Haziran 2024 Posts

“Medeniyet, ilerleme ve İslâm geleneği”

 

“(…) Dinine ve vatanına sadakati kavî olan Ziya Paşa İslâm medeniyetinin Avrupa’nın gerisine düştüğü inkâr edilemez bir hakikat olduğunda, bu hazin durumu çarpıcı bir şekilde şöyle ifade eder:

Diyar-ı küfrü gezdim; beldeler, kâşaneler gördüm / Dolaştım mülk-i İslâm’ı, bütün virâneler gördüm

Bu virânelik halinin sebebi, İslâm’ın kendisi değildir. Olsa olsa Müslümanların medeniyet ruhunu ve heyecanını kaybetmiş olmasıdır. 19. yüzyılda medeniyet ile terakki kelimeleri hemen her alanda eş anlamlı hale geldiği için İslâmiyet terakkiye ma’ni değildir… sözü, bir slogan olmanın ötesinde onurlu bir çıkış arayışının ifadesiydi. ‘ (…) Dahası Batı’nın medeniyet iddiası tartışmalıdır zira Batı’nın Doğu’ya bakan yüzü sömürgeciliktir. Müslüman toplumları geri bırakan onların dini değil, din ve dünya tasavvurlarında yaşanan gerileme ve fakirleşmedir. İslâm dünyasında bir medeniyet ihyası (dirilişi) olacaksa, bu, dine rağmen değil, dinle beraber ve onun sağladığı imkânlarla olacaktır.

Namık Kemal, bu hususu Avrupalılara meydan okuyarak dile getirir:

Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-II’den…

 

“İSHÂK FASSI’ndan: Şeyh-i Ekber (r.a.) hazretlerinin “Ârifte himmet olmaz” buyurmalarının (Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinde) anlamı: Ubeydullâh Ahrâr (r.a.) bu anlamı böyle îzâh buyururlar: ” Mümkinin kendi zât hakîkatine nazaran hiçbir şeyi yoktur. Ve onda kemâl vasıflarından ilim, kudret ve irade gibi ne kadar vasıf varsa hepsi âriyettir (iğreti, geçici). Ve bu vasıflar Hak Teâlâ hazretlerinindir. Bundan dolayı ârif, hâlini bilip dâimâ hakîkî fakr (fakirlik) makamında durur. Ve âriyet olan o vasıflar ile zâhir (görünür) olmaz. Fakat insanın hayâl aynasında tasvir olunmuş sûretler ulvî cihetten yani misâl âleminden inmiş ise, gerek yakazada ve gerek uykuda olsun hak ve sâbittir. Çünkü misâl âlemi Hak ilminin hizanesidir (hazne, kâlb,gönül); onda hatâ mümkün değildir. Ve misâl âleminden inen sûretler, eğer tâbire muhtaç olmayıp his âleminde aynıyla zuhûr ederse buna mücerred (soyut) keşf derler. Ve eğer görülen hayalî sûretler, kendisine münasebeti olan his sûretleriyle tâbire muhtaç olursa, buna da muhayyel keşf derler. Ve insânî hayâle süflî yönden mün’akis (çevrilmiş) olan sûretlere de soyut hayâl denir.

Şu halde soyut keşf ile muhayyel (hayâl olunmuş) keşf hak ve sâbittir. İbrâhim (a.s.) oğlu İshak (a.s.)ı rüyasında kurban etti. Ve onu soyut keşf türünden addedip his âleminde de, aynıyla cenâb-ı İshâk’ı kurban etmeğe teşebbüs buyurdu. Fakat Hak Teâlâ hazretleri onun rüyasını, misâl âleminde gördüğü halîm gulâmı olan Hz. İshâk’ın sûretini, ona münâsebeti bulunan koç sûretiyle tevil ile hak kıldı. Pederinin rüyası İshâk (a.s.) hakkında bu sûretle tahakkuk ettiği için İshâkî Kelime hakkî hikmete tahsis olundu. Meşhur kavl, yaygın görüş ve kanaat İsmail (a.s.) hakkındadır.”

“Yeniden keşif bizden mütefekkir olmamızı ister.”

 

Prof. Dr. İlhan Kutluer‘in felsefi gök kubbemiz isimli kitabının (İZ Yayıncılık, 2017) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“(…) Yeniden keşif terimiyle asıl ifade etmek istediğimiz klasik eserlerin bilimsel keşfine dayalı, kriz çözücü ve inşa edici tefekkürdür. Bu çerçevedeki akledişlerimiz artık metinler ve fikirler arasındaki tarihsel sebeplilik zincirini, hayatın içinde yaşadığımız problemler ışığında anlamlandırmak üzere bütüncül bir bakışın konusu yapmaktır. Yeniden keşif bizden bilim insanı olduğumuz kadar, belki ondan ziyade mütefekkir olmamızı ister. Bildiklerimiz, öğrendiklerimiz, açıkladıklarımız yanı sıra anladıklarımız, yorumlayıp anlam verdiklerimiz ve kritik ederek yeniden ürettiklerimizde kendisini gösterir. Yeniden keşif, keşfedilenin yeniden üretilmesi, değerlendirilmesi, anlamlandırılmasıdır çünkü. İslâm düşüncesi tarihi alanında doğru bilgiyi üretmek ilmî anlamda keşif iken, bu bilginin tarihsel ve güncel bağlamda taşıdığı anlam yeniden keşfe konu olandır. (…) Kendisi hem tarihsel oluşumlar, hem kararlı yapılar hem de bu süreklilik arz eden gelenekler üzerinde belli çerçevede yorumlara gitmiş, böylece İslâm dünyasının içinde bulunduğu düşünce sorunlarının kökenine ineceğini varsaymıştır. (…) Benim gelenek karşısındaki kişisel tutumum, geldiğim fikrî aşamada rekonstrüktiftir; yeniden oluşum mantığını esas alır. (…) Kanaatimize göre böyle olmalı çünkü yeniden keşif çabası ancak yeniden oluşum gayesiyle anlam kazanır. Bizim klasikleri yeniden keşif çabamızın,ilmî meraklarımız ya da akademik yükümlülüklerimizin ötesindeki asıl gâyesi XXI. yüzyılın ilk çeyreğini idrâk ederken hâlâ derinden yaşadığımız entelektüel krizin aşılması yönünde köklü, özgün, kalıcı, küresel dünya için değer taşıyan ve ilham verici okumalarla entelektüel geleneğimizi yeniden tesis ederek insanlığa yepyeni felsefî ufuklar kazandıracak kelâmcı, filozof, yahut mutasavvıfların, bu ufuklardan ışık alan bilim, düşünce ve sanat insanlarının yetişmesine fikrî zemin hazırlamak olmalıdır.

İsmail Kara: Biyografisi ve üç yazısından alıntılar

 

“1955 yılında Güneyce / Rize’de doğan, Güneyce İlkokulu’ndan 1965’te mezun olan, İstanbul İmam Hatip okulunu 1973’de, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü 1977’de ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünü 1986’da bitiren İsmail Kara, uzun yıllar Dergâh Yayınları’nda editörlük ve yayın yöneticiliği, Ste. Pulcherie Fransız Kız Ortaokulu’nda din dersi öğretmenliği (1980-1995) yaptı. İslâmcılara Göre Meşrutiyet İdaresi 1908-1914 başlıklı teziyle siyaset bilimi doktoru, ardından 2000’de doçent, 2006’da İslâm Felsefesi profesörü oldu. 1995 yılından itibaren çalıştığı Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden 2015’te emekliye ayrıldı. 2017-2020 yılları arasında İstanbul Şehir Üniversitesi’nde hocalık yaptı.

Çalışma alanı çağdaş Türk düşüncesi ve çağdaş İslâm düşüncesidir.

Bazı çalışmaları: Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi- Metinler / Kişiler (3 C. :1,1986; 2, 1987, 3, 1994), İslâmcıların Siyasî Görüşleri (C. I, 1994; C. II, 2019, Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye (1998), Amel Defteri (1998), Biraz Yakın Tarih Biraz Uzak Hurafe (1998), Kutuz Hocanın Hatıraları- Cumhuriyet Devrinde Bir Köy Hocası (2000), Bir Felsefe Dili Kurmak- Modern Felsefe ve Bilim Terimlerinin Türkiye’ye Girişi (2001), Güneyce-Rize Sözlüğü- Bir Doğu Karadeniz Köyünün Hafızası ve Nâtıkası (2001), İslâm Siyasî Düşüncesinde Değişme ve Süreklilik- Hilâfet Risâleleri (6 C. 2002-2014), Din ile Modernleşme Arasında Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri (2003), Sözü Dilde Hayali Gözde (Portreler, 1, 2005), Bir Eğitim Tasavvuru olarak Mahalle-Sıbyan Mektepleri (Ali Birinci ile, 2005), Aramakla bulunmaz (2006), Hanya / Girit Mevlevîhanesi-Şeyh Ailesi Müştemilatı Vakfiyesi Mübadelesi (2006), Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm (C.I, 2008; C. II, 2016), İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz- Şerh ve Haşiye Meselesine Dair Birkaç Not (2011), Nurettin Topçu-Hayatı ve Bibliyografyası (2013), Müslüman İstanbul’a Mahsus Bir Gelenek: Mahya (2016), Müslüman kalarak Avrupalı Olmak-Çağdaş Türk Düşüncesinde Din Siyaset Tarih Medeniyet (2017), Zafer değil Sefer (2018), İsyan Ahlâkı Peşinde: Nurettin Topçu Albümü (2018), Ahmet Hamdi Akseki (Rabia K. Gündoğdu ile, 2 C., 2019)

“İnsanı, insanları, cemiyeti, milleti, memleketi (isterseniz insanlığı da diyelim) tanımak, anlamak, şerhetmek zor bir iş olduğu kadar insanların arasında yaşayan, onların arasında ünsiyet kurarak varlık kazanan tek tek fertler için aynı zamanda bir mükellefiyet ve zarûrettir. Husûsen bir memleketin eğitim almış insanları, âlimleri, aydınları, sanatkârları ve yöneticileri için… (…)” (İFADE-İ MERAM başlıklı bölümden)

“(..) Hafızlık hocamız dersanede ise bize pek yönelmezdi. Hafus Mehmet yahut Hocadiye başlayan sıcak ifadelerle ona söyleyeceğini söyler, soracağını sorar, asasına kuvvet vererek çıkardı. Hoca da ona hürmette kusur etmezdi. Bir defa yaşça kendisinden büyüktü, babasının arkadaşı idi, evleri ve hayvanları yanıp kül olduğu zaman yaşlı mozuko (sütü nisbeten azalmış) bir ineğini, sağıp yemeleri için göndermişti -hiç şüphesiz bu çok ince bir düşünce, büyük bir yardımdı- , ayrıca kendisinden eski harfli yazı dersi de almıştı. (…)

‘Tarih’ konulu Açık Oturum’dan…

 

2 aylık düşünce dergisi Teklif” de (Ocak 2024 / sayı 13) Ahmet Ayhan Çitil, İbrahim Halil Üçer, İhsan Fazlıoğlu, Ömer Türker ve Tahsin Görgün’ün katıldığı Açık Oturum’dan yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Görgün: “(…) Tarihin kendisi, kendi başına önemli bir konu olmakla birlikte bizim bugün tarihle ilgilenmemizin özel bir sebebi daha kendisini gösteriyor: Bugün mevcut tarih anlatılarıyla alâkalı ciddî huzursuzluklarımız var. Bunların en önemli sebebi, yaygın tarih anlatısının hakikatle irtibatının kopması noktasında ortaya çıkıyor. Son iki yüzyılda Batılılar, yeryüzünü sadece askerî ve siyasî olarak istila etmedi; insanlığın geçmişi de istila edildi. Fizikî istila, toplumları ve sınırları değiştirirken; tarihin istilası, geçmiş anlatısında esaslı bir tahrif olarak gerçekleşti. Bu tahrif, bizi ister istemez tarihle, tarih anlatılarıyla ciddî bir şekilde yüzleşmeye, bu anlatıları eleştirel bir şekilde müzakereye sevk ediyor. Şunu özet olarak ifade edebilirim: 19. yüzyıl ve sonrasında, ideolojiler, dini ikâme etmeye çalıştı ama başarılı olamadı. Ama ideolojiler, din ile ilgili söylemlerde çok büyük tahriflere sebep oldular. Diğer taraftan tarih kurgusu da metafiziği ikâme etmeğe teşebbüs etti. Dolayısıyla metafiziğin tarih anlatıları yoluyla ikâme edilmeğe çalışılması, günümüzdeki birçok ‘sorun’un esasını teşkil etmektedir. Bunu nerede görüyoruz? Bugün biz nereye yönelsek karşımıza engel olarak bir tarih anlatısı çıkıyor: Tabiata yöneldiğimizde kozmoloji, karşımıza tabiat tarihi anlatısı olarak çıkıyor. Aynı durum siyaset, ahlâk, hukuk, sanat, düşünce, felsefe, kısacası bütün alanlarda karşımıza çıkıyor. Yani hangi alana girersek girelim, herhangi bir alanda sahih bir şey yapmağa yöneldiğimizde önümüze engel olarak bir tarih anlatısı çıkıyor. Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz: 19. yüzyıl ve sonrasında oluşturulmuş tarih kurgusu, her şeyi yerinden etti. İnsanlık, başta ahlâk, hukuk, siyaset, bilim olmak üzere hemen her alanda bir istikâmet kaybı yaşadığı gibi insanlığın kendi geçmişini kavrayışı yönünde de esaslı bir istikâmet kaybı gerçekleşti. Bu istikâmet kaybına bağlı olarak da bir tarih sorunuyla karşı karşıyayız. Yani o zaman şunu söyleyebiliriz: bir defa geçmiş tasavvurunu, şu andaki hâkim geçmiş tasavvurunu tashih etmeden (düzeltmeden) günümüzdeki sorunları sahih bir şekilde teşhis edemiyoruz, bu bir. İkincisi, hem kendimize hem de insanlığa tahrif edilen (bozulan) geçmişini yeniden vermek zorundayız; dolayısıyla geçmişi nasıl olduysa öyle kavramanın makul yollarını hatırlamak, keşfetmek ve makul bir şekilde geliştirmek, kısaca tarihi hakikatle yeniden irtibatlandırmak gibi bir vazifemiz var.” Fazlıoğlu: Tahsin hocaya, izniyle, söylediklerini üç başlık altında toplamak istediğini ifade ediyor. Birincisi, tarih ile zaman anlayışı arasındaki ilişki. Yalnız zaman derken sadece astronomik, kozmolojik zamanı kastetmediğini, zaman anlayışını değerlerle de irtibatlandırdığını belirtiyor. Özellikle İbrâhimî geleneklerin, dün, bugün ve yarını değerlerle ilişkilendiren başlangıç, şimdi ve bitiş anlayışını. Elbette bu anlayışın hem Hıristiyanlık hem İslâm açısından farklı yorumlanma biçimleri olduğuna vurgu yapılarak. Kısaca, ‘zaman’ kavramı, anlayışı, her neyse, üzerine biraz konuşmak gereğine değiniliyor. İkincisi, tarih makûl / intelligible bir hâle dönüştürülebilir mi? Yani tarihin bir makuliyeti var mı? Ki bu da tarihin bir anlamı var mı? demektir.