Temmuz 2024 Posts

“İbn Arabî’yi Niçin Severim”

 

Prof. Dr. İsmail Kara‘nın “TÜRKİYE’DE İSLÂMCILIK DÜŞÜNCESİ 2 Metinler Kişiler İlaveli 4. Baskı dergâh yayınları” kitabının İBN ARABÎ’Yİ NİÇİN SEVERİM başlıklı Mehmed Ali Aynî’nin Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim, s.47-53 (1341-1339). yazısından yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

İnsan

İbn Arabî Fusûs‘unda ilâhî hikmet’i Âdemî kelimeye tahsis ediyor. Niçin? Zira mahlukat içinde en son yaratılmış olan Âdem’dir. Jeoloji ( arz ilmî) haber veriyor ki dünyada başlangıçta hayat yoktu. Hayat belirtileri görülmeye başladığı zaman, önce basit bazı bitkiler, bitkilerin türleri yetiştikten sonra hayvanların en basiti ortaya çıkmış; yani kolsuz, ayaksız, gözsüz, midesiz bazı şeyler. Bir tarih-i tabiî müzesine girince mahlukat silsilesinde basitten mürekkebe, nakıstan mükemmele doğru olan seyir ve terakkî pek bâriz bir şekilde görülür. Bu pek uzun tekâmül devirleri içinde nihayet zamanı gelince ve muhit, gerekli ve müsâit şartları elde edince insan ortaya çıkmış. Yani iradeli hareket eden, hisseden, olayların sebeplerini düşünerek tabiatın kanunlarını keşf edebilen mahlûk, varlık alanına çıktı. Fakat o ana kadar cansızlar, bitkiler ve hayvanlar hepsi tabiatın zebunu (zayıf, güçsüz, âciz) ve mağlubu oldukları halde onlardan pek bâriz bir derecede seçkin olan bu yeni mahluk (insan) derhal tabiata tasarrufa başlamış. Toprağı işlemeye, hayvanları zaptetmeye ve emri altına almaya; suları, rüzgârları, ateşi ve daha nice tabiat kuvvetlerini kendi emri altında istihdam etmeye, muhtelif eşyayı bir araya getirerek yeni yeni cisimler meydana getirmeğe muvaffak olmuştur. Bu muvaffakiyetin hududunun olmadığına, bugün binlerce kilometre mesafeden, arada hissî ve maddî diyebileceğimiz vasıta olmaksızın fikir alışverişi ve konuşma yapmanın gerçekleşmesi yeterli delildir.

Üzeyrî Kelimede içkin olan ‘Kaderî Hikmet’ hakkında bilgi

 

“Yani Hak ahadî zâtında içkin olan bi’l-cümle (toptan) ilâhî sıfatlarının ve isimlerinin kuvveden (potansiyelden) fiile zuhûrunu murâd eyledikde, rahmânî nefes ile, o isimlerin zuhur yerlerinin (mazharlarının) sûretleri ilâhî ilimde peydâ (açıkta) ve herbirerleri ilmen belirmiş olup, birbirinden mümtâz (seçkin) oldular. Ve ilâhî isimlerden her birinin isti’dâdı (kapasitesi) ve hâssıyyeti (etkisi) ne ise, o sûretlerin her biri de tâbi olduğu ismin isti’dâd ve hâssıyyetini taşıyan oldu. Ve o eşyâ (şeyler), saâdet ve şakavetten, îman ve küfürden, ikbâl ve idbârdan (tâlihlilik ve tâlihsizlikden), kemâl (olgunluk) ve noksandan ve diğer hâller ve gereklerinden ilâhî ilimde ne sûret üzerine belirmiş oldular ve Hak onları ne sûret üzerine bildi ise, onlar hakkında ol vech ile (o tarz ile) hükm eyledi. Demek ki Hakk’ın bilinen şeyler üzerindeki hükmü, o şeyler zâtî istidâdlariyle Hakk’a ne vermiş iseler, o verdikleri ilmin haddi üzeredir. İşte kazâ budur ; ve bu hükümde tevkît (vakitlendirme) yoktur. Zîrâ bu hüküm, Hakk’ın zâtının aynı olan ilâhî ilimde nefisleriyle ma’dûm (yok ) olan şeyler üzerinedir. O mertebede ise zaman ve mekân yoktur.

Vücûd (Varlık) Mertebeleri

 

Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi‘nin II. cildinin sunumunda, mertebeleri ayniyet ve gayriyet bakımından ele almış ve yedi mertebeden kısaca bahsetmiştik. Burada ise gölge âlem anlayışı ile ilgili görünen bazı yönlerine temâs edeceğiz. (…)

“Vücûd (Varlık) birdir; fakat büründüğü örtüler muhtelif ve pek çoktur. Bu vücûd bütün mevcutlarının hakikati ve bâtınıdır. Bütün kâinât, hattâ bir zerre bile bu vücûd dan hâlî (ayrı/boş) değildir. Başka bir ifadeyle bütün mertebelerde zuhûr eden Hakk’ın bir olan varlığıdır. Mevcut varlıkların hakîkat ve bâtını(zâhir’in zıddı) bu vücûddur. Varlık sâhasına çıkmış her mevcutta, hattâ bir zerrede bile bu vücûdsârîdir (bulaşıcıdır). Cisimler âlemindeki her varlık zâhir olduğu şehâdet âleminden önceki mertebeleri potansiyel olarak kendi hakîkat ve bâtınında taşımaktadır. Bütün mevcûdât bir olan mutlak vücûdun mertebe mertebe inmesi sonucunda zuhûra gelmiştir.

Zât Hakkında bilgi (İnsân-ı Kâmil isimli eserden)

 

Müellifi Abdülkerim el-Cîlî, mütercimi Abdülaziz Mecdi Tolun, Yayına Hazırlayanları merhûm Yrd.Doç.Dr. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli, Abdullah Kartal olan, İZ Yayıncılık’tan 4. Baskısı 2015’te çıkmış bulunan eserin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Ey hakîkat talibi bil! Mutlak zât, esmâ (isimler) ve sıfâtın (sıfatların) varlıkta değil, belki taayyünde (belirmede) aslı ve dayanağı olan şeydir. Her isim yahut sıfat ki, bir şeye dayanmıştır, işte o şey Zâttır. İster Ankâ gibi yok, ister mevcûd olsun.

Mevcûd iki türlüdür: Biri sırf mevcûddur, o da Bârî Zât’dan (Yaratıcı Zât’dan) ibârettir; diğeri ademe (yokluğa) mülhak (katılmış) olan mevcûddur, bu da mahlûkâtın zâtından ibârettir. Mukaddes ve müteâlî (aşkın) olan Zât-ı Hakk’a gelince: O, kendinin ulu varlığı olan nefsinden ibârettir. Çünkü Zâtullah, kendi başına kâimdir. Hüviyetiyle isimlere ve sıfatlara müstahak olan o Zât’tır. Kendindeki her bir kudsî ma’nâ ile iktiza eden her sûretle sûretlenir.

Ey hakîkat tâlibi yine bil! Allah Teâlâ hazretlerinin Zâtı, ahadiyyet’in gaybıdır. (…) Zât-ı ilâhînin varlıkta ne münâsibi, ne mutâbıkı, ne münâfîsi (zıddı) vardır. Dolayısıyla, ıstılah (terim) açısından onun ma’nâsı için kelâm ve ifade yoktur. (…)”

İnsân-ı Kâmil Hakkında bilgi

 

Kâmil İnsân Hz. Muhammed’den (s.a.v.) ibârettir. Kâmil İnsan, Hakk’a ve halka mukâbildir. Şurasını da bil ki, bu bâb, bu kitapta mevcut olan bâblerın hepsinin özetidir. Belki kitabın başından sonuna kadar, ne kadar izâhât varsa, bunların hepsi bu bâbın (Altmışıncı Bâb) şerhidir. Bu hitâbı anla!

Şunu da bil ki; insanî tür ferdlerinden her ferd, bütün kemâliyle diğer insânî ferdin nüshasıdır. Birisinde bulunan şeyin, diğerinde de bulunması zorunludur. Eli ayağı kesilmek veya ana rahminde bir ârızadan dolayı a’mâ olmak gibi arızalar bulunmadıkça, anılan düstûra muhâlif insan bulunmaz. Anlatıldığı üzere ârıza bulunmadığı takdirde, insan ferdlerinden iki insânî ferd yekdiğerine mukabil birer âyinedir. Birinci ayinede bulunan, ötekinde de bulunur. Şu kadar var ki, eşya, yâni mevcûdât bazı insanlarda potansiyel olarak, bazılarında bi’l-fiil mevcuttur. Eşyâ kendilerinde bi’l-fiil bulunan zevât, enbiyâ ve evliyâdan kâmil olanlardır. Bunlardaki kemâlde de yine tefâvüt (fark) vardır. Bazıları kâmil, bazıları ekmeldir. Varlık âleminde Hz. Muhammed kadar kemâliyle beliren başka bir kimse zuhûr etmemiştir. Hz. Muhammed’in kemâlâttaki ifrâdına ahlâkı, ahvâli, ef’âli (fiilleri), akvâli (sözleri) şâhid ve burhândır. Hz. Muhammed İnsân-ı Kâmildir. O’ndan başka kâmil olan enbiyâ ve evliyâ, kâmilin ekmele ve fâdılın efdâle erişmesi gibi, Hz. Muhammed’e mülhâktır (katılmıştır). Ben müellefâtımda İnsân-ı Kâmil lafzını söylediğim vakit, murâdım Hz. Muhammed’dir. Onun yüksek makam-ı a’lâ, en kâmil mahal esnâsına öyle riâyet etmek farz olunduğundan, maksadımın bu olacağında şüphe yoktur. Bununla birlikte, benim insan lafzı ile adlamamda mutlak İnsân-ı Kâmil makâmına işâretim ve tenbîhâtım da vardır. O tenbîhe âit ibârelerimin de Hz. Muhammed’den başkasına nisbet olunması câiz değildir. Çünkü ittifakla İnsân-ı Kâmil, O’dur. Mahlûkât ve mahlûkâtın Yaratıcısı katında Hz. Muhammed’e mahsûs olan faziletler bir kâmilde mevcut değildir. “ed-Dürretü’l-vâhide fi’l-lüccet-i’s-sâide” olarak adladığım âtideki kasideyi ben Hz. Muhammed hakkında söyledim.