Temmuz 2024 Posts

“Bir İsmin Müsemmâsı”

 

Prof. Dr. İLHAN KUTLUER’in felsefî gök kubbemiz isimli İZ Yayıncılık’tan 2017’de İstanbul’da çıkmış bu kitabının Bir İsmin Müsemmâsı başlıklı bölümünden yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“İslam felsefesinin neliği etrafındaki tartışmaların alacakaranlığına biraz ışık tutabilmek ve bu yönde zihinsel bir çerçeve teşkil etmek için son derece basit terminolojik şemaya müracaat edeceğiz: İslam x Felsefe x Tarih. İslam felsefesi tarihi alanına ismini veren üç terim. Bu terimleri uygun bir referans çerçevesi içinde yan yana getirebilmeyi ne ölçüde başarabilirsek, İslâm felsefesi tarihi çalışma alanını efrâdını câmi ağyârını mâni (aynı özelliğe sâhip olanların hepsini içine alıp farklı olanları dışarıda bırakan) şekilde sınırlamamız ve bu istikamette önerilerde bulunmamız o derecede mümkün olacaktır

Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki İslâm felsefesi teriminde İslâm geçiyor olması bazı kafa karışıklıklarına sebep olmaktadır. Bunu aşmak için -özellikle akademik araştırmalarda- İslam’ın iki anlamda kullanıldığı hatırlanmalıdır. Din olarak İslâm, medeniyet olarak İslâm. Din olarak İslâm ilahî kaynaklı, ilkeleri sâbit, tarih-ötesi ve evrensel olan Kur’an vahyinde ve onun nebevî örnekliğinde ifadesini bulur. Buna karşılık medeniyet olarak İslâm, Müslümanların, esasları Kur’ân ve sünnet’te bulunan hakikat öğretisinin kurucu idealleri istikâmetinde ve zaman-mekân şartları içindeki yürüyüşünün tarihsel, beşerî ve birikimsel tezâhürüdür. İslam medeniyeti tarihinde ilmî faaliyet bir bakıma İslâm’ın bu iki anlamına uygun olarak iki bakış açısını gerekli kılmıştır. Bunlardan ilki din olarak İslâm tasavvurundan hareket eden, onun temel metinlerini (nasslarını) mevzû, mebde (ilke, ilk unsur) ve mesele edinen, bu metinlerde ifadesini bulan itikad, ahlâk, hukuk ve ibadet değerlerini hayata geçirmek gayesindeki şer’î ilimlerdir. Bunları tefsir, hadis, fıkıh ve kelam ilimleri şeklinde sayabiliriz. Tasavvufî bilgiye gelince, ‘marife’nin (anlamı ve kavramı belirtilmiş sözün) bir ilimler (ulûm) sisteminde metafizik ve/veya ahlâk öğretisi olarak mevki kazandığı her durumda, bazı klasik tasniflerde rastlandığı gibi tasavvufu da şer’î ilimlere eklemeliyiz. Elbette bu ilimler oluşum ve gelişimleri itibariyle tarihsel bir süreç içinde dinî esaslar, tarihsel sorunlar ve aklî deneyimlerin diyalojik ilişkisiyle kendi birikimlerini üretmişlerdir. Bununla birlikte temel konusu, referansı ve meselesi nass (açıklık) olduğu için metodolojik açıdan bu ilimler klasik gelenekte şer’î /dînî/naklî/ vaz’î sıfatlarıyla nitelenmiş olup günümüzde yaygınlaşan kullanımda ise İslâmî ilimler olarak anılmaktadırlar. Gerçi araştırma yöntemleri belli ve bu yüzden ilim adını almayı hak etmiş ilmî çalışma alanlarının hepsi özünde ‘İslâmî’dir, İslâmî bir değer taşır ancak ilimlerde şer’î olan / olmayan ayırımına gidilmiş olmasının metodolojik anlamı bu yazının konusu değildir.

Şer’î ilimler içinde kelâm ilminin sadece dinî itikadın formülasyonu, temellendirilmesi ve müdafaası olmakla kalmayıp bu işini yaparken teşekkül döneminden beri başvurduğu felsefe metinlerinin etkisiyle bir kozmolojik teoriye ulaşmak istediği ve hattâ giderek bir dinî metafizik olmaya yöneldiği bilinmektedir. Tasavvuf söz konusu olduğunda da bu manevî gelişim disiplininin bazı geç dönem üstadları da psikoloji, ahlâk ve metafizik söylemlerinde felsefenin dilini kullanmaya başladığı ve giderek tasavvufu bir metafizik ilmi olarak kurmaya yöneldiği gözlenmektedir. Bu açıdan bakılırsa şer’î ilimler kategorisindeki bu iki disiplinin felsefî diyebileceğimiz entelektüel boyutlara sahip olduğu açıkça görülecektir. (…) Şu halde İslâm felsefesi çalışmak medeniyet olarak İslâm’ın başlıca entelektüel tezahürlerinden birini çalışmak demektir.

“Medeniyet, Düzen ve Özgürlük Sorunu”

 

İBRAHİM KALIN‘ın BARBARMODERNMEDENÎ / MEDENİYET ÜZERİNE NOTLAR Kitabının (İNSAN YAYINLARI, Birinci Baskı 2018) MEDENİYET, DÜZEN VE ÖZGÜRLÜK SORUNU Başlıklı bölümünden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Âlemin fizikî-maddî nitelikleriyle onların dayandığı nizam, düzen, ahenk, adalet, ölçü ve güzellik gibi nitelikleri arasındaki ilişki kadim düşünce geleneklerinde geniş bir şekilde ele alınmış ve felsefeyi kozmoloji ile ahlâk arasında uzanan bir araştırma alanı haline getirmiştir. Tabiat ile insanın birbirini tamamlaması, her ikisinin de aynı evrensel ilkelere dayanıyor olmasından kaynaklanır. Dünya görüşü, âlem tasavvuru, ahlâk sistemi ve medeniyet kavramları arasındaki ilişkiyi sağlayan şey de evrenin düzenine hâkim olan ilke ve kurallarla, insanın yaşamına yön vermesi gereken erdemlerin aynı kaynaktan besleniyor olmasıdır. (…) Modernite öncesi medeniyetler, adalet ve düzeni sübjektif değerler değil, objektif ve ontolojik-kozmik ilkeler olarak kabul etmişler ve evrenin yapısıyla kendi yaşam biçimleri arasında bir bağ kurmuşlardır.

Romalı filozof ve devlet adamı Cicero’nun (ö. M.Ö. 43) “Sokratik Devrim” olarak formüle ettiği büyük dönüşüm, bu gerçeği teyit etmektedir. Cicero’ya göre “Sokrates, felsefeyi göklerden şehirlere getiren ve evlere sokan kişi”ydi. (…) Hukuk ve siyaseti felsefenin üstünde tutan ve görkemli Roma’nın yıkılışını bizzat müşahede eden Cicero’nun Sokrates’i bir amelî (pratik) hikmet filozofu olarak değerlendirmesi bizi şaşırtmamalıdır. (dipnot: Bununla beraber Sokrates’in bir tabiat adamı olmadığı da bir gerçektir. Phaidros 230, kısmen ironik bir şekilde Sokrates’in tabiatta kendini âdeta bir yabancı gibi hissettiğini söyler ve ekler: “Ben öğrenmeğe âşık biriyim. Ve benim hocalarım ağaçlar yahut kırlar değil, şehirlerde ikamet eden insanlardır.” ) Cicero’nun ve neslinin yaşadığı pratik ve acil sorunların ortaya çıkardığı bu sonuç, Sokrates’in temsil ettiği felsefe mektebinin, kozmik sorunlarla yakından ilgilendiği gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Nitekim Sokrates’in kâtibi, dostu, talebesi ve müridi Eflatun, Diyaloglar‘ın farklı bölümlerinde ve özellikle Timaios‘ta kozmoloji ile insan bilimi ve ahlâk arasındaki derin ilişkiyi etraflı bir şekilde ele alırken bu konuda bize önemli ipuçları verir.

“Sömürge Aracı Olarak Medeniyet”

 

“Medenîliğin ölçütü olarak kabul edilen bilim, teknoloji ve sanayi modern Batı’da ortaya çıktığından, Batılı olmayan toplumlar medenîleşmek için Batılılaşma yolunu seçmek zorundaydılar. Bunun sonucu olarak Avrupa-merkezcilik ve emperyalizm, modern medeniyetin mütemmim (tamamlayıcı) cüzleri (kısımları) haline geldi. Napolyon 1798 Mısır Seferi’ne çıkarken askerlerine şöyle sesleniyordu: “Askerler! Medeniyet için sayısız sonuçları olacak bir fetih için yola çıkıyorsunuz.” (dipnot: Aktaran Elias, The Civilizing Process, s. 41) Napolyon’un bu ifadesi 19. ve 20. yüzyıl Avrupa sömürgeciliğinin bir özeti mahiyetindedir.”

“Emperyalizm, hiçbir zaman sadece ülkelerin işgalinden ve kaynaklarının sömürülmesinden ibaret olmamıştır.” (…) “İlerleme, medeniyet, çağdaşlık, kültürel ve sınıfsal üstünlük, estetik, ilkellik, yabanîlik, geri kalmışlık, insanlığa hizmet gibi kavramlar, emperyalist düşüncenin sıkça başvurduğu araçlardır.” Bu kavramlar ve kelimeler siyasetçiler, diplomatlar, akademisyenler, gazeteciler, misyonerler, kanaat önderleri, iş adamları vd. aktörler tarafından inşa ve istimal edilirken amaç, emperyalizmin iki işlevinin olduğunu ispat etmektir. Bir tarafta Avrupa ulus-devletlerine ekonomik katkı sağlamak diğer tarafta kolonileri medenîleştirmek. Onlar için bu bir kazan-kazan durumudur. Zira kolonilerde yaşayan geri kalmış, ilkel ve yabani toplumların kendi başlarına medeniyet trenine binmesi mümkün değildir. Ehil ve âlicenap (cömert, şerefli) birinin onların elinden tutması gerekir. Bu ise, Tanrı’nın tarihî bir misyonla diğer toplumlara üstün kıldığı Avrupalılardan başkası değildir.”

“Emperyalizm, bedenden önce ruhların köleleştirilmesi programıdır. (…) İngiliz İmparatorluğu’nun Hindistan valisi olarak görev yapan Lord Curzon da sömürgeciliğe tarihî, metafizik ve ahlâkî bir anlam yükler: “Emperyalizm, bizim için bir güç ve disiplin, başkaları (sömürgeleştirilenler) için ahlâkî ve maddî nimet kaynağı olan ilâhî bir kaderdir.” (dipnot: Aktaran Raymond F. Betts, The False Dawn: European İmperialism in The Nineteenth Century (Oxford: Oxford University Press,1976), s. 13 ve 19.)

“Fransa için Cezayir’e, Belçika için Kongo’ya, İngiltere için Hindistan’a sahip olmak, büyüklük ve genişlik duygusunun vazgeçilmez unsuruydu. Fakat büyüklük, sadece geniş topraklara sahip olmak değildir, aynı zamanda büyük bir kültüre, vizyona, medeniyete vs. ye de malik olmak anlamına gelir. Örneğin İngiltere gibi bir ada ülkesinin insanlığa sunacağı şeyler, sadece deniz gücünden ve ticaretten ibaret olamazdı. Fransa, dili ve kültürüyle bütün insanlığa hizmet edebilmeliydi. Batı’nın Yahudi- Hıristiyan ve seküler medeniyeti, Avrupa ile sınırlı kalmayacak kadar büyük ve önemli bir hazineydi. (…) 1860’lı yıllarda Greater Britain adlı popüler kitabın yazarı Sır Charles Dilke, bu durumu şöyle özetliyordu: “Hindistan’a sahip olmak, bize muazzam bir genişlik unsuru verir ki bu unsur, bu çağda düşüncenin derinliğini ve amacı(mızı)n asaletini teminat altına almak için gereklidir.”(dipnot: Aktaran, Betts, The False Dawn, s. 17) Kendi toplumlarını küçük, sıkıcı ve banal bulan Avrupalı aydınlar, bu kolonyal genişlik fikri üzerinden kendilerine yeni düşünsel fetih alanları açma imkânına sahip oluyorlardı. İngiliz sömürgesi Hindistan ve Fransız kolonisi Afrika, Avrupa aklının ve medeniyetinin geri, yabanî fakat bir o kadar da çekici ve esrârengiz Doğu toplumlarına sunulması ve denenmesi için bir fırsat demekti. Avrupa’nın sömürgeleştirdiği bu koloniler olmadan Avrupa düşüncesi, medeniyeti, aklı ve estetiği elbette eksik kalırdı. Sömürgecilik, modern Avrupa’nın kendini gerçekleştirmek için ihtiyaç duyduğu bir kaynaktı. Sömürgeleştirilmiş öteki üzerinden kurulan muhayyel kimlikler, Avrupalı aydınların kendilerini daha iyi ve daha üstün hissetmelerine de katkı sağlıyordu. Avrupalı milletlerin kendi aralarında gözetmek durumunda oldukları eşitlik ilkesi, Batılı olmayan toplumlar için geçerli değildi. Üstün olanın, aşağı ve geri olana ikramda bulunması, üstünlük ve âlicenaplık hissinin en somut göstergesiydi.

Doğu’nun romantize edilmesi de bu zihnî sürecin sonuçlarından biridir. Genel anlamda Batılı olmayan toplumları ifade eden Doğu kavramı, zamanla farklı coğrafî anlamlar kazanmıştır. Bazen Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu ifade ederken bazen Çin ve Uzak Doğu’yu işaret etmiştir. Bu toplumlar arasındaki büyük tarihî, dinî ve kültürel farklılıklar, asimile edici Doğu kavramıyla birlikte ortadan kalkar. Doğu, olduğundan daha romantik, egzotik, mistik ve fantastik gösterilir zira gerçek ve sıradan bir Doğu’nun Batı muhayyilesi için bir cazibesi yoktur. Medenîleştirilmesi, bunun için de sömürgeleştirilmesi gereken Doğu, Batı’da olmayan birtakım özelliklere sahip olmalıdır. Fakat bu özellikler, Doğu’nun daha aşağı, geri ve ilkel olduğunu teyid etmelidir. Bu yüzden yüzlerce yıllık bir metafizik ve matematik geleneğine sahip olan Hint düşüncesinde öne çıkarılması gereken şey, bilimsel ve felsefî çalışmalar değil, mitolojidir. Hint mitolojisi ve halk dinî, Hindistan coğrafyasının ne kadar akıldan uzak ve geri olduğunu teyid etmek için elverişli bir araçtır. Oysa Yunan mitolojisi, en az Hint mitolojisi kadar ve belki de ondan daha karmaşık bir yapıya ve uzun tarihe sahiptir. Fakat kimse Yunan mitolojisini bir akıl-dışılık ve geri kalmışlık göstergesi olarak ele almaz. Bu gelenekler ancak Doğu’da, Batılı olmayan toplumlarda karşımıza çıkan akıl ve medeniyet-öncesi ilkel inanış biçimleridir. Bu iddianın 19. yüzyıldaki işlevi ise Hindistan’da İngiliz sömürgeciliğine meşruiyet sağlamaktır. Aynı şey Avrupa’nın Afrika, Orta-doğu ve Asya toplumlarına bakışı için de geçerlidir.

Siyasî alanda Doğu despotik, baskıcı, kapalı, gerici vs. gösterilmelidir ki, aydınlanmış medenî Avrupa’nın emperyalist müdahalesi meşru ve anlamlı hale gelsin. (…)

“Batı ayakta durduğu sürece müstemlekeciliğin yeri sağlamdır.”

 

İsmet Özel‘in ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında DOST VE KOMŞU başlığıyla çıkan yazısının (istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?ld=2 …) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

Komünist Bulgaristan’ın başbakanlarından veya dış işleri bakanlarından birisi Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında Türk ahlâkının yüceliğine işaret kastıyla dost ve komşu kelimelerinin Bulgarca karşılığı bulunmasına rağmen Bulgar halkının bu iki kelimeyi Türk dilinde telaffuz etmeği tercih ettiklerini söylemişti. Yani Türkler hâkimiyetleri altına aldıkları topraklarda ahlâki tecrübeleri itibariyle dikkat çekmişlerdir.

Balkanlarda Türklük yiyip içmeği, oturup kalkmağı bilmenin işareti sayılmıştır.

İki kavram var ki, çağlar boyunca insanları bir hizada tutma işinde başrolü oynamıştır: Bunlardan ilki otoritedir. Kelime Latinceden gelir. Eski dilde sulta, yeni dilde yetke olarak bilinir. Emretme gücünün, siyasi veya idari ceberutluğun bir adıdır. İkinci kavram da anlam bakımından birincisine yakındır: Hegemonya. Bu ise kökü Yunanca’da bulunan bir kelimedir. Anlam olarak her ne kadar bir devletin diğeri üzerindeki ezici üstünlüğünü dile getirse de beşeri münâsebetlerimizi kazâsız belâsız yürütebilmemiz için farkına varsak da varmasak da boyun eğdiğimiz usûlleri ve tavırları kapsar. Menşeini Antik çağda bulan Batı medeniyeti zikrettiğim iki kavrmın zihnimizde menfi çağrışımlar doğurmasına sebep olmuştur. Batılı beşeriyet içinde makbul bir alana kavuşmak için hürriyeti aramak ve bulmağa yüksek bir yer tahsis etmiştir. Ne otoriteye boyun eğilmesini memnuniyetle yad eder, ne de bir gücün hegemonyası altında bulunmak isteriz.

“Üç Zor Meselenin Dibacesi”

 

İsmet Özel‘in ÜÇ ZOR MESELE Teknik-Medeniyet-Yabancılaşma (TİYO : 2, İsmet Özel Kitapları: 2 Eylül 2014 II. Baskı TİYO Yayıncılık’tan I. Baskı: İstanbul, Şubat 2014 Yeni Edisyon 2. Baskı TİYO ) kitabının, bu yazının da başlığını alıntı olarak teşkil eden başlıklı bölümünden (s.11-20) yapacağım bazı alıntılamalar bu yazının ilk bölümünü oluşturacak. Ondan sonraki bölüm ise kitabın “Her Türlü Medeniyete Karşı” başlıklı bölümünden (s.227-229) yaptığım bazı altılamalardan oluşuyor.

ÜÇ KULHÜVALLAHÜ BİR ELHAM ÜÇ ZOR MESELENİN DİBACESİ

“Bir girişim adına kendi canına kıymağa kalkışan insanın hazin gayesi iç burkucu. Bu kişi nerede, hangi çağda yaşamış ve kimin nesi olursa olsun onun gayesine ulaşamadığı -yani herhangi birinin intihara teşebbüsü- bizi az veya çok tesir altında bırakacaktır. İçimizde bir şeylerin yerlerini değiştirdiklerini hissedeceğiz. Öyle sanıyorum. Öyle sanmak istiyorum. İnsanlığına müracaat edebileceğimiz bir biz olduğuna inanmak istiyorum. Hele ki, okumağa niyetlendiğiniz satırların benim akım kalmış teşebbüsümü nakletmeğe yaramasını bilhassa istiyorum.”