Mayıs 2024 Posts

Vahdet-i vücûd hakkında hatırlatıcı bilgi (Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-IV’den)

 

“Vahdet-i vücûd, vücûdun birliği manâsına gelmektedir. Kendi zâtıyla kaim (yerini tutan) olan Vâcib vücûd (varlığı gerekli vücûd), vücûdun mertebelerinde çeşitli sûretlerde (ilmî ve kevnî / kozmik sûretler) belirir. Hâriçte gördüğümüz her şey o vücûdun / varlığın tecellîleridir. Kısacası, o vücûddan meydana gelen her şey O‘ndandır; fakat her şey O değildir. Mukayyed (kayıdlı) olan bütün varlıkların o vücûdla -her yönüyle- ne benzerlik (teşbîh), ne ayniyyet (tıpkısı) ve ne de cüz’iyyet (tikellik /azlık) alâkası aslâ yoktur.

Kelâm ilminde de vücûd, mutlak (vâcib) ve mukayyed (mümkün) olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilmiştir. Mutlak vücûd, kendi zâtıyla kâim, kıyâmında bir başka vücûda ihtiyaç duymayan var; mukayyed vücûd ise, kendi zâtıyla ma’dûm (yok), Hakk’ın vücûduyla (varlığıyla) kâimdir.

Tasavvufta Vâcib ve Kadîm olan bu vücûd (varlık), çoğalma, bölünme ve noksanlaşma kabûl etmez. Onun şekli, sûreti ve sınırı yoktur. Bu vücûda Mutlak vücûdismi verilmiştir (sırf ve hâlis vücûd). Bu Mutlak vücûdbütün kayıdlardan münezzehtir (tenzih edilmiştir). Bu husûsu mahdûd (sınırlı) akılla idrâk mümkün değildir. Hâdis penceresinden değerlendirdiğimiz her şey zamânî ve mekânîdir. Münezzeh olanı, mukayyed akıl ile idrâk mümkün olmadığından, din daha çok kalbin hareketi olarak kabul edilmiştir.

Mutasavvıfların Mutlak vücûd ismi verdikleri şey, akıl ve hissimizle idrâk edilmez. Allah Teâlâ sûret ve şekilden münezzehtir. O sûret ve şekillerle tecellî eden Zât ve Hakîkattır; sûret ve şekil değildir.

Hârûnî Kelimede İçerilen İmâmî Hikmet’e dair bilgi

 

Muhyiddin İbnu’l-Arabî‘nin FUSÛSU’L- HİKEM isimli eserinin günümüz Türkçesine Tercüme ve şerhi-IV’den (Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk, Yayına Hazırlayanlar: Prof.Dr. Mustafa Tahralı- merhûm Dr. Selçuk Eraydın, M.Ü. İFAV Y. 6. Baskı İstanbul- 2017) yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Fikir bir şeyle meşgûl olduğu vakit, göz gördüğü şeye tamâmıyla mün’atıf (yönelmiş) olmaz. Dolayısıyla Mûsâ (a.s.) eğer levhalara tesebbüt nazarı (sabırla bakış) ile baka idi, levhalarda muharrer (yazılmış) olan hüdâ ve rahmeti görür ve Hârûn (a.s.) üzerine gazab sıfatıyla zâhir (görünür) olmaz idi. Çünkü levhalarda muharrer (yazılmış) olan hüdâ Hz. Mûsâ’yı iğzâb eden (gazablandıran) emr-i vâkı’ın beyânı idi. Ve emr-i vâki ise Hz. Hârûn’un Benî İsrâîl’i idlâlden berâeti (aklanması) idi. Zîrâ kavminin Sâmirî tarafından ıdlâl olunduğu (dalâlete düşürüldüğü) Hak tarafından kendisine ihbâr buyurulmuş ve şu halde cenâb-ı Hârûn’un bu hususta aslâ dahli bulunmamış ve hüdâ yolu ise lâyık olanların muâhazesini gerektirmiş iken, Mûsâ (a.s.)ın levhalara dikkatle bakıp hüdâyı görmemesi gazab zuhûrına sebeb oldu. Ve kezâ levhalarda mastûr (yazılmış) olan rahmet dahi birâderine olan rahmet idi. Eğer levhalara bakaydı, kavminin huzûrunda kendinden daha yaşlı olan cenâb-ı Hârûn’un büyüklüğü ile beraber sakalından tutmaz idi. Dolayısıyla bu Ey anamın oğlu, benim sakalımı ve saçımı tutma! (Tâhâ, 20/94) ve benim düşmanlarımı güldürme! (A’râf, 7/150) kavli cenâb-ı Hârûn’dan Mûsâ (a.s.)a şefkat oldu. Zîrâ Hz. Mûsâ’nın bu vaz’ı sebebiyle onun düşmanlarının cenâb-ı Mûsâ’ya şemâtet (şamata) etmeleri muhtemel idi. Cenâb-ı Hârûn Mûsâ (a.s.)ın düşmanlarının kendi yüzünden gülmelerini istemedi. Bu, Hz. Mûsâ’ya onun şefkatidir. Ve Harun’un nübüvveti Allah’ın rahmetinden olduğu için, Hz.Mûsâ’ya levhalarda olan rahmet ile nutk eyledi ki, ondan ancak rahmet ve şefkate müteallik kelâm sâdır olur. Ondan sonra cenâb-ı Hârûn, Hz. Mûsâ’ya meâlen: “Ben senin Benî İsrâil arasına tefrika düşürdün demenden korktum ki, sen beni onların tefrîkında (ayırt edilmesinde) sebep kılarsın” dedi. Zîrâ buzağıya tapmak onların arasını tefrîk eyledi. Sâmirî’ye ittibâan ve ona taklîden, onlardan buzağıya tapanlar oldu. Ve bunun hakkında ona suâl etsinler diye, Hz. Mûsâ’nın onlara rücû’una (dönüşüne) kadar, buzağının ibâdetinde duranlar bulundu. Dolayısıyla Hârûn (a.s.), onların arasındaki furkân kendisine nisbet olunur diye korktu.

“Günlük hayatımız bize tarihin bir saman çöpü olmadığını gösteriyor”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’de çıkan 22 Şevval 1445 (1 Mayıs 2024) tarihli, “TARİH BİR SAMAN ÇÖPÜ MÜDÜR ? ” başlıklı yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı. O yazıdan ilk alıntı da, ortalarından bir cümlenin, bu yazının başlığını alıntı olarak teşkil etmesidir.

“Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki talebeliğim sırasında bir dönem bize sosyologi derslerini Amerikalı Profesör Zimmermann vermişti. Kürsüde İngilizce konuşur ve onun tercümanlığını Mete Tunçay yapardı. Bu derslerden şimdiye aklımda bir şey kaldı: Karbon 14. Bu kelimeli ve rakamlı söyleyiş sonradan defalarca karşıma çıktı. (…) Karbon 14 canlının bu dünyadaki ömrü sona erdiği zaman belli bir hızla azalmağa başlar. Her organik varlığın kaç zamanda ne kadar Karbon 14 kaybettiği bilinmektedir. Bu sayede şimdiye kadar birçok sahtekârlık ortaya çıkmıştır. (…) “Göbekli Tepe”nin onikibin yıl öncesine ait olduğu büyük bir ihtimalle Karbon 14’e bakılarak tespit edilmiştir. Bu tespitin yapıldığı günlerde tarihle tarih öncesi ayrımının keyfîliği dikkat çekmişti. (…) Sosyal bilimler alanında tedrisatı büyük ölçüde gözden geçirmek, giderek bilimin dayanaklarını sorgulamak gerekiyordu. Bu yapılmadı. Böyle bir şeye yeltenen bir ülke bile çıkmadı. Yani yalana yaslanmanın rahatlığını terk etmek kimsenin işine gelmedi.

“Allah semâlar ve arzın nûrudur” (Nûr, 24/35)

 

Kaşânî başlıktaki âyetin tefsîrinde şöyle demektedir: ” Nûr kendi zâtıyla zâhir ve eşyâ (şeyler) kendisiyle zâhir olandır. Nûr ilâhî isimlerden, zuhûrunun şiddeti ve eşyânın kendisi ile zuhûr etmesi bakımından mutlak bir isimdir. (…) Allah varlığıyla bulunduğu ve zuhûruyla zâhir olduğu için, semâlar ve arzın nûrudur. Yâni ruhların semâlarını ve cesedlerin arzını ızhar edendir. Bu nûr mutlak varlıkdır ki, mevcut varlıklardan vücud bulan her şey O’nunla aydınlanıp varlık bulmuştur. İ. Hakkı Bursevî de aynı âyetin tefsîrinde şunları söylemektedir: “… Allah Teâlâ’ya nûr denilmesi mecâzî değil, hakîkîdir. Burada Nûr Münevvir, yâni nurlandırıcı manâsındadır. Zîrâ Allah Teâlâ madûm (yok) olan mâhiyetleri varlık nurlarıyla nurlandıran Nûr’dur. Onları adem (yokluk) gizliliğinden feyzi cûduyle (cömertlik feyziyle) zuhûra çıkarmıştır. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Allah halkı zulmette halk etmiştir. Sonra onların üzerine nûrundan serpmiştir. Burada halk etmek takdîr manâsındadır. Zîrâ takdîr îcâddan, yâni varlığın ifâza edilmesinden (feyizlendirilmesinden) kinâyedir. Mümkin zulmet ile vasıflanmıştır. Çünkü varlıkla münevver olur (aydınlanır). Onun nurlandırılması ise onu zuhûra çıkarmak demektir. Yine İ.H. Bursevî şöyle demektedir: Allah Teâlâ ruhlar semâsının ve cesedlerin nûrudur. Zîrâ Hakk’ın nûru mutlak nûrdur; hakikatte bir yön ile kayıdlanmış değildir. Onun için cisimler, ruhlar, mülk, zâhir ve bâtın melekûtunu şâmil (kuşatıcı) olmuştur. Âfâk âlemindeki güneş ve ay zikr olunan mutlak nûra misâl olmakla semâlar ve arza ışık göndermişler ve nûrla bütün yönleri doldurmuşlardır.

“İngiliz-Yahudî Terkîbinin Anlamı”

 

Merhûm filozof Şaban Teoman Duralı‘nın (d. 7 Şubat 1947- v. 6 Aralık 2021) “ÇAĞDAŞ KÜRESEL MEDENİYET Anlamı/Gelişimi / Konumu Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî Medeniyeti ” isimli kitabının bu yazının da alıntı olarak başlığını teşkil eden bölümünden (s.20-27 arası) yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

a) Tarihte ilk defa yeryüzünün dörtbir yanında hayatı etkileyip belirleyen bir medeniyet olayıyla karşı karşıyayız; hattâ, iç içeyiz, demek daha yerinde olur. Bu medeniyeti öz tabiatına uygun tarzda adlandırmamışlığımız, genelde, dünya çapında, öncelikle de, Türkiyede ona ilişkin açık bir fikrimizin oluşmamasına yol açmaktadır. Kâh Batı, kâh Avrupa… zaman zaman da çağdaş diyoruz. Bunlardan ‘Batı’, yön belirtir; ‘Avrupa’, coğrafyaya; ‘çağdaş’ ise tarihe ilişkin sözlerdir. Hâlbuki bizim burada gereksediğimiz, medeniyete alem (işaret) olacak deyimdir. b) Tarihin önde gelen medeniyetlerinin yer almış olduğu vâsiî mekân Avrasya anakarasıdır. Afrika ile Amerika’nın tersine, Asya ile Avrupa, coğrafî bakımdan birbirlerinden bağımsız kıtalarmış görünümünü sunmazlar. Birbirlerinden, sadece, sînelerinde teşekkül etmiş ve tarihe damgasını basmış medeniyetlerden türemiş beşerî ilişkiler yumağı ile zihniyetlerin derin farklılıklarından ötürü ayrılmışlardır.