmesinde Kâmil İnsan, mutlak anlamda Hz. Peygamber’in hakîkatinden ibâret olan birinci mertebenin bilinmesinin kendisinden sonra gelen ilâhî ve kevnî (kozmik) bütün mertebelerin ve o mertebelerde taayyün eden (beliren) varlıkların hakîkatinin de bilinmesi demektir. (…)

Sırf zât mertebesi’nden sıfatlar ve isimler mertebesine iniş ve ilk belirme

 

” ‘Allah’ ismi ile müsemmâ olan zât ahadiyyet mertebesinden vâhidiyyet mertebesine inmedikçe bu isim ile adlanmaz. Zîrâ ahadî zât hiçbir sıfât, nuût (na’tın çoğulu) ve esâmî (esmâ’ın çoğulu) ile mevsûf (vasıflanmış) ve men’ût (methedilmiş) ve müsemmâ (adlanmış) değildir. Sırf zât mertebesinden sıfatlar ve isimler mertebesine inerek taayyün-i evvel (ilk belirme) ile müteayyin (belirmiş) oldukda Allah câmî (toplayıcı) ismi ile adlanmış olur. Ve bu mertebe bilcümle ilâhî isimler sûretlerinin ilâhî ilimde peydâ olarak yekdiğerinden seçkin olduğu mertebedir. Ve bu mertebe mâdem ki bilcümle isimleri toplayıcıdır, şu halde ne kadar varlıkla ilgili işler ve yoklukla ilgili nisbetler varsa hepsini muhît (kuşatıcı) olur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Allah her şeyi kuşatıcıdır.” (Nisâ, 4/126)

“Allah semâlar ve arzın nûrudur.”(Nûr, 24/35)

 

Kâşânî başlığı oluşturan âyetin tefsîrinde şöyle demektedir: “Nûr kendi zâtıyla zâhir (görünür) ve eşya da (şeyler) kendisiyle zâhir olandır. Nûr ilâhî isimlerden, zuhûrunın şiddeti ve eşyânın kendisi ile zuhûr etmesi bakımından mutlak bir isimdir. (…) Allah varlığıyla bulunduğu ve zuhûruyla zâhir olduğu için, semâlar ve arzın nûrudur. Yâni ruhların semâlarını ve cesedlerin arzını ızhar edendir. Bu nûr “mutlak varlık”dır ki, mevcut varlıklardan vücut (varlık) bulan her şey O’nunla aydınlanıp varlık bulmuştur.” (dipnot: A. A.el-Kâşânî; Tefsîru’l-Kur’âni’l-Kerîm, c.ll, 139-140, (Beyrut 1968). Bu eser yayıncılar tarafından M.İbnü’l-Arabî’ye ait olarak gösterilmiş ise de Kâşânî’ye aittir. Bu tefsîr, Te’vîlât-ı Kâşâniyye adıyla Ali Rıza Doksanyedi tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş ve M.Vehbi Güloğlu tarafından üç cilt hâlinde 1986-1988 yıllarında Ankara’da yayınlanmıştır.) İ. Hakkı Bursevî de aynı âyetin tefsîri husûsunda şunları söylemektedir: “… Allah Teâlâ’ya nûr denilmesi mecâzî değil, hakîkîdir. Burada Nûr Münevvir, yâni nurlandırıcı anlamındadır. Zîrâ Allah Teâlâ ma’dûm (yok) olan mâhiyetleri varlık nurlarıyla nurlandıran Nûr’dur. Onları adem (yokluk) gizliliğinden feyzi cûduyle (cömertlik feyziyle) zuhûra çıkarmıştır. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah halkı zulmette halk etmiştir. Sonra onların üzerine nûrundan serpmiştir.” Burada “halk etmek” takdîr ma’nâsındadır.’ Zîrâ takdîr îcâddan, yâni vücûdun(varlığın) ifâza edilmesinden (feyizlendirilmesinden/ bereketlendirilmesinden) kinâyedir (üstü örtülü söz). Mümkin zulmet ile vasıflanmıştır (zulmet: karanlık). Çünkü vücûdla (varlık’la) münevver (aydınlanmış) olur. Onun aydınlanması ise onu zuhûra çıkarmak demektir. (dipnot: İ.Hakkı Bursevî; Rûhu’l- Beyân, c.VI, 152-153) Yine İ.H.Bursevî şöyle demektedir: Allah Teâlâ ruhlar semâsının ve cesedlerin nûrudur. Zîrâ Hakk’ın nûru mutlak nurdur, hakîkatte bir yön ile kayıdlı değildir. Onun için cisimler, ruhlar, mülk, zâhir ve bâtın melekûtunu (sayılanların âlemini) kapsamıştır. Âfak (ufuklar) âlemindeki güneş ve ay anılan mutlak nûra misâl olmakla semâlar ve arza ışık göndermişler ve nûrla bütün yönleri doldurmuşlardır. (dipnot: İ.H. Bursevî; Rûhu’l-Mesnevî, c.I,79)