Ağustos 2024 Posts

“Türkiye’de İlahiyatların ve İlahiyatçılığın Sorunları”

 

“(…) İlk olarak askerî ve teknik alanda başlayan, ardından diğer alanlara sirayet eden kurumsal dönüşümler, klasik dönemde yüksek bilgiyi temsil eden medreselerin zamanla işlevini kaybetmesi, nihayet Cumhuriyet’le birlikte kapatılmasıyla neticelenmiştir. Bu süreç, bekleneceği üzere ciddî sorunları da beraberinde getirmiştir. Zira cebir, analitik geometri, kalkülüs, mekanik ve fizik gibi alanlarda bile Batı’daki yeni gelişmelerin 18. yüzyılın başında hatta astronomi gibi kimi alanlarda 17. yüzyılın son çeyreğinde farkına varıldıktan sonra Batı biliminin aktarılıp kurumsallaştırılması, iki yüz yılı aşkın bir zaman almıştır. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Batı tipi üniversite kurma çabaları hız kazanmış, bu amaçla 1869’da irade-i seniyye (padişah emri / buyruğu) ile kurulan Dârülfünûn-i Osmanî 1870’te eğitime başlayıp 1873’e kadar üç yıl sürmüş, Cemaleddin Afgânî’nin bir konuşmasında peygamberliği sanat türleri arasında sayması nedeniyle çıkan itiraz ve tartışmalar üzerine kapatılmıştır. Bu kurumun müfredatında edebiyat,hukuk, genel tarih, fizik, coğrafya, matematik, mantık, fransızca, resim dersleri bulunmaktadır. Yine 1874’te bu kez Dârülfünûn-i Sultânî adıyla yeniden Batı tipi bir üniversite kurulmuştur. Bu da bilindiği kadarıyla 1881 yılına kadar devam edebilmiştir. Nihayet 1900’de Dârül-fünûn-i Şâhâne adıyla kelimenin hakîkî anlamıyla Batı tipi bir üniversite kurulmuştur. Başlangıçta edebiyat ve felsefe, matematik ve fiziern bir üniversite olarakk, ilahiyat (Ulûm-i Âliye-i Dîniyye), hukuk ve tıp (son ikisi resmî olarak bağlı değildir, tabii kolları arasında sayılmıştır) olmak üzere beş şubeli modern bir üniversite olarak tasarlanan kurum, İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla İstanbul Darülfünûn adını almış, hukuk ve tıbbı da resmî olarak bünyesine katıp resmen beş şubeli bir üniversiteye dönüşmüştür. (…) 1914’te medreselerin ıslahı projesi kapsamında İstanbul’daki medreseler, Dârü’l- hilâfeti’l-aliyye adıyla tek medrese haline getirilmiştir. (…) Medreselerin 1924’te kapatılmasıyla bu kurum da kapatılmış ama 1925’te İstanbul Dârülfünûn çatısı altında bir İlahiyat fakültesi açılmıştır. İstanbul Dârülfünûn’unun 1933 yılında İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülmesiyle çeşitli gerekçelerle İlahiyat fakültesi kapatılmıştır. (bkz. Ekmeleddin İhsanoğlu, “Dârülfünûn”, TDV İslâm Ansiklopedisi). Böylece yükseköğretimde edebiyat ve tarih bölümleri ile İslâm medeniyetine dair tarihsel araştırmalar yapan ve öğrencisi olmayan İslâm Tetkikleri Enstitüsü dışında 1933’ten 1949’a kadar klasik İslâm mirasını teorik ve pratik yönleriyle anlama ve yorumlama becerisi kazandırmaya tahsis edilen hiçbir fakülte veya bölüm kalmamıştır. (…) Batı Avrupa’da geliştirilen kurumsal yapı ve muhtevaya uyumlu olması için ilk öğretimden doktora seviyesine kadar tüm eğitimve öğretim kademeleri yeniden kurulmuş, klasik döneme ait muhtevadan tamamen arındırılması için de Osmanlı’dan itibaren benimsenen ve Cumhuriyetle iyice keskinleşen yeni resmî ideolojinin kurumsal yapıları şekillendirmesiyle yetinilmemiş, alfabe devrimi de yapılarak fiilen okullardan mezun olan öğrencilerin klasik bilimler geleneğiyle irtibat kurmasının önü kapanmıştır. Klasik felsefî ve şer’î bilimlere yönelik ilgisiz, dışlayıcı ve küçümseyici bir tavır, resmî ideolojinin temel öğretisi haline gelmiştir. (…) Yeni eğitim kurumlarının yanı sıra artık açıklama gücüne sahip bilimsel bilgiyi temsil etmek salahiyetini kaybeden medreselerin faaliyetine devam etmesi, Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar klasik aklî ve şer’î bilimlerinin yeni eğitim sistemindeki yerinin belirginleştirilmesini de zorlaştırmış hatta medreselerin kısmen ilgisizliğe terk edilmesine sebep olmuş görünmektedir. Kuşkusuz dönemin düşünür ve âlimlerinin dönüşümün fikrî seviyede nasıl gerçekleşeceği hususunda kayda değer tartışma, teklif ve teşebbüsleri olmuştur. (…) Babanzâde Ahmed Naim gibi düşünürlerin süreci yönetmeyi sağlayacak adımlar attığı görülür. İzmirli İsmail Hakkı’nın dinî inançlar alanındaki gelişmeleri, klasik kelamın duyarlılıklarıyla ele alma girişimi zikre değerdir. (…) Nihayet 1949’da Ankara Üniversitesi’ne bağlı İlahiyat Fakültesi kurulmuştur. 1959’da İmam- Hatip Okulları mezunlarını kabul eden dört yıllık İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü kurulmuş, bunu Konya (1962), Kayseri (1965), İzmir (1966), Erzurum (1969), Bursa (1975), Samsun (1976) Yüksek İslâm Enstitüleri ile Atatürk Üniversitesi İslamî İlimler Fakültesi (1971) izlemiştir. 1982’de ise tüm bunlar İlahiyat fakültelerine dönüştürülerek bulundukları illerin üniversitelerine bağlanmıştır. (bkz. Halis Ayhan, “İlahiyat Fakültesi”, TDV İslâm Ansiklopedisi).

“Üç İslâm Şehri: Mekke, Medine, Kudüs”

 

İBRAHİM KALIN‘ın BARBAR, MODERN, MEDENÎ –Medeniyet Üzerine Notlar– kitabının (İNSAN YAYINLARI: 705 İBRAHİM KALIN KİTAPLIĞI: 3 BİRİNCİ BASKI 2018) bu başlıklı bölümünden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Mekke, vahyin tarihe müdahalesinin mekânıdır. (…) Hz. Peygamber, bütün peygamberlerin taşıdığı mesajı getirmiştir ama O aynı zamanda hâtemü’l-enbiyâdır. İslam inanç sisteminde Mekke makamıdır. Şirke, puta tapmaya, zulme, haksızlığa, sınıf yapılarına, ırkçılığa, kavmiyetçiliğe ve insanın insana köle olmasına yani hayır dendiği yerdir.”

“Medine, illâ ile tamamlar. Neyin reddedilmesi gerektiğini öğreten vahiy, insanları boşlukta bırakmaz ve neye inanmaları gerektiğini söyler. Şirke karşı tevhid, küfre karşı iman, zulme karşı adâlet, haksızlığa karşı hukukun üstünlüğü, ırkçılığa karşı hukukta eşitlik ve takvada üstünlük, zihnî ve bedenî köleliğe karşı özgürlük Medine’de tebellür eder (billurlaşır); derinlik kazanır ve ete-kemiğe bürünür. Müstakbel İslâm medeniyetinin metafizik ve ahlâkî temelleri burada atılır. Kurulan, modern manâda bir ulus-devlet değil; akla, inanca, erdeme ve estetiğe dayalı bir medeniyet şehridir.

Kudüs’ten Kahire’ye, Semerkant’tan İstanbul’a, Kurtuba’dan Timbuktu’ya kadar daha sonra kurulacak bütün İslam şehirleri, bir ideal ve prototip olarak kendilerine Medine ruhunu örnek almışlardır. Eski adı Yesrib olan ve Hicretten sonra “Medînetü’n-Nebî” (Hz. Peygamber’in şehri) adını alan Medine, Hz. Peygamber ile özdeşleşmiştir. Mekke’yi çok sevmesine ve hayatının en zor yıllarını burada geçirmesine rağmen Hz. Peygamber’in fetihten sonra Medine’ye dönmesi ve burada defnedilmesi, Medine ile İslâm medeniyetinin sonraki yıllardaki inkişafı arasında sıkı bir bağ kurmuştur. Medine olmadan bir İslâm şehrinden ve medeniyetinden bahsetmek mümkün değildir.

“Hıristiyan 1936-39 yılları sırasında vuku bulan İspanyol İç Savaşı’nın şartları bugün ayniyle varit.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında YİNE YIKMAK, YİNE YAPMAK başlığıyla çıkan yazısının (istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=2 …) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Faşist İtalya’nın ve Nasyonal Sosyalist Almanya’nın hava kuvvetleri İspanyol cumhuriyetçilerinin yuvalandıkları Guernica, Almeria, Badajoz, Madrid, Barcelona, Valencia gibi şehirleri bombalıyordu. Bu olaylar iki savaş arasına sıkışıp kaldı demeyin, Hıristiyan 1936-39 yılları sırasında vuku bulan İspanyol İç Savaşı’nın şartları bugün ayniyle varit.” “Cumhuriyetçilerin hükümet kurmalarına karşı harekete geçen dört subaydan biri olan Franco’nun 1975’te ölümünden bir yıl sonra İspanyol kralı ABD’ye yaptığı ilk gezide Washington’la anlaşarak ülkesine geri döndü ve İspanya, bugün sayısı 17’ye baliğ olan federal devletlere bölünerek, Avrupa Birliği’nin bir üyesi olarak idame-i hayat ediyor (hayatını sürdürüyor). Basklar bağımsızlık iddialarını askıya aldılar ve sanki onların yerini Katolanlar sahiplenmiş görünüyor. İspanya ne birinci (1914-18) Cihan Harbi’ne, ne de ikincisine (1939-45) dâhil oldu. Hollanda da Birinci Cihan Harbi’ne girmedi. Rahat bırakılsaydı belki ikincisine de girmeyecekti. Nasyonal Sosyalist Almanlar Fransızların tahkim ettiği Maginot hattına hiç bulaşmadan Hollanda üzerinden geçip Fransa’yı işgal etti.

Halk Teorisi (Yoktan Yaratma)

 

Prof. Dr. Ömer Türker‘in Metafizik 1. Cildi’nde (Hazırlayan: Ömer Türker; Ketebe Yayınları İkinci Baskı, Mart 2023) Halk Teorisi (Yoktan Yaratma) başlıklı bölümden yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Bütün âlemin Tanrı tarafından mutlak yokluktan yaratıldığını dile getiren teoridir. Âlemin nasıl meydana geldiği sorusuna cevap olarak geliştirilmiştir. Dolayısıyla Tanrı- âlem ilişkisi sorununu çözmeyi amaçlar. Aynı zamanda yaratılışla ilgili âyet ve hadislerin de tefsiri işlevi görür. İslam düşünce geleneğinin bütün dönemlerinde en yaygın kabul edilen teoridir.” (Yazının ÖZ’ü anlamında)

Giriş: Halk kelimesi genel olarak bir şeyi yaratmak anlamına gelir. Fakat İslâm düşünürleri, yaratma olayının nasıl gerçekleştiği sorusunun cevabında kelimeye farklı anlamlar vermişlerdir. Bu cevaplar, düşünürlerin benimsediği metafizik ilkelere bağlı olarak değişiklik arzetmektedir. Başta Mu’tezile, Eş’arilik, Mâtürîdîlik olmak üzere bütün kelam ekolleri, âlemin Tanrı tarafından saf yokluktan çıkarıldığını ileri sürmüştür. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye (ö.638/1240) kadar sûfîlerin de bu yaratmayı saf yokluktan çıkarma olarak anladığı söylenebilir. Dolayısıyla İslam’ın birinci klasik çağında bütün dinî düşünce ekolleri, yoktan yaratma anlamında bir halk (yaratma) teorisi geliştirmiştir. Bu teori iki ilkeye dayanır. Birincisi, şeyler arasında zorunlu bir nedensel ilişki bulunmadığı ilkesidir. Bu ilkeye dayalı olarak kelamcılar, âlemde determinizm bulunduğunu reddetmiş ve bütün şeylerin (her şeyin) doğrudan Allah’a dayandığını iddia etmişlerdir. Mu’tezile’nin tevlid (doğurma, sebeb olma) teorisi ve kulun iradî fiillerinin kendisi tarafından yaratıldığı anlamında halk teorisi bu ilkenin genel kabule aykırı bir yorumu sayılabilir. İkinci ilke, Allah’ın muhtar kâdir olduğudur. Bu ilke ise Tanrı’nın aklî imkânsızlar ve zorunlular dışında herhangi bir şeyle kayıtlanamayacağını ve saf bir kudret sahibi olduğunu yahut saf kudretin kendisi olduğunu söyler. Bu kudret, ilahî iradeye bağlı olarak işlevselleşir. İrade ise ya bilhassa Eş’ârî kelamcılarının iddia ettiği gibi mutlak olarak gerekçesiz tercihte bulunur ya Mâtürîdî kelamcıların dediği gibi hikmete bağlı olarak tercihte bulunur ya da Mu’tezile kelamcıların dediği gibi adalet ilkesine bağlı olarak tercihte bulunur. Kelamcılar bu görüşü temellendirmek için esas itbariyle “âdet” kavramında özetlenen bir bilgi teorisi geliştirmişler, Yunan ve Hint atomculuğunu yoktan yaratmayı savunmayı mümkün kılacak şekilde yeniden inşa etmişler, ihtisas kavramında özetlenen bir peygamberlik izahı yapmışlar ve özel olarak Ehl-i Sünnet kelamcıları kesb (kazanma) kavramında özetlenen bir eylem teorisi geliştirmişlerdir. Teori bu haliyle İslâm düşünce geleneğinde en yaygın şekilde kabul edilen yaratma görüşünü ifade eder. II. (VIII.) asırda Mu’tezile kelamcıları tarafından sistemleştirilmişse de III. (IX.) asırdan itibaren Ehl-i sünnet kelamının sistemleşmesiyle Eş’arî ve Mâtürîdî kelamcıları da bu teoriyi kendi kelamî anlayışları doğrultusunda yeniden inşa etmişlerdir. Teorinin en önemli özelliği, İslâm geleneğindeki en köklü yaratılış açıklaması olması ve Kur’an’da geçen yaratmaya ilgili tüm kelimelerin XX. yüzyıla kadar kelamcılar tarafından bu doğrultuda açıklanmasıdır. Teoriyi istisnasız bütün kelamcılar, İbnü’l-Arabî öncesindeki sûfiler ve kısmen bir kısım filozoflar savunmuştur. Teoriye yönelik en köklü eleştiriler ise felsefe eserleri Arapça’ya tercüme edildikten bir müddet sonra şudur teorisini benimseyen filozoflar ve İbnü’l-Arabî ile birlikte sudur teorisini benimseyen bir kısım sûfiler tarafından yöneltilmiştir.

“Necip Fazıl’ın Şiirlerinin Estetik Derinliği”

 

DERGÂH Edebiyat Sanat Kültür Dergisi Dergâh Yazıları Güldestesi (Hazırlayan: İbrahim Tenekeci, dergâh yayınları I. Baskı Ocak 2007)

Merhûm M. Orhan Okay‘ın bu yazının da alıntı olarak başlığını teşkil eden ve belirtilen kitaptaki yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

(…)

Bir tarafıyla dinî ve siyasî, diğer tarafıyla sanatkâr yönüyle karizmatik şahsiyetinde tereddüt olmayan Necip Fazıl’ın kitlelere tesiri, özellikle sağlığında, daha çok hitabetindeki ustalığından kaynaklanmaktaydı. Dergiciliğinde, bir takım siyasî konularda, spekülatif kapak yazılarında ve resimlerinde, Babıali’de çatıştığı başka yazarlarla olan münakaşalarında keskin bir polemikçi olan Necip Fazıl’ın, bu gibi şahsiyetlerin çoğunda olduğu gibi kürsülerde de ne kadar güçlü bir hatip olduğunu kendisini dinlemiş olanlar iyi bilir. Ama öldükten sonra, artık onun şahsiyetini bilmeyen, hatırlamayan yeni nesiller üzerinde bu tesirin halâ devam etmekte oluşunda şüphesiz sanatkârlığının rolü büyüktür. (…)

İlk şiirini 1923’te yayınlayan Necip Fazıl hayatının son günlerine kadar, demek ki altmış yıl şiir yazmağa devam etmiştir. Ancak şiirinin estetik açıdan asıl büyük hamleleri 1928-1948 yılları arasındadır. Bu gibi sanat meselelerinde kategorik olmak her zaman için isabetli olmasa da Necip Fazıl’daki şairlik sürecini “Kaldırımlar”, “Çile” ve “Sakarya” şiirlerini nirengi noktaları almak suretiyle onar yıllık dönemlerin hamleleri olarak görmek mümkündür.

Necip Fazıl, bildiğimiz ilk denemelerinden itibaren kendisine yeni bir şiir dili bulmağa çalışmıştır. Bu şiir dilinin özelliği, dildeki sözlük repertuarını psikolojik ve metafizik muhtevaya intikal ettirmektir. Bunun adı ‘tecrit’tir (soyutlama). (…)

Necip Fazıl, bildiğimiz ilk şiir denemelerinden itibaren kendisine yeni bir şiir dili bulma yolundadır. Bu arayışa onu biraz da mizacı zorlamıştır. O’nun gençlik yıllarından beri çok değişik bir yazar ve sanatkâr çevresinde bulunmuş olduğunu biliyoruz. (…) Abdülhakim Efendi’yi tanıyıncaya kadar, hatta tanıdıktan epey bir müddet sonra da bu bohem hayatı devam eder. Bu dönem içinde ve hayatı boyunca, bütün o tereddütlerine hatta fikrî istikrarsızlıklarına rağmen değişmeyen tarafı, mizacının bir yönü, maddeci bir dünya görüşü karşısında spritüalist bir felsefeyi benimsemesidir. (…) Daha çok küçük yaşlarda iken “meçhul semtlerden gelen ve meçhul semtlere giden meçhul şahıslara karşı anlatılmaz bir korku duyar ve kendi kendime sorardım: “Ben de büyüdüğüm zaman bunlar gibi korkmadan her tarafa gidip gelecek miyim?” diye düşünen çocukta bu sorular, bilinmeyene karşı duyulan bu tecessüs, bilinmeyeni kendinde arama eğilimini uyandıracaktır. Bu davranış tecrit dilini aramanın da başlangıcıdır. Böylece onu ilk şiirlerinden itibaren şu özellikleriyle buluruz: Sathî bir gözleme değil, derinliğe yönelmek; dış dünyaya, tabiata açılan temalarda bile iç dünyayı yansıtma vesileleri aramak; somut olanı değil soyutu anlatacak ifade tarzını yakalamak; sınırlı ve çerçeveli kalmak yerine zamanda ve mekânda sonsuza sıçramak; mevcut olanla yetinmek yerine aşkın olmak; belki bütün bu arayışları içine alabilecek bir kavramla mistiklik (İslâmî bir terim olarak tasavvuf karşılığı değil, belki tasavvufu da şamil olmak üzere üstün bir varlıkta kendi varlığını yok etmek mânasında).

Yayınlanan ilk şiirleri arasında bir on yedi yaş meyvesi olan “Akşam”, bu mistik hazırlanışın da ilk ürünü olur:

Güneş çekildi demin / Doğdu bir renk akşamı / Bu bütün günlerimin / İçime denk akşamı

Akşamı duya duya /Sular yattı uykuya /Kızıllık çöktü suya / Sandım bir cenk akşamı

Sembolist akımdan da bazı çağrışımlar uyandırabilecek bu şiirin en önemli yeniliği ilk kıtasındadır.