İsmet Özel‘in PERGELİN YAZMAZ SİVRİ UCU kitabının (TİYO : 54, 1. Baskı, İsmet Özel Kitapları : 22) ilk bölümünden yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“Modernlik dünyada bulunup bulunmadığımız hususunda şüpheye düşmemizle başlar. Modern düşüncenin fitilini ateşleyen Descartes şüpheyi ortadan kaldıran kişinin adı olarak bilinir. Onun verdiği cogito ergo sum hükmü hayatımızı müşahhas (somut) hale getirdi. Müşahhas demek şahıs haline girmiş demek. Descartes’la birlikte şahıs ortaya çıkmakla kalmadı; onun en dikkate değer kimse olduğu fikri herkese hâkim oldu. Nitekim Descartes’ın fikirlerinin optik alanındaki çalışmalara getirdiği verimlilik dikkat çekiciydi. Modern olmaktan kaçamaz olduk. Çünkü bu yeni felsefenin gölgesinde bakan hep biri vardı. Fert olarak biz mi idik, yoksa başka biri mi? Kim olursa olsun bu bakan kimsenin görüp görmediği, gördüğü şeyin dikkati hak edip etmediği heyecan verici bir meşguliyet haline geldi. Modernliğin hakikatin üstüne kara bir gölge saldığı yaklaşımı çok havalı felsefeleri doğurdu. Bakan şahsın eline-karşısına birden fazla tablo geçmişti. Bu tabloların en ilgincinin ne bitkilerden biri olduğunu söyleyebiliriz, ne de yıldızlardan biri olduğunu. Botaniğin ve Astronominin bilimin geçerli sayılması hususunu ayakta tuttuğu bârizdir. Bu zaman içinde en ilginç tabloyu insanda bulmanın modernliğine vardı. Kendimiz hepimize ilginç geldi.
İnsan hakkında konuşanın yine bir insan olduğunu gözden kaçırarak atın et, itin ot yiyeceğini tabiî karşılarız. Oysa insanın insanı tanımlama girişimi onun insan-üstü bir yere özenmesinin uzantısıdır. Kendi kapasitesinin tanımını yaptığı şeyi aştığını düşünmeyen o tanımı göze alamaz. Albert Einstein’ın ve Sigmund Freud’un savaş üzerinde ne sebeple bir tartışma yürüttüğüne akıl yorarsak her ikisinin de Yahudiliklerine güvenerek birbirlerine söz geçirmeğe çalıştığını görürüz. Eğer tam Yahudi olmak ve öyle kalmak istiyorsanız kalbinizde yaratılmışlaetinde derın Yaratıcıdan bir parça olduğuna dair inancın yerleştiği günü bekleyiniz. Hıristiyanlık her konuda olduğu gibi yaratıcı ve yaratılmış münasebetinde de Yahudiliği yaya bırakmıştır. Bir lokma ekmek, bir yudum şarapla Tanrı olursunuz. Dolayısıyla modernlik gereği insanın teşekkülü konusunda Yahudilerden ve Hıristiyanlardan bilgi almaktan daha tabii bir şey yoktur. Onlar meslekleri itibariyle ne kadar eksikleri, gedikleri olsa da yaratmanın tekelini ellerinde tutar.
Biz Müslümanlar ise kulluğu öne çıkardığımız için onlar gibi değiliz. Biz kendimizi hasmımıza beğendirmekten uzak tuttuğumuz nispette böyleyiz. Böyleyiz de nasılız? Müslüman olarak yıllar, yüzyıllar içinde aldığımız şekil içimizi burkuyor. Bir şahıs olarak bildiğimiz yerküre sathında yaratıcılık oyunu oynamaktan geri duruşumuz bizi her çağda dünya nimetleri karşısında çaresiz bıraktı. Cazibelerini dünya sevgisine borçlu olanları görmezden mi geleceğiz, yoksa onların sihrine kapılmaktan zevk mi alacağız? Bu sualin cevabı yerküre üzerinde Türk düzeninin ne birine, ne de diğerine yüz vermesiyle hayat buluşunda saklıdır. Ketum bir yolla hayatımızı sardığı için Allah’ın kulu olmakla kazandığımız rütbe her iki dünyada da huzur verdi bize. İyi mi oldu? Bu huzurun kıymetini bilenler topluluğu haline gelmedik. Kur’an toplumu olarak, şu veya bu sebeple kadim dünyanın en gıpta edilen ülkesi iken kısır tohumların sıkı muhafızı olduk. Modernleşmemiz modernlik boyunduruğuna razı oluşumuzun türevidir. Gitmemiz gereken yere gitmedik. Dünyada üstünlüğün mümessili iken gitmemiz gereken bir yer olup olmadığından emin değildik. Bize en dindar görünenimiz Allah’a hesap vermeği en öne alanımızdı. Roma’yı ele geçirme fikri II. Mehmet ile toprağa gömüldü. Her şey olacağına varır görüşü bizi hâlâ vurdumduymaz konumda tutuyor. Osmanlı İmparatorluğunun topraklarını elden çıkarma hususunda gevşeklik arz etmedik; ama dolap öyle bir dolap ki, kâfirler nereye gitmemizde mahzur görmedilerse oraya gittik. İslâm düşmanlarının başımıza geçmeleri dünya hayatının cilvelerinden biri imiş gibi algılandı. Müslümanlığa tasallut edenlere mevki, makam, koltuk tahsis ettik.
Bunda bir hata bulmadığımız için tekrar etmekten zevk alıyoruz. İki yüz yıldır fırsat kollayan Vahhabi kuvvetleri 1916ncı Hıristiyan yılında Mekke’yi (dolayısıyla Kâbe’yi) ele geçirdi. Nasıl yaptılar bunu? Modernlik hem ideal, hem pratik olarak rakipsizdi ve bu rakipsizlik Vahhabi savaşçıların mühimmatıydı. Hıristiyan takviminin 1916ncı yılından sonra Hac farz olmaktan çıktı mı? Bu sualin Müslümanlar arasında geçerli olmasını önleyen kim? Kur’an düşmanı Vahhabilik İslâm topraklarında Kur’an düşmanlığının el üstünde tutulduğu güne kadar ciddiye alınacak varlık gösteremedi. Daha da ötede: Ölçüleri kaybolmuş âlemde kime ne yaptığı için Müslüman diyecektik? Bunlar çetrefil ve içinden çıkilmaz suallerdir deyip yan çizmeyin. Sıraladıklarım akıl vadisindeki en parlak suallerdir. İçinden en kolay çıkma ihtimali olan sualler karşısında tuhaflaştık ve artık biz XXI. Hıristiyan asrına mensup insanların ahireti seçme temayülüne (eğilimine) ters bakıyoruz. Oysa küfrün ağababaları “XXI. asrın Haçlı Seferi” tabirine müracaattan geri durmuyor. Her ne sebeptense bütün canlılar gibi insanın da tabiatı olduğuna derinden inanmışız. Yoksa bir sihrin etkisiyle inandırılmış mıyız? Eğer insan tabiatı vardır deme eğiliminde isek insanlık tarihini ve özellikle İslâm tarihini yok saymağa meylederiz. Eğilimimizin bizi bir yere götürmesini bekledik, bekliyoruz, bekleyeceğiz.