Eylül 2024 Posts

Gayb konulu bir Açık Oturum’dan alıntılar

 

İhsan Fazlıoğlu: Öncelikle gayb kavramını açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Bu çerçevede gayb, metafizik ve meçhul kavramları arasında bir ayrım yapmak önemli. (…).

Türker: Belki kelime anlamları itibariyle bunlar birbirleriyle ilişkili gözüküyor, dahası zaman zaman birbirlerinin yerine kullandığımız oluyor. Fakat aralarında farklılık var. Meçhul aslında bir terim değil.

Fazlıoğlu: İngilizce’de unknown bilinmeyen / meçhul diyorlar gayba. Ama bilinmeyen, gayb değil.

Türker: Evet, meçhul herhangi bir disiplinin terimi değil, bilinmeyen demektir; çok genel bir kullanıma sahiptir. Burada terim olan, metafizik ve gayb’dır. Gayb kelimesi en genel anlamıyla duyulardan gizli olan yani insanın beş duyu organıyls idrak edemediği durumlar anlamına geliyor.

Fazlıoğlu: Peki, aklın idrak edebildiği şey midir gayb?

Türker: Aslında insanın aklıyla idrak edebildiği şeyler nazarî bilinmeyen kısmına girebilir ama gayb’a girmez. Nazarî gayb diye bir şey olmaz.

Çitil: Duyulurlar cihetinden düşünülürler gaybî olabilir ama bu anlamda kendinde gaybî diyemeyiz.

Türker: Evet, diyemeyiz. Metafizik, cismânî olmayan demek, sadece duyulur olmayan demek değil. (…) Nihaî anlamda metafizik Tanrı’yı bilmekle neticelenir. (…) Bu manâda metafizik, gayb olmayan, duyularımızla idrâk ettiğimiz nesnelerin tamamını da kapsamına alan ama kavram olarak bunların varlık, birlik, zorunluluk ve imkân gibi yönlerini inceleyen disiplinin ismi yahut onların aklen kavranabilir olan yönünün ismi iken, gayb duyulardan gizli olanların bütününün ismidir. (…) Bizim için gayb olan, henüz idrak edemediğimiz şey anlamındadır; fakat aklımızla değil, yine duyularımızla idrak edemediklerimiz anlamındadır. (…) Dolayısıyla gayb en genel anlamıyla duyulardan gizlenen demektir ve bazı açılardan metafizikle kesişir.

Metafizik, gayb olmayan, şu anda duyularımızla idrâk ettiğimiz nesnelerin tamamını da kapsamına alan ama kavram olarak bunların varlık, birlik, zorunluluk ve imkân gibi yönlerini inceleyen disiplinin ismi yahut onların aklen kavranabilir olan yönünün ismi iken gayb duyulardan gizli olanların bütününün ismidir.

“Bence gaybla irtibatın en yoğun olduğu alan dindarlık tecrübeleridir. Bu hangi din olursa olsun, hepsinde böyledir. Eğer inanan insanlar bu irtibatı tecrübelerinde içerilen eserler üzerinden takip edemiyor iseler aslâ sürdüremezler.” Ömer Türker

Mahmud Erol Kılıç’ın “Anadolu’nun Rûhu -Tasavvuf, Felsefe, Siyaset- Konuşmaları” kitabından alıntılar

 

“İslâmî versiyonu (karşılığı) Men arefe nefsehû feqad arefe rabbehû yâni Kendini bil, Rabbini de bilirsin. şeklindedir.”

“Zuhûr âlemi oluşlar ve bozuluşlar âlemidir; kayıtlar âlemidir. Nesnelerin mücessem (solid) donmuş hâlidir. Bu açıdan, ezoterik felsefede rüyalar çok önemlidir, çünkü rüyalar kayıtsızdır. Rüyalar sonsuz bir özgürlük alanıdır. (…) Herhangi bir şeyi sınırlandırdığınız zaman onu ölümlü hâle getirmiş, ona fânîlik damgası vurmuş oluyorsunuz ve o şey ârızî (accidental) bir hâle gelmiş oluyor. Her ne şey ki ârızîdir, kayıtlıdır, mutlaklık taşıyamaz; mutlaklığın olmadığı yerde insan mutlak huzura eremez bu esasa göre. Dolayısıyla hakîkatin, o kayıtlı olmayanda, mutlak olanda bulunduğunu göstermek isteyen ezoterik (içrekçilikle ilgili) metinlere farklı bir gözle bakmalıyız. Bize Aristo’yu bile maddeci felsefenin babası olarak öğrettiler. Oysa Aristo der ki, “Platon da dâhil olmak üzere benim üstadlarım daha çok metafiziğe yoğunlaştıkları için, o metafizikten yola çıkarak fizik yapma işi bana kaldı.” Hâsılı Aristo’nun fizika’sını, Platon’un metafizikasından kopararak ele almak bir tür Rönesans manipülasyonudur. Aristo’yu o bütüncül yapıdan kopararak maddeci felsefenin babası hâline getirmişlerdir. Zâten bütünden kopup parçada odaklanma analitik felsefenin temel karakteridir. Felsefenin modern dönemlerde ezoterik köklerinden, aslî köklerinden koparılmış hâli, özellikle Aydınlanma sonrası modern insanın parçalayıcı bakış açısının oluşumunu sağlayan güç oldu. Mevlânâ Mesnevî’sinde bunu çok güzel bir benzetmeyle dile getirir; meşhur körlerin fil târifi meseli… Fil bir bütündür ama siz körseniz size bu nedir? diye sorulursa, birisi bacağını tutar, ağaç olduğunu söyler, burnunu tutan hortum, püskülünü tutan fırça der; hiçbiri bütünü tarif ederek, ben bir fili tutuyorum diyemez. Modern insanın en büyük problemi de budur. Holistik olmadığı, bütüncül yaklaşmadığı; bütün yapıyı bilmediği için, sadece bir parça olan madde üzerine çalışmalarını yoğunlaştırmış ve felsefeyi bu hâle getirmiştir.

İbrahim Kalın’ın “Barbar-Modern-Medenî/Medeniyet Üzerine Notlar” kitabından…

 

İNSAN YAYINLARI’ndan 705., İBRAHİM KALIN KİTAPLIĞI’ndan 3. Kitap (Birinci Baskı: 2018) olan bu kitaptan yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Burada yaşanan, büyük bir ontolojik (varlıkbilimsel) kaymadır. Araçların tanımladığı bir dünyada aslî, ilk, orijinal ve otantik olanın anlamı değişmiştir. Sûretler, imajlar, imitasyonlar, simülasyonlar aslî ve birincil olanın yerini almıştır. Orijinalinden daha iyi oldu…” sözü, bir epistemik (bilgi ile ilintili) kibrin ötesinde bu ontolojik (varoluşsal) kaymayı işaret eder. İşaret (sign), işaret ettiği şeyin (signified) yerine geçmek suretiyle üzerimizde muazzam bir tahakküm kurmuştur. Sembol, sembolize ettiği şeyi alt etmiş ve yerine kendini ikame etmiştir. Taklit, orijinalin aslında o kadar da kıymetli bir şey olmadığına bizi ikna etmiştir. Sanal, hayalî, gölge olan şeyler gerçekliğin koltuğuna oturmuş ve hepimize alaycı bir şekilde tebessüm etmekte ve kulağımıza şunu fısıldamaktadır: Benim daha ‘gerçek’, daha ‘câzip’, daha ‘kullanışlı’… olduğuma artık sen de inanıyorsun.

Böyle sanal ve sığ bir dünyada neyin gerçek, neyin kültür, neyin sanat yahut estetik olduğuna dair bir şeyler söylemek giderek zorlaşmaktadır. Medeniyet, bu ontolojik fakirleşmeden nasibini alan kavramların başında geliyor. Maddî, teknolojik, sanal, dijital dünya vb. sıfatlarla ifade edilen post-modern durumların hakikat ve gerçeklik tasavvurumuz üzerindeki derin etkisi, kendini medeniyet tartışmalarında da hissettirmektedir. Temsil ettiği gerçeklerin yerine geçen imajlar, müstakil bir varlık alanı ve kazanmakta ve giderek gerçeği dönüştürmektedir. Dünya çapında bir futbol oyuncusunun Playstation’da futbol oynaması, Disneyland’ın müstakil bir dünya haline gelmesi ve dizilerdeki kurgulanmış insan ilişkilerinin gerçek muamelesi görmesi, hiper-realite halinin akla ilk gelen örnekleri arasında yer alıyor. Bu tür durumlarda neyin gerçek neyin hayal, neyin hakiki neyin sanal, neyin otantik neyin kurgusal olduğu sorusu anlamsız hâle geliyor. Hiper-realitenin şehvetine kapılan kitleler, artık gerçekle yüzleşecek zihnî ve duygusal donanımlarını yitiriyorlar. Ekrandaki mükemmel, yaldızlı, biteviye akan kurgular gerçek, eksik, karmaşık ve sınırlı hayatların yerini alıyor. Gerçeğe ulaşmak için onun taklidi, imajı, kopyası ve simülasyonu kaçınılmaz bir araç haline geliyor. İnsanlar artık bir ekrana bakmadan dünyayı tanımanın, algılamanın ve idrak etmenin imkânsız olduğunu düşünüyorlar.

İbrahim Kalın’ın “Barbar- Modern-Medenî / Medeniyet Üzerine Notlar” kitabından(1.Baskı 2018, insan yayınları)alıntılar

 

“Varlığın sırrı, yani neden yok değil de var olduğumuz meselesine burada etraflı bir şekilde girmemiz mümkün değil. İlerleyen sayfalarda bu konuya yer yer temas edeceğiz. Şunu ifade etmekle yetinelim: Yaratılış olarak var olma, bizi varlığın kaynağı ile her daim irtibat halinde tutar. Bu irtibat, tecellî olarak yaratılışın şu anda da devam ettiğini ve her an ter ü taze olduğunu söyler. Yaratılışın kokusu, varlığın sonsuz tezahürlerinde çıkar karşımıza. (…) Yaratılışın kokusu, bize büyük varlık dairesinin hikmeti hakkında bir fikir verir. Neden şimdi, burada, şu anda var olduğumuzu anlamamıza imkân sağlar.

Yaratılışın kokusunu duyamayanlar, varlığın sırrına eremezler. Sesin kozmik ahengini yitirdiği, kokunun kozmetik sanayiine indirgendiği bir gürültü ve imaj çağında yaratılışın ritmini hissetmek kolay bir iş değildir. Bu yüzden de dünyanın büyüsünün bozulması karşısında zafer naraları atanlar nasıl kuru, boş, düz ve anlamsız bir dünyanın sahte efendileri olduklarının da farkında değildirler. Oysa insana musahhar kılınmış âlemin anlamlı ve yaşanabilir bir yer haline gelmesi için, varlığın sırrına erişmeye ve yaratılışın kokusunu duymaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Sırrı gitmiş ve büyüsü bozulmuş bir dünyada yaşamak bizi daha insancıl ve daha rasyonel kılmaz. Tersine bizi büyük bir boşluğa mahkûm eder. O boşlukla yüz yüze gelmemek adına attığımız her adım, bizi varlığın ufkundan biraz daha uzaklaştırır. Biz varlığa hükmetmek güdüsüyle hareket ettikçe varlık kendini bize kapatır. Bir gülü hemen şimdi açmaya ve kokmaya zorlamak nasıl absürt bir çabaysa, varlığı şu veya bu gerekçeyle teslim almaya çalışmak da o derece anlamsız ve beyhude bir uğraştır.

Varlığın, bizim onun hakkındaki düşünce ve tasarruflarımızdan daha fazla bir hakikate sahip olduğu gerçeği, geleneksel metafiziğin temel ilkelerinden biridir. İnsan, kendisini aşan fakat aklını ve özgürlüğünü ortadan kaldırmayan bir gerçekliğin parçası olduğunu kavradığı ve teslim ettiği zaman varlıkla ve kendisiyle barışık hale gelebilir. Bu yaklaşımın medeniyet tasavvuru ve yaşam biçimlerimiz için ne tür sonuçları olduğunu kitabın ilgili bölümlerinde ele alacağız. Şu kadarını burada ifade etmekte fayda var: Varlık tasavvurumuzda ve dünya görüşümüzde köklü bir değişime gitmeden cari medeniyet anlayışının sorunlarını aşmamız mümkün değildir. Palyatif, parçalı ve yüzeysel çözümler sorunu çözmez, sadece erteler.

Fusûsu’l- Hikem Tercüme ve Şerhi-III’ den alıntılar

 

” Bir hadîs-i şerif’te Allah Teâlâ halkı zulmette yaratmıştır. Sonra onun üzerine Nûrundan serpmiş ve o zâhir olmuştur. buyrulması mahlûkâtın önce zulmette oluşlarına, sonra Nûr ile zuhûr bulduklarına delâlet etmektedir.”

Adem (yokluk) kavramı vücûd (varlık) mukabilinde akledilebilir ve bu ikisinin ayrı ayrı idrâk edilmesi mümkün değildir denilmişti. Bu iki kavramın idrâk edilebilmesi için ikisi arasında bir aracıya ihtiyaç vardır ki, bu da misâl âleminin hakikatidir. Ziyâ ( ışık) bu ara âlemin zâtî sıfatıdır. Misâl âleminin üstünde rûhlar, onun üstünde ise a’yân-ı sâbite (sâbit hakîkatler) ve vahdet âlemi vardır. Rûhlar âlemine yakınlığından dolayı misâl âleminde nûr tecellîsi gâliptir. İçinde yaşadığımız şehâdet âlemi, nûrdan ibâret olan ervâh (rûhlar) âleminin mukâbilinde olduğu için, onun sûretlerinde zulmet gâliptir.

Nûr zulmet’in zıddıdır. Zulmet kendi idrâk olunmadığı gibi, kendisiyle de bir şey idrâk olunamaz.

Hakîkî nûr ile zulmet arasında bulunan ışık (ziyâ) ise, hem kendi idrâk olunur ve hem de kendisiyle eşya (şeyler) idrâk olunur. Bu üç kavramın herbirine mahsus birer şeref vardır.

-Hakîkî nûrun şerefi öncelik ve asâlet bakımındandır. Zîrâ o her gizli ve örtülü şeyin ortaya çıkmasına sebeptir.

-Zulmetin şerefi ise hakîkî nur ile olan irtibat ve alâkası dolayısıyladır. Ayrıca hakîkî nûr ancak zulmet mukabilinde idrâk olunabilir. Çünkü onun zıddıdır; ve her şey ancak zıddı ile anlaşılabilir.

Işıkın şerefi ise ikisi arasında bulunmasından dolayıdır. Kendisinde nûr ile zulmet karışık olduğu için iki şerefe de sâhiptir.

Dr. Suâd Hakîm İbnü’l- Arabî’nin nûr kelimesini iki manâda kullandığını söylemekte ve şu şekilde açıklamaktadır: 1. Halkın mebdei; veya taayyünlerin zuhûru kendisiyle olan nûr. Bu manâda Fütûhat’taki şu cümleler zikredilebilir: “Allah Teâlâ bizi adem (yokluk) zulmetinden varlık nûruna çıkardı, bir nûr olduk.” (Füt. 3/412) ve “Allah, bütün mevcutlarda münbasıt olan (açılan, genişleyen) Nûr’dur ki, buna varlık nûru ismi verilir.” (Füt. 2/241) 2. İdrâkin mebdei (başlangıcı) veya varlıkta sârî (süren) olan akıl manâsında nur: “İdrâk Nûr ismiyle vâki oldu; ve bu gölge de mümkin varlıkların hakikatleri üzerine meçhûl bir gayb sûretinde yayıldı. İdrâkin mebdei olan bu nûr, başka bir terimle şuhûd nûru ve iman nûrudur.

Kâşânî “Allah semâlar ve arzın nûrudur.” (Nûr, 24/35) âyetinin tefsîrinde şöyle demektedir: “Nûr kendi zâtıyla zâhir ve şeyler kendisiyle zâhir olandır. (…) Allah varlığıyla bulunduğu ve zuhûruyla görünür olduğu için, semâlar ve arzın nûrudur. Bu nûr “mutlak varlık”tır ki, mevcut varlıklardan vücut bulan her şey O’nunla aydınlanıp vücût bulmuştur. Burada Nûr Münevvir, yani nurlandırıcı anlamındadır. (…) Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah halkı zulmette yaratmıştır. Sonra onların üzerine nûrundan serpmiştir.” Burada halk etmek takdîr manâsındadır. Zîrâ takdîr îcâddan, yani vücûdun (varlığın) ifâza edilmesinden (bereketlendirilmesinden) kinâyedir. Mümkin “zulmet” ile vasıflanmıştır; çünkü varlıkla münevver olur. Onun nurlandırılması ise onu zuhûra çıkarmak demektir. Yine İ.H. Bursevî şöyle demektedir: Allah Teâlâ ruhlar semasının ve cesedlerin nûrudur. Zîrâ Hakk’ın nûru mutlak nurdur, hakikatte bir yön ile kayıdlanmış değildir. Onun için cisimler, ruhlar, mülk, zâhir ve bâtın melekûtunu şâmil olmuştur. (…)

a. Varlığın birliği ve çokluk âlemi

İbnü’l-Arabî Fusûsu’l-Hikem‘de Mümkin varlıkların aynları ışıklı değildir, çünkü onlar yok hükmündedir. Bunlar her ne kadar sübût ile vasıflanmışlarsa da vücûd (varlık) ile ilgileri yoktur. Çünkü vücûd nûrdur diyerek âlemdeki varlıkların hakikatlerinin önce sâbit hakîkatler âleminde “varlık kokusu koklamaksızın” sübût bulduklarını, sonra bu şehâdet âleminde menşe’leri olan sübûtun neticesi olarak rûhlar ve misâl âlemlerini geçerek mümkin varlıkların cisimleri sûretinde zâhir olduğunu ifâde etmektedir. Zîrâ bir Nûrdan ibaret olan Hakk’ın varlığı bu varlıklarda yoktur. Şeyler ancak bu nûr vasıtasıyla zuhûra çıkabilmişlerdir.

Sâbit hakîkatler bahsinde de söz konusu ettiğimiz sübût ile vücûd arasındaki fark şu misâlle açıklanmaktadır: Çekirdekte ağacın sübûtu vardır, fakat vücûdu yoktur. İşte bunun gibi mümkin varlıkların ilâhî ilim mertebesinde sübûtları olduğu halde vücûdları yoktur. Muhtelif varlıklar olarak şehâdet âleminde zuhûr ettikleri vakitte de yine bir yokluktan ibarettirler. Bu şu demektir ki, bu cisimler âlemindeki varlıkların Hakk’ın varlığı mukabilinde bizzat kendilerine ait müstakil ve ayrı bir varlıkları yoktur. Onun için Aziz Nesefî ‘Nûr’ u şöyle tavsif etmektedir:

“Vücûd birdir, gayri değildir. Fakat bu vücûdun bâtını (içi) bir nûrdur; ve âlemin cânı ancak bu nûrdur. Âlem bu nûr ile mâlâmâldir (dopdoludur). Sınırsız ve sonsuz bir Nûr’dur; ve bî pâyân ve bî-kerân bir bahrdır.”