Ağustos 2024 Posts

“Başa Dönebilmek İçin Sonuna Kadar Gittim”

 

İsmet Özel‘in TÜRKÜM DOĞRUYUM İNTİKAMIM ÜLKEMDİR kitabının (TİYO: 44, İsmet Özel Kitapları : 21, Aralık 2019 I.Baskı ) ilk bölümünden (başlığı alıntı olarak bu yazının da başlığı) yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Gençlik yıllarımdan bugüne birçok şey oldu ve olanların hiçbiri içime sinmedi.”

“Varlık gösterebilmişsek çocukluğumuza rağmen, ihtiyarlığımıza rağmen gösterebilmişizdir.”

“Kırk yaşıma kadar yazdığım şiirlerin ilki Kış. Dokuz yaşımda kıştan ancak bu kadarını anlardım. Daha sonra neler anlamalıydım? Bu satırları yazarken sonbaharı yaşıyorum. Yeni bir kış 75 yaşımda iken yine başımda. (…)”

Evrim Risalesi’nden (Ketebe/Ömer Türker Kitaplığı) bazı alıntılar

 

“Bu kitapta evrim teorisinin kapsamlı bir anlatısı hedeflenmediğinden tartışmayı mümkün kılacak şekilde icma edilen (toplanan) görüşler esas alınmıştır. Bu sebeple başlangıçta oldukça muhtasar (kısaltılmış) şekilde evrim teorisinin bir anlatısı verilmiş, ardından İslâm düşünce geleneklerinden hareketle teorinin temel iddialarının ayrıntılı bir tahliline geçilmiştir. Kitabın Türkiye’de hem genel olarak İslâm düşüncesinden hareketle çağdaş sorunları ele alma yolundaki araştırmacılara hem de özel olarak evrim teorisinin daha isabetli bir zeminde tartışılmasına katkı sağlamasını diliyorum. (…). (Ömer Türker’in kitaba ÖNSÖZ’ ünden)

“(…) Medeniyet kelimesi, bir arada yaşayan insanların karşılıklı ilişki içinde geliştirdikleri bütün olgulara işaret eder. Bu olguların gücü ve değeri, dayandıkları bilginin açıklama gücünden kaynaklanır. Dayandığı bilginin açıklama gücü bulunmadığına inanılan hiçbir medenî olgu varlığını idame ettiremez. (…) Bir yerde bilimsel bilgi yoksa orada kapsamlı ve ayrıntılı bir medenî hayat da kurulamamış demektir. Dolayısıyla medeniyetin tarihi gerçekte o medeniyetin kurumlarını inşa eden bilimler ile bu bilimlerin uygulamasını ifade eden tecrübenin tarihidir. (…)

İsmet Özel’in bazı yazılarından alıntıların oluşturduğu bir yazı

 

” Kapitalizmi paranın merkezde oluşuyla değil, paranın bizatihi merkez oluşuyla izah edebiliriz.” (MERKEZ VE MUHİT başlıklı yazısından)

“En büyük sermaye güdümüne aldığı ülkelerin nereye kadar büyüyeceğini tespit etmiştir. (…) Yirmibirinci Hıristiyan yüzyılında birikmiş sermayenin acelesi yoktur. Sermaye ne kadar çok biriktiyse işini o kadar toptan görür.” (aynı başlıklı yazıdan)

“Tuz Kokarsa Çaresi Ne?”

 

İsmet Özel‘in alıntı olarak bu yazının da başlığını teşkil eden başlık altındaki yazısının (İstiklalmarsidernegi. org. tr/ İsmetOzel?Id=2..) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Benim gençliğimin denk geldiği 60’lı yıllar sosyalist bakış açısına sahip kimseler Türkiye’nin meselelerinin hâl yoluna konması bahsi açılınca eleştirilerini “Et kokarsa tuzlanır; tuz kokarsa çaresi ne?” suali çerçevesinde yürütürlerdi. Yani onlara göre muvakkat çözümlerle bir yere varılamazdı. Köklü tedbirler alınmadıkça Türkiye’de zorlukları aşmanın bir yolu yoktu. “Sosyalist bakış açısına sahip kimseler” dedim; çünkü bu kimselere göre sıkıntı Gayri Safi Millî Hasılanın âdil dağıtılmayışından doğuyordu; dolayısıyla Türkiye’nin Batılılaşmasında bir yanlışlık yoktu. Yanlışlık aranıyorsa “tepeden inmecilikte” aranmalıydı. Yanlışlık Türk halkının başına önce fes, daha sonra fötr şapka takmasında değildi. Bunu yapmağa halkın zorlanması, icbar edilmesiydi. Ne olacaktı peki? Halk fes giymek, şapka takmak, Latin alfabesi kullanmak için yöneticileri sıkıştıracak, nümayiş mi yapacaktı? Etin kokmasını istemiyorsak onu tuzlamamız doğrudur. Ne var ki, Tuzun kokması gibi bir kavrama Türkçe konuşan her insan yabancıdır. (…) Düşünelim: Türkiye’nin tuzunun koktuğu ifade edildikten sonra yarım yüzyıldan fazla zaman geçti. Geçen bu son elli yılda Türkiye hiçbir köklü tedbirle karşı karşıya gelmedi. Yüzeyde kalan tedbirlerle vakit geçiriyoruz. “Yüzeyde kalan tedbir” ifadesi de yerine oturmuyor. İşin içinde her gün biraz daha derine uzanan bir yanlışlık var. Yanlışlık Türk hâkimiyeti altındaymış gibi görünen topraklarda Dünya sistemine intibakın hızlanmasıdır. Büyük şehirler gökdelenlerden geçilmiyor. Trenlerin değil, otomobillerin geçmesi için tüneller açılıyor. Uyuşturucu ticareti ve ustalıklı veya ustalıksız her türlü dolandırıcılık almış başını gidiyor. İş kazaları ve tabiî âfetlerin önünün alınamayışı da acınacak durumun vahametini artırıyor. Bütün bunlar niçin? Bütün bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yabancı tehdit karşısında çaresiz kalması ve teklif edilen her türlü çözümu kabullenmesi için.

“Şiirle Ve Şiirden”

 

İsmet Özel‘in PERGELİN YAZMAZ SİVRİ UCU isimli kitabının (TİYO :54, 1.Baskı: Ağustos 2021) ŞİİRLE Ve ŞİİRDEN başlıklı yazısından (s. 287-291) yer yer yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

” Türk edebiyatının macerası gereğince bana ve yaşça bana yakın olanlara bir isim bulmak söz konusu olduğunda “LX Kuşağı” demek bazılarının hoşuna gitti. Keşke hoşa gittiği kadar gerçeğe de yakın olsaydı. Bizler, yani 60 Kuşağı olduğu söylenenler Alman üniversitelerinde patlak verip Paris’in çalkalanmasına sebep olan devrimci dalgadan muhteva itibariyle hiç etkilenmedik. Üzerimizdeki etki her iki dünya savaşının gâlipleri tarafından parlatılan etkiydi. Anglo-Amerikan şiirinin ve bilhassa T.S.Eliot ve Ezra Pound gibi modern şiirde devleşmeleri görünenlerin etkisi altındaydık. İyi ki de öyle olmuştu. Şiirin dayanağını akıl dışı bir sahada aramakla kalmayıp onu orada bulmak şair olarak elimizi kolumuzu serbest bırakmıştı. T.S.Eliot’un benim nefret etmek için yirmi sebep bulduğum Keynes’i öven yazıları vardı. Ezra Pound söylendiğine göre yetersiz Yunancası ve belki de daha yetersiz Latincesiyle tercümeler yapmıştı. Çincesi Robert Graves’in Çince bildiği farzedilen oğlunu güldürecek seviyedeydi. Bütün bunlara rağmen şiirle doğan ve şiirden alınacak etki konusunda bu iki şairin segiledikleri Batılı yazış alışkanlıkları düşünülünce eşsiz şeylerdi. (…) Türkiye’de edebiyatın nasıl devam edebileceğine kafa yoranların halleri çok değişikti. İkinci Yeni şairlerin elinde bir Türkçe bulunduğuna dair bilinci yüceltmişti. “Birinci Yeni” adına hiç ihtiyaç duymamış şairlerin ikisi bu yeni şiirin şampiyonluğuna özeniyorlardı. İkinci Yeni’nin doğum yılları Türk aydını denilen fertlerin yalnızlık şiddeti altında bulunduğu yıllardı. Turgut Uyar bir gün bana: “Ne farkı var benim yazdıklarımla Sezai Karakoç’un yazdıkları arasında?” demek durumunda kalmıştı. Gerçekte her ikisi bambaşka tellerden çaldıkları için aradaki fark günden güne keskinleşti. Şiirin yeniden tanımına her günkünden daha büyük ihtiyaç da’nınuyuldu. Türkçe Arapçanın, Farsçanın, Yunancanın, Ermenicenin, Kürtçenin ve Batı dillerinin zemine serdiği kavrayış tarzı üzerine takılar, sıfatlar, edatlar üzerinden öyle bir imkânlar silsilesinin haberini veriyordu ki bunu dünyadaki herhangi bir dille yapmak mümkün değildi. Türkçe yazılan şiirin imkânları dünyada niçin yankılanmadı? Türklerin ellerinde ne tuttuğu Hıristiyan XI. asrından itibaren kasıtlı olarak görmezlikten gelinir. Türkler herhangi bir vasıfları esas alınarak hesaba katılacak olursa Türk topraklarının yerküre üzerindeki vazgeçilmezliğine alan açılacaktır. Bu alan niçin açılmak istenmez? Çünkü açılırsa İslâm’ın Yahudi Messianizminin veya ihanetle temayüz etmiş Hıristiyan Patriği yakıştırmasının uzantısı olmadığı açıkça görülecekti. Üzerinde el çabukluğu gösterilmiş bu iki din karşısında İslâm söyleminin kaçınılmazlığı gayr-i Müslim akıl üzerinde varlık kazanacaktı. Türkçenin bir şekilde en sağlıklı dil tecrübesi olmadığına ve bilakis hastalıklı olduğuna inanmak ve inandırmak İslâm düşmanlığının en esaslı kısmıdır.