Mevâidü’l irfân (Birinci Baskı: Aralık, 2023; Çeviren: Soner Eraslan, fikriyat
“Niyâzî bir kere Rodos’a, iki kere de Limni’ye gönderilerek 1674-1694 yılları arasında yaklaşık on altı yıl boyunca sürgün hayatına mahkûm edilir. Hayatının son demlerini Limni’de sürgünde geçiren Mısrî, burada 1105/1694 yılında vefat etmiştir. (…)
“Mevâidü’l-irfân, Arapça -altmış sekizinci sofra hariç- kaleme alınmış olup Niyâzî-i Mısrî’nin vefat ettiği yıl tamamladığı son eseridir. Yetmiş bir sofradan / başlıktan müteşekkil olan eser, Mısrî’nin bireysel yaşantısına, zihinsel dönüşümüne ve tasavvuf anlayışına ışık tutarak nispeten otobiyografik türde telif edilmiştir. Sözgelimi eğitim hayatını, seyahatlerini, devlet erkânı, hocaları ve şeyhleri ile olan münasebetlerini anlatarak kişisel yaşantısı hakkında bilgi vermektedir. (…) Eserin yansıttıklarına bakıldığında Mısrî’nin Ekberî gelenekten etkilendiği görülmektedir. (…) Ayrıca yazar Mevâidü’l-irfân’ın birçok yerinde İbnü’l-Arabî ve Sadreddin Konevî’ye atıflarda bulunmuş ve eserlerinden iktibaslar serdetmiştir. (…)
Eser ilk olarak Süleyman Ateş tarafından 1971 Türkçeye tercüme edilmiştir. 2014 yılında ise Arapçası ile birlikte neşredilmiş fakat Türkçe kısmına neredeyse hiçbir müdahalede bulunulmadığı tespit edilmiştir. (…) Biz ise Mevâidü’l-irfân’ı tercüme ederken bazı nüshalardan (Niyazî-i Mısrî Mehmed b.Ali Çelebî el Malatî, Mevâidü’l irfân, (İstanbul: İBB Atatürk Kitaplığı, OE Yz O261); Niyazî-i Mısrî, Mevâidü’l-irfân (İstanbul: Selim Ağa Kütüphanesi, Hüdâi Efendi, 587). İlgili yazmaları karşılaştırarak herhangi bir nüshada eksik olduğunu tespit ettiğimiz yerlerde dipnotlarla durumu belirttik. (…) Ayrıca Süleyman Ateş’in tercümesinde karşılaştığımız -muhtemelen nüshadan kaynaklanan eksikliklere de işaret ettik. Bunun yanında Niyâzî’nin Mevâidü’l-irfân’ı kaleme alırken adını verdiği yahut sadece metnini alıntıladığı eserleri tespit ettik ve ilgili kaynakları dipnotlarla sunduk, îrâd ettiği hadislerin de tahrîcini yaptık.
Tercümenin hazırlanma sürecınde ve hattâ öncesinde birçok kişinin yardımı dokundu. Bunlardan ilki aynı zamanda danışman hocam olan Prof.Dr. Ekrem Demirli’dir. Zira bu eseri tercümem hususundaki teşvikleri olmasaydı muvaffak olamazdım. Ayrıca Arapça tahsilimde tecrübeleriyle bana yol gösteren Dârü’l-marife kurumuna ve hocalarıma da şükranlarımı sunarım. Yazma nüshaların okunmasındaki desteklerinden dolayı Müyesser Ballûl, Muhammed Şahin ve Yakup Dalmızrak’a; metnin son okumasını yapan Şüheda Kaya ve Faruk Emin Önügören’e de müteşekkirim. Ve Fikriyat Yayınları ailesine teşekkürlerimi arz ederim. Soner ERASLAN
“Fakirliğin kemali, varlığın Allah’tan başkasından büsbütün çekilip çıkarılmasıdır.”
Fütûhât-ı Mekkiyye’den bir beyit: Rabb haktır ve kul da haktır Keşke mükellefin kim olduğunu bilebilsem! “Kuldur” dersen o ölüdür, “Rabb’dir” dersen O nasıl mükellef olabilir ki! Buradan “Fakirlik iki dünyada yüz karalığıdır.” sözünün manası ortaya çıkıyor. (Bu sözdeki yüz) karalığı yokluk olarak tabir edilir. Yani dünya ve âhiret esas itibariyle yokluktur. (…) Zira varlık, hakikatte sadece Allah’a ait iken dünya ve âhiret için mecazen kullanılır. Hz. Peygamber’in “Nefsini bilen Rabbini bilir.” Hadisi bu anlama gelir. Nefsini bilen kişi, onun herhangi bir varlığının olmadığını bilir. Ondaki varlık Rabbe aittir. Böylece kendisinin hüviyet olarak Rab, mutlak şahsiyet olarak nefs olduğunu bilir. Yahut şöyle dersin: “O, hakikat bakımından Rabbdır ve taayyün (belirme) itibariyle nefstir.” (Birinci Sofra’dan)
“Hz. Peygamber’in “Fakirlik, neredeyse küfr olacaktı.” hadisine gelince, bu kurb-i nevâfilin (nâfile ibadetlerle Allah’a yakınlaşmanın) neticesidir. Benim bütün söylediklerim ise kurb-i ferâizin (farz ibadetlerle Allah’a yakınlaşmanın) neticesidir. “Allah hakkı söyler ve doğru yolu gösterir.” (33/4)