Eylül 2024 Posts

Semâvât ve arz’ın yaratılışı

 

Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-I’in (Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk, Hazırlayanlar: Prof.Dr. Mustafa Tahralı-Dr. Selçuk Eraydın, İFAV (M.Ü. İlahiyat Fak. Vakfı Yayınları, 7. Basım 2017 İSTANBUL) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Birinci fasıl: Vücûd

” ‘Vücûd’un dilimizde karşılığı ‘varlık’ dır. Sözlük anlamı ‘matlûbu bulmak’tır. (matlûb: talep edilen) Şu halde vücûd lafzı ile bir hakîkat murâd olunur ki, onun varlığı kendi zâtından ve kendi zâtı iledir. Ve bâkî mevcûdâtın varlığı ondan olup onunla kâimdir. Mutasavvıf muhakkıklar (tahkik ehli) kelâm âleminde o hakikate işaret için Lâ-taayyün ve mutlak varlık derler. Çünkü varlık zâtı bu mertebede hiçbir isim, sıfat ve fiil ile kayıdlı olarak müteayyin (belirmiş) değildir; bi’l-cümle belirmeler -kayıdlarından mutlaktır. Belki belirmelerin hepsi bu mertebede zâtın hakikatidir. Sırf Vücûd derler. Çünkü zat, isim, resim, sıfat ve nitelikten kendi sırâfeti (sırf oluşu) ile hâlistir.

‘Sâdic (sâde) Zât, kâfûr hakikat (beyaz ve yarı saydam, ıtırı kuvvetli madde) da derler. Zîrâ esmâ, sıfatlar ve fiiller renginden sâde ve sâfîdir; ve hiçbir renk ile renklenmiş değildir.

Mechûlü’n-na’t, Ezelü’l-âzâl, Gaybü’l-guyûb, Münkata’u’l-işârât, et-Tevhîdü ıskâtu’l- izâfât Münkata’u’l-vicdânî bu mertebede denilenlerdir.

Suâl: Zâtın zâta vicdânı olmamak mümkün mü? Cevap: Bir şeyi bir şeyden olumsuzlamak için, o şeyin -velev ki hayâlen olsun sübutu lâzımdır. Oysa hakiki varlık karşısında ilim ve hayâl dahi var değildir ki, olumsuzlama niteliği vâkı olabilsin.

Bu isimler lâ-taayyün isminin eşanlamlılarıdır. Lâ-taayyün mertebesi belirmelerin tümünün olumsuzlanmasıdır. Böyle olunca, lâ-taayyünün tasavvurundan zât ” münkata’u’l-vicdânî (vicdânen sorumsuz) olur. hüviyyet Gayb’ı derler. Zira varlığın tüm mertebeleri bu mertebede zuhûr mertebelerine nisbetle gayb ve fikdân (yokluk) içindedir. Nitekim karanlık gecede bi’l-cümle şeyler bi’l-fiil hâricî var olanlardır. Fakat zulmet (karanlık) galebesinden ötürü eşyâ (şeyler) aslâ görünmez. Zira olmamak başka, olup da görünmemek başkadır.”

Ahadiyet Hakkında Bilgi

 

Abdülkerîm el-Cîlî‘nin eseri İNSÂN-I KÂMİL’in (Mütercim: Abdülaziz Mecdi Tolun, Yayına Hazırlayanlar : Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın, Prof. Dr. Ekrem Demirli, Abdullah Kartal; İZ Yayıncılık, 4. Baskı: 2015) Ahadiyet Hakkındadır başlıklı bölümünden alıntılar :

“Ahadiyet yalnız zât tecellîsinden ibarettir. Bu tecellîde esmânın (isimlerin), sıfatların ve bunların etkilemelerinden hiçbir şeyin zuhûru yoktur. Hakkıyet ve halkıyet itibarlarının hepsinden soyut olarak tecellî eden sırf zâtın ismi ahadiyettir.

Açık Oturum Konu: Bilim

 

2 aylık düşünce dergisi Teklif’te (Temmuz 2023, sayı 10) çıkan bu Açık Oturum’dan yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Bilimsel bilgi makul bir şekilde -yöntemli olmak ile makuliyeti eş anlamlı olarak kullanabiliriz burada- problem çözme faaliyeti olarak temayüz ediyor. İnsanlar, toplumlar ve hattâ kurumlar problemlerini çözerek varlıklarını sürdürürler. Problem çözmenin bir tane yolu yoktur. Her problem çözme faaliyeti, bilimsel sıfatını taşımaz. Bunlar arasında bilimsel olma sıfatını hakkeden, kısaca makul olan, yani bir usûle bağlı olandır.” (Tahsin Görgün)

“Bilimin aslında tüm dönemlerde temel bir karakteri var. İster Yunan’da olsun ister İslâm’da olsun, ister günümüzde olsun bilim, konusu her ne ise onunla ilgili dakikleştirilmiş idrâk iddiasında bulunuyor.” (Ömer Türker)

“Ulaştığımız noktayı nihaî kabul edip geçmişi bu noktanın uzantısı haline getiriyoruz. Halbuki şu an yani şimdi, geçmişin bir hâsılası olmalı. Klasik gelenekte felsefe, ana küme; bilim onun içinde dağılmış vaziyette; çağdaş gelenekte ise bilim ana küme; felsefe içinde dağılmış hâlde.” (İhsan Fazlıoğlu)

“Bilim, belirli bir gerçeklik küresindeki olgu ve olayların, önceden tanımlanmış ilke ve yöntemlere göre istidlalî / çıkarımsal / gidimli aklın sınırları içinde dizgeli, tutarlı ve kanıtlı, paylaşılabilir, denetlenebilir ve tekrar edilebilir bilgisi.” (İhsan Fazlıoğlu)

“Aydınlanma sürecinde yapılan vedüaliteyi içinde barındıran tanımları bilmek ama mutlaklaştırmamak da bilime dâhil. Çünkü bir dönemin tanımlarını mutlak ve gerçeklikmiş gibi kabul etmek hem süreci hem de yöntemi kabul etmek anlamına gelir. (Dursun Çiçek)

“Gerçekten hakikate sâdık, hakikati yansıtan bir söz olmadığı sürece o bilgi, ona göre kurulmuş bir sistem, ona göre düzenlenmiş bir ehliyet sistemi, ona göre teşkil edilmiş bir toplum düzeni de sıkıntılı oluyor.” (Ahmet Ayhan Çitil)

“Bilimsel betimleme için gücün mahiyeti, onu Kur’an fâil ve kurulma nedeni, soruşturma alanının dışındadır; betimlemenin verdiği şey, bir kez olay meydana geldikten sonra onun fenomenal seviyede tasviridir. Bilimsel betimleme, sınırları içinde kaldığında işlevsel ve faydalıdır, fakat kendisini hareketin kuşatıcı ve eksiksiz açıklaması olarak takdim ettiğinde haddini aşar ve fiziksel açıklama olmaktan çıkarak metafiziğe dönüşür.” (İbrahim Halil Üçer)

“Bilimsel bir teori açıklayıcılık iddiasına sahipse bu soruların cevaplarını da içermelidir, içermiyorsa açıklayıcılık iddiasından vazgeçmeli ve sınırlarını gözeterek, kendisini bir betimleme ve sınıflandırma çabası olarak takdim etmelidir. (İbrahim Halil Üçer)

“Bir, eskiler nedenselliği kuşattığına dair bir iyimserliğe sahiptiler. Bu yok artık. İkincisi, eskiler, nedenlerin -bence en ciddî iddiaları hocam- evreni kuşattıklarına dair bir iddiaya sahiptiler.” (Ömer Türker)

“Bilimin duruma göre bir toplumun, bir devletin, bir ümmetin veya insanlığın mevcudiyeti ile alâkalı olmak zorunda olduğu açık olmakla birlikte, bunların birinin mi, hepsinin mi, yoksa bunların hepsine ek olarak aşkın bir boyutla mı irtibatlı olması gerektiği, bilimle ilgili tartışmaların en esaslı sorusudur.” (Tahsin Görgün)

“Diyelim ki kesin bir nokta bulacağız, bilim adamları bunu kendileri de pragmatik olarak hallediyorlar. Çünkü herhangi bir bilim adamının yer çekiminden kuşku duyduğunu zannetmiyorum.” (Ömer Türker)

“Mesele bir ifade meselesi. Akidemizle ilgili bir sorunumuz yok ama bu akidenin anlam önermelerine çevrildiği metafizik çanağın dili eskidi; bu dili güncellemek gerekiyor. Çünkü ifade, istifadenin anahtarıdır.” (İhsan Fazlıoğlu)

“Bizim metafiziğimizle ilgili, metafizik çanağımızla ilgili bütün kuşkular, bu metafizik çanakla ilgili olmayan neticelerden kaynaklanıyor. Esas sorun bu.” (Ömer Türker)

“Her şey lafza indirgenmiş; yalnızca Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah diyerek gerçeklikle yüzleşilemez. Tersine bu ilkenin mefhumundan (kavramından) hareketle yeni metafizik çanaklar kurulması gerek. Yeni-İbn Sînâcılık, Yeni-Râzîcilik, vb. hattâ bir tane de değil, birkaç tane metafizik kurulması gerek.” (İhsan Fazlıoğlu)

Fîhi Mâ Fîh’den alıntılar 2

 

“Îsâ (a.s.) çok güler ve Yahyâ (a.s.) çok ağlar idi. Cenâb-ı Yahyâ Hz. Îsâ’ya dedi ki: “Sen gâlibâ Hak Teâlâ’nın incecik mekrlerinden (mekr: oyun, tuzak) gereği gibi emin olmuşsun ki gülüyorsun.” Hz. Îsâ cevâben dedi ki: “Sen de Hakk’ın latîf, garîb ve gizli olan inâyetlerinden ve lutuflarından pek ziyâde nevmîd (ümitsiz) olmuşsun ki, böyle ağlıyorsun.” Bu mâcerâda evliyâdan bazı kimseler hâzır idi. Bu iki zâttan hangisi ve kimin makâmı daha âlî olduğunu Hak Teâlâ’dan suâl ettiler: “Bana zannı en güzel olanın makâmı daha âlîdir; ve ben kulumun zannı indindeyim, ben kulumun zannı olan mahaldeyim”. Her kulumda bir sûret ve hayâl vardır. Benim hakkımda, o her ne hayâl ederse, ben orada olurum cevâbı erişti. Ben, Hakk’ın bulunduğu hayâlin bendesiyim (kulu / kölesi) ve Hakk’kın bulunmadığı hakîkatten bîzârım (bıkmışım). “Ey benim kullarım! / Cây-gâhım (mevkîm) ve makâmım olan hayalleri pâk ve tathîr (temiz) ediniz!”

Şimdi sen kendini yokla, tecrübe et ki, ağlamadan, gülmeden, oruçtan, namazdan, halvetten ve cemiyetten ve bunların gayrinden senin hakkında ziyade faydalı olan hangisidir ve ahvâlin hangisi ile doğru yola gidersin ve terakkîn ziyade olur, o hizmeti seç! “Âlemin müftileri sana fetva verirlerse, o fetvayı kalbinden al! Senin bâtınında bir manevî müfti vardır. Müftilerin fetvasını ona arzet, ona uygun gelen şeyi ahz eyle (al)! Nitekim tabîb bir hastanın yanına gelir; ve senin içindeki tabibden suâl eder. Zira derûnda bir tabîb vardır; o da senin mizacındır ki, red veya kabûl eder. Bunun için hâricî tabip o dâhilî tabibden “Yediğin falan şey nasıl idi, ağır mı, yoksa hafif mi idi; cevâbın nasıldır? diye sorar. Derûnî tabîbin haber verdiği şey üzerine hâricî tabîb hükmeder. Bundan dolayı asl olan o dâhilî tabîbdir; o da hastanın mizâcıdır. (…) Bunun gibi anlam yönünden de âdemde bir mizâc vardır. O zayıf olduğunda, onun iç duyuları her ne görür ve her ne söylerse, hilâf üzerine olur. O halde enbiyâ ve evliyâ tabîbdirler ve doğru mizâc olmak ve “Şeyleri bize olduğu gibi göster” hadîs-i şerîfinde işaret buyrulduğu üzere, dili ve dîni kuvvet bulmak için, ona yardım ederler.

İnsan büyük şeydir; onda herşey yazılmıştır. / Karanlıklar perdeleri kendindeki o ilimleri, onu okumaya bırakmaz. O perdeler, dünyanın bu türlü türlü meşgûliyetleri, tedbirleri

Fîhi Mâ Fîh’den alıntılar 1

 

“Ulemânın şerlisi ümerâ ziyaretine gidenler ve ümerânın hayırlısı ulemâyı ziyaret edenlerdir.” (ümerâ: sivil ve askerî camiada yüksek makamlarda olanlar)

“Biz vermeyi öğrendik, almayı öğrenmedik.” (darb-ı mesel)

“Allah Zü’l-Celâl Hazretleri geceyi gündüze ve gündüzü geceye dâhil eder; ve ölüden diri, diriden ölü çıkarır.” (Al-i İmrân, 3/27)

“Allah Teâlâ’nın rahmetinden ancak kâfirler kavmi ümitsizdirler.” (Yûsuf, 12/87)

“Şu halde Hak nûrundan yanmağa sabr etmeyen ve ictihâd göstermeyen adam, adam değildir. İdrâk olunan her şey Hak değildir. Âdem odur ki, ictihâddan hâlî (boş) kalmayıp, bî-ârâm ve bî- karâr (durup dinlenmeyen ve kararsız) olarak Hakk’ın Celâl nûrunun etrâfını devr eyliye. Ve Hak odur ki, âdemi yakıp yok ede ve hiçbir akıl onu idrâk edemiye.”

“Mecnûn Leylâ’yı kendisinden ayrı görmedi ve şöyle dedi: Nazım olarak tercüme: “Gözümde hayâlin, dilimde adın / Gönül gark-ı zikrin; bu mektup kime?”

“Ene’l-Hak” diyen kimse, kendisini yok edip ve ber-hevâ eyleyip “Ene’l-Hak” der; yani “Ben yokum, hep O’dur, Hudâ’dan başka mevcûd yoktur; ben külliyyen sırf yoklukum ve hiçim” der. Bu makamda tevâzu ziyadedir. Şu kadar ki, halk anlamıyorlar. Hak için hasbeten-lillah mertlik eden bu kimsenin nihayet arada bendeliği vardır. Bu mertliği her ne kadar Hak için ise de, kendisini ve fiilini görür. O suya gark olmadı. O kimse suya gark olmuştur ki, onda hiçbir hareket ve fiil kalmaya. Onun hareketleri ancak suyun hareketi ola.”

“Arslanın biri bir âhûyu kovaladı; âhû ondan kaçtı. Kaçıncaya kadar, iki vücûd (varlık) var idi. Fakat arslan âhûya yetişip, âhû onun kahır pençesi altına gittiği ve Arslan’ın heybetinden bî-hûş (şaşkın) ve bî-hûd (kendiliksiz) olarak onun önünde düştüğü vakit, yalnız arslanın vücûdu kaldı. Âhunun vücûdu mahvoldu ve kalmadı. İşte istiğrak budur.”